İnsanın dünyayı kavrayış şeklini uzunca bir süre etkisi altına alarak, hâkim söylemin kilise ve din adamlarına ait olduğu ve adını Orta Çağ ya da Skolastik Düşünce olarak adlandırdığımız dönem artık yerini yeni kavrayışlara bırakmaya başladığı tarihlerde kelime anlamı “yeniden doğuş” olan Rönesans, insanın düşünme edimlerinin, dinsel dogmalar (Tanrı buyrukları) yerine artık bireyi, aklı ve doğayı keşfetme arzusunu merkeze almaya başladığı dönemin adıdır.
Kilisenin doğmalarının tüm düşünce sistemini şekillendirdiği uzun ve boğucu bir dönem sonrası tekrar tahsis edilmeye çalışılan özgür düşüncenin yeniden doğmasının arzusuyla şekillenmiş olan bu dönem, 15. yüzyıl ve 17. yüzyıl arasında gerçekleşen düşünce faaliyetlerinin tamamını içerir.
Bu dönemin yani Rönesans’ın ortaya çıkışıyla ilgili olarak birden çok etkenden bahsedebiliriz.
Değişen ve gelişen dünyada birçok yeni coğrafi keşfin yapılması, çeviri faaliyetleri sonucunda Avrupa’ya Hint, Mısır, Antik Yunan ve özellikle İslam ilimleri kitaplarının ulaşması cehalet ve baskı altındaki Batı’nın artık “aklı” ön plana çıkarmasını sağlamıştır.
Coğrafi keşiflerin artmasıyla dolayımlanmaya uygun hale gelen farklı kültürler çeviri faaliyetlerinin yoğunlaşmasına sebebiyet vermeye başlayınca önemli bir paradigma kırılmış ve Aristoteles’in eserlerinin orijinalleri farklı dillere çevrildikçe Skolastik dünyanın Aristoteles’i yorumlaması ile gerçek Aristoteles arasında ciddi farklar olduğu daha net görülmeye başlamıştır. Dönemin bu önemli gelişmesinin kilisenin bilgiyi manipüle etme uğraşlarını artık iyiden iyiye etkisiz hale gelmesinde önemli bir yeri vardır.
Matbaanın keşfinin okuryazarlığı artırması, siyaset ve ticaretin çok yönlü taraflarının fark edilmesi ister istemez insanın dünyayı bilme ve onu anlamlandırma süreçlerini farklılaştırmıştır.
Tüm bu yeni gelişmeler Rönesans’’, dönem olarak, bilgi alanında çok hızlı ve köklü değişikliklerin yaşandığı harikulade özel bir tarihsel kesite dönüştürür. Din felsefesinden uzaklaşan Avrupa artık bilim felsefesine yaklaşmaya başlar. İnsanlık tarihindeki hiçbir değişimin ya da dönemin öyle bıçakla keser gibi sonlanmadığı göz önünde bulundurulursa yaşanılan çoğu köklü değişikliğe rağmen Rönesans Felsefesi, bir önceki dönemin düşünsel yapısından kopuşun başladığı ancak yine de izlerinin görüldüğü bir ara kesit yani bir geçiş dönemidir.
Kilisenin çıkarları uğruna Hristiyan inancı öğretilerini akılla anlaşılır kılma çabasının bir sonucu olan Skolastik felsefede egemen olan teoloji fikri yerini artık insana, akla, bilimsel düşünceye bırakmaya hazırlanırken o zamana kadar “akıl-inanç probleminde aklın yetersizliği” vurgulanmış olan insanlar bu yeni fikirlere elbette kolayına adapte olamamışlardır. Yönetim, ekonomi ve hukuk gibi alanlarda dinin tek belirleyici unsur olmaktan çıkması 15 yy’da başlamış ve tam anlamıyla pekişmesi nerdeyse 17. yüzyılı bulmuş ve en nihayetinde yerleşen düşünce sistemine ise modern düşünce yöntemi adı verilmiştir. Modern düşünce, “felsefenin bilimini” ve metodunun deneme/yanılma yöntemi ile oluşturulduğu “bilimsel yöntemi” temele alan düşünce sistemidir. Modern düşünce pratikleriyle birlikte artık teoloji kenara çekilmiş ve birey ön plana çıkarılmıştır. Bu dönemde insandan aklını kullanarak bilimsel yöntemi kendine kılavuz etmesi beklenmeye başlamıştır.
Modern düşünce felsefesini açıklayabilmek için bu dönemde öne çıkan -hala bizim düşünce pratiklerimizin temelini oluşturan- kavramlar nelerdir diye göz atacak olursak ilkin uğramamız geren durak hiç şüphe yok ki Hümanizm kavramı olacaktır.
İnsanın merkeze alındığı ve aklın öne çıkarıldığı bir bakış açısı olan hümanizm birçoğumuzun yanlış bildiği üzere insan sevgisi değil, insanın bu dünyadaki yerinin ve anlamının sorgulanmasının esas alındığı düşünce eğilimidir. Hümanizm, bireyi, benliğinin ve kişiliğinin peşinde mücadele eden olarak tanımlar ve insanın aklıyla varabileceği yerlerin, “kadim dünyayı bilme sorunumuz”da yaratacağı katkıyı odak alır. Akım olarak Hümanizm ilk belirtilerini İtalya’da ortaya çıkarmıştır. Dante, Petrarca, Baccaccio ilk İtalyan hümanistlerken, bir felsefeci ve edebiyat araştırmacısı olan Erasmus, Hristiyanlığı hümanizm ile uzlaştırmaya çalıştığı “Deliliğe Övgü” adlı eserinde Katolik
Kilisesi’nin uygulamalarını eleştirmiş fakat, dinin özüne yönelik kesin bir kuşkuculuk duymadığını belirterek aşırı kutupluluğun önüne geçmeye çalışmıştır. Hâkim düşünce biçimi olan Hıristiyanlığın bir anda tasnif edilemeyeceğinin farkındalığında olan ve Hristiyancı hümanizmin temsilcisi olarak görülen Martin Luther ise; Hristiyanlığın reformdan geçirilmesini savunmuş, din adamlarını ve kiliseyi gereksiz bularak, önemli olan şeyin Tanrı’ya yönelmek ve iman etmek olduğunu dile getirerek hümanizm felsefesini desteklemiş, sorgulanması gereken durumun inancın kendisinin değil, kilisenin ve dini törenlerin olduğunu öne sürmüştür. Günümüze erişen eserleri sayesinde bize tanıdık bir isim olan bir diğer hümanist düşünür Montaigne ise “Denemeler” adlı kitabının içeriğinden de anlayabileceğimiz üzere kuşkucu hümanizmin temsilcisidir. Bana göre hümanizm düşüncesine karşı en akılcı yaklaşımı sergileyen Montaigne, insanın tüm yetilerini kullanarak sürekli bir araştırma edimi içinde bulunması halinde bu kavramın içini dolduracağına olan inancını dile getirmiştir.(Yok yani öyle yattığın yerden insan dünyanın anlam deposudur diye böbürlenmekJ) Rönesans ile birlikte baş gösteren ve günümüzün birçok gelişmesine asıl ivmeyi kazandıran bir diğer ( aslında en önemli) düşünce şekli ise, bilimsel yöntemin esas alındığı düşünme biçimidir. Aydınlanma Dönemini başlatan Rönesans Düşüncesi bilimde o vakitlere kadar otorite olmuş yönteme değil, (Aristocu tümevarım) deneye, gözleme ve hesaplanabilir bilimsel çalışmalara yönelmiştir. Dünyayı algılamaktaki bu yeni yönelim gözlem, kontrollü deney, hipotez ve matematiksel hesaplama ile bilimin, aşamalı bilme diye adlandırabileceğimiz tümdengelim yöntemini kazanmasına katkı sağlamıştır. Yaygın olarak felsefe tarihçilerinin aydınlanma döneminin başlangıcı olarak kabul ettikleri, -Descartes’in felsefesi olarak da bilinen- Kartezyen Felsefe yine bu önemli dönemde ortaya çıkmıştır. Başka bir yazının konusu içinde detaylı olarak anlatacağım Descartes’in Kartezyen düşünce yöntemini kısaca nedir diye özetleyecek olursam; bu yöntem ile Descartes ilkin bilimle din arasında anlaşılır bir bağ kurmanın yolunu denemiştir diyebilirim. Descartes, kendi felsefesini ‘metodik şüphe’ olarak bilinen yöntemin üzerine kurmuştur. Onun felsefesinde Özne, bilginin merkezidir. Varlık alanında iki ana töz vardır: Yaratan ve yaratılan tözler. Yaratılan töz ise birbirine indirgenemeyen iki alt tözden oluşan ve aynı zamanda sonlu olan ruh ve madde tözleridir. Var olana düalist bir açıdan bakan Descartes, meşhur teorisi ‘Ego cogito ergo sum’ diyerek adeta felsefede insanın yerinin ne olduğuna dair kartları yeniden dağıtılmasına yol açan kişidir.
İnanma eğilimine, dünyaya, bilgiye, insana, sanata ve haliyle düşünceye bakışın yeniden şekillendiği insanlık tarihinin belki de en önemli zaman dilimini oluşturan Rönesans’ta tüm bu gelişmeler eşliğinde elbette hukuk ve onun yegane koruyucusu devlet konularına da insanın bakış açıları değişmiş, tırnak içi bir ifade ile söylemek gerekirse, günlük hayattan tasnif edilen öte dünya kaygısı yerini, bu dünyaya bağlı olmaya bırakan bir kültürün kurulması yönündeki gelişmelere bırakmıştır. (Darısı başımıza.)
Kısaca içinde bulunduğu durumu hiç de iç açıcı bulmayan insanlığın (hani, sosyal medyada dolaşan bir “meme” var ya; iflas eden adama çırağı soruyor, “Usta şimdi ne yapacağız?” diye, usta da cevap veriyor; “Çay koy, yeniden başlayacağız” diyor. İşte tam buna benzer bir yeniden başlama arzusuyla) sil baştan bir dünya tasarımına karar vermesidir dillere destan Rönesans dönemi.
Artık kendi yöntemini kullanan bilim, algılayış biçimlerimizin nabzını tutan sanat, kavrayamadığımız çoğu olguyu soğurtmamıza yarayan inanç kavramı, kültürün olmazsa olmazı devlet gibi yapılar daha bağımsız, daha özgür olarak kendi özerkliğini kazanmaya doğru ilerleme yoluna işte bu dönemde girmişlerdir. Bu çağda ortaya çıkan Hümanizm düşüncesi, insanın kendi doğasını, kendi öz yasasını, kendi hakkını bulmasını sağlamıştır. Rönesans’ın bu özgürlüğe doğru ilerlemesi birey üstü kurumlara da yani devlet ve topluma yayılarak daha aydınlanmacı bir dünya tasarımına varmamıza yaramıştır.
Bu dönem ayrıca dünyaya yeni bir devlet ve hukuk anlayışı da getirmiştir. Rönesans’ta din birliğinin yerini millet birliği aldığından “din devletine” karşılık “ulus devletler” ortaya çıkmıştır. Ulus kimlik bilinci, reform hareketleri, devlet ve hukuk üzerine düşüncelerin artmasını sağlamıştır. Yazıyı toparlamaya hazırlanırken dinlemeyi de anlatmayı da çok sevdiğim bir dönem olan Rönesans’ın benim gönlümde yatan aslanı yansıtması açısından yani; filozofların çağa uygun yönetim şeklini, hukuku, egemenlik kıstaslarını belirlemede bilimi geliştirmede etkin rol aldıkları fikir ve düşünce beyan etmekte gerçekten liyakatin esas alınmasından dolayı özel buluyorum. İnsanlığın daha yaşanabilir bir dünya için bilimden, aklını kullanmaktan ve bu iki unsurun yaratacağı ilerlemenin refahını bu dünya için de ummaktan yani bu dünyaya bir bekleme salonu ya da bir istasyon muamelesi yapmadan yaşarken de mümkün olan bir cennet fikrini/tasarımını hak ettiğimizi düşünerek, dileyerek yazımı bu ay için sonlandırıyorum.
Bu dünyadan sevgilerle.
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.