Nilgün Karataş ile geçen ay A7 Kitap etiketiyle okurla buluşan ilk romanı Defne ya da Bazı Tuhaf Hayatlar hakkında konuştuk.
Nilgün Hanım, her ne kadar okuma ve yazma deneyimleri, işçilik ve gözlem gücü önemli olsa da ilk romanınıza başlarken esin kaynaklarınız neler oldu? Bu soruyla ilişkili olarak şunu da sormak isterim, romanınızın ilk taslaklarını nasıl oluşturdunuz?
Defne karakterinin ortaya çıkması bana hala çok ilginç geliyor: 29 Mayıs 2022 gecesi saat 3.30 civarında uyandım, tipik bir günümüz insanı olarak telefonumla oynayarak uykumun gelmesini beklerken, şimdi X olan Twitter’da dolaşıyordum. Şule Çet cinayetinin üzerinden dört yıl geçtiğini okuyunca uykum tamamen kaçtı. 29 Mayıs, Şule’nin ne yazık ki hem ölüm hem de doğum günü. Zaten takip ettiğim ve öfkemi kabartan bir olaydı, o an aklıma “Şule o gün ölmeseydi, kim bilir şimdi neler yaşıyor olurdu,” sorusu düştü. Olasılıklar… Türlü türlü ihtimaller… Defne bu soruyla birlikte doğdu.
Şule, adını kadın dayanışmasına miras bırakarak gitmişti; bu roman ise hayatta kalan Defne’nin hikâyesi oldu. Bireysel travmaları işlerken, mağduriyetin yeniden üretiminden kaçındım; bir cinayet hikâyesi değil bunun yerine, maruz bırakıldığımız olaylara karşı direnci, dayanıklılığı, iyileşme çabamızı, insan ruhunun karmaşıklığını anlatmak istedim. Yazmaya da hemen o gece başladım.
“Aklımda bir şiirle uyandım: “Gün doğmak için beklerken biz düşüyorduk!”
İlk cümlemdi, romanın da ilk cümlesi oldu. O gece ve bütün gün ne akışı ne de sonu düşünmeden sayfalarca yazdım. Tabi ki sonrası araştırmalarla, okumalarla geçen uzun bir süreç. Hatta Servan gibi birinin kendi travmalarıyla nasıl baş edebileceğini düşünürken mindfulness (bilinçli farkındalık) eğitimi bile aldım, sayesinde şu anda sertifikalı eğitmenim. Bu arada şunu da eklemeliyim; bu romanın alt metninde kadın cinayetlerine yönelik tepki var ve daha da fazlası şiddetin her türlüsüne, erkek egemen toplumun ezberlerine, hegemonyasına karşı bir tavır var, bunun yanı sıra ilişkilerimizin kırılganlığı da var. Roman üzerine farklı okumalar yapılabilir; sanırım her okur kendine en uygun olan hikâyeyi bulacak.
Sizce romanda, öyküde, şiirde döneme göre bazı konular, izlekler ön plana çıkıyor mu? Son dönemde ilişkiler, kadınlık ve erkeklik durumları, şiddet, geçmişteki travmalarla hesaplaşma, aile ve bireysel yabancılaşma mesela. Sizin de bu anlamda zamanın ruhundan etkilendiğinizi söyleyebilir miyiz?
Elbette edebiyat yazıldığı dönemin bir ürünüdür, diyebiliriz. Fantastik, bilim kurgu, mizah bile olsa edebiyat, döneminin insanının varoluşsal ve toplumsal meselelerini yansıtıyor. Yazarlar da herkes gibi -hatta biraz daha fazla- yaşadıkları toplumsal ve kültürel atmosferden etkileniyor, yazmak da aslında tepkisel bir eylem. Bu yüzden, belirli dönemlerde öne çıkan izlekler veya temalar olması şaşırtıcı değil. Bugün ilişkiler, toplumsal cinsiyet rolleri, şiddet ve geçmiş travmalar gibi konuların sıklıkla işlenmesinin nedeni, bu meselelerin günümüzde daha görünür hale gelmiş olması.
Benim yazılarım da zamanın ruhunu yansıtıyordur mutlaka. Ancak asıl meselem, evrensel ve zamansız; derdim insanın ta kendisi ve onun yarattığı sistemler, dayatılan normlar, gasp edilen hayatlar. Defne ya da Bazı Tuhaf Hayatlar’ın 2018 Türkiye’si ile 2222 yılının Mauna Kelandı arasında geçmesinin bir nedeni de bu. İnsan doğasının temel soruları, güç, özgürlük, kabul görme, uyum, uzlaşma, ötekileştirme gibi kavramların yanı sıra toplumun, sistemin hayatlarımız üzerinde yarattığı tahribata işaret etmek istedim. Bu günümüzde bizi kendimiz olmaktan alıkoyan patriarkal düzen ya da kapitalizm olabilir, gelecekte başka bir sistem.
Elbette bir sistem eleştirisi yaparken zamanın ruhundan etkilenmek kaçınılmaz, çünkü edebiyat bir tür yankı, yansıma… Yazara bir görev atfetmek istemem ancak, yazarların yaptığı iş; bir yandan çağdaş meseleleri kayıt altına almak diğer yandan da bu meselelerin nedenlerini ve sonuçlarını sorgulamak değil mi? Aslında bireysel yabancılaşma, toplumsal cinsiyet rolleri ve travmalarla hesaplaşma gibi konuları da mercek altına alırsak temelinde sevgi, korku, umut, uyum, uzlaşma, hayatta kalma çabası gibi evrensel temalar olduğu görebiliriz. Hepsinin kökeninde de insanın kendi varoluşuyla yüzleşme çabası yatıyor. Bu nedenle temalar ele alınış biçimleriyle değişiyormuş gibi görünebilir ama edebiyat esasında, insanın varoluşsal sancılarını anlamaya, bunu yaparken de sorular sormaya ve yanıtlar bulmaya çalışıyor. Fikrimce; edebiyat sadece yazı sanatı değil, hem bireysel hem de kolektif bir anlam arayışı, bizi biz yapan şeyleri yeniden tanımlama girişimi…
Romanların başlangıç ve sonunu yazmak zordur. Defne ya da Bazı Tuhaf Hayatlar’ın başlangıç ve sonunu nasıl yazdınız?
Başlangıç, anlattığım gibi bir gecede oldu. Başlarken sonunu da biliyordum. Okumayanlar için spoiler vermiş olmayayım ama anlatıcı (ya da anlatıcılar) daha ilk sayfalarda sonunda ne olacağını söylüyor. Benim için önemli olan bunun nasıl olacağıydı. Hepimizce bilinen o sona giderken süreçte neler yaşanacağıydı. Hayat gibi… Bu nedenle finalde ‘sonun ötesi’ çoktan seçmeli diyebiliriz ya Selma Rıza’ya ya Servan’a inanabiliriz ya da belki de cevap X şıkkıdır, hepsi ya da hiçbiri.
Nilgün Hanım, uzun zaman çalıştıktan sonra nasıl bir hisle son noktayı koydunuz romanınıza? Yazarken yeni şeyler keşfettiniz mi; duygu, düşünce dünyanıza romanınızın ne gibi katkıları oldu?
Aslında karışık hisler yaşadığımı itiraf etmeliyim. Bir yanda özgürleşmenin hazzı, öbür tarafta vedalaşmanın hüznü. Ancak nihayetinde vardığım nokta şurası oldu; Defne’nin, Selma Rıza’nın, Servan’ın hatta ötekilerin hikâyeleri bir yerlerde yaşanmaya devam ediyor, isimler farklı olabilir ama benzer tuhaflıkta pek çok hayat var. Sadece benim bu hikâyeye ilişkin anlatım sonlandı, o kadar. Üstelik bu roman bana da bir sürü şey öğretti. Yazma süreci zaten benim için bir keşif alanı; bu romanı yazarken de bilmediğim o kadar çok konuya bulaştım, araştırdım, okudum, izledim, konuştum ki bir sürü yeni şey öğrendim. Keşfetmekle kalmayıp, öğrendiklerimi kurgunun içine sıkıştırılmış bilgiler olarak okurla da paylaştım. Ben bir okur olarak romanların, öykülerin içine gizlenmiş bilgiler edinmeyi seviyorum, umarım Defne’nin okuru da seviyordur.
Hikâyeler iç evrenimizin, kozmik yapımızın yansımaları olarak dünyayı daha katlanılabilir hale getiriyor. Hikâyeler ötekilere yazılıyor, öznel alana hitap ediyor, okurları etkilemeleri gerekiyor. Günlük hayatta katlanamayacağımız gerçekler hikâyede, romanda katlanılır hale geliyor. Odaklandığınız temalardan hareketle özellikle roman türünü seçmenizin nedeni nedir?
İç evrenimizin kozmik yansımaları… Ne güzel ifade ettiniz… Konuştuğumuz gibi yazmak bir baş edebilme hali ya da kendimce bir direniş eylemi. Ancak hikâyeleri ötekilere mi yazıyoruz? Bundan emin değilim. Benim gibi yazdıklarını yıllarca saklayan biri için bunu söylemek zor. Elbette anlaşılır olmak önemli ama yazarken okuru etkilemeye çalışmak romanın doğasına zarar vermez mi? Yazarın payına düşen yazmak, yazmak ve yazmak. Nihayetinde paylaştıktan sonra bir kişi tarafından bile olsa anlaşılmak, işin ödül kısmı.
Çağının çok ötesinde yazan, yaşarken anlaşılmayan, onlarca yıl sonra yazdıkları başyapıt olan o kadar çok yazar var ki; Kafka ölümünden sonra modern edebiyatın yapı taşlarından biri olarak kabul edildi, Oscar Wilde yazdıkları yüzünden yerden yere vuruldu. Dönemlerindeki okur değil ama biz anlıyoruz onları ve hala her okuyuşumuzda metinlerinde başka tatlar alıyoruz. Bu ustalar okuru etkilemeyi düşünselerdi bugün hala hayranlıkla okuduğumuz onca eser ortaya çıkmazdı, diye düşünüyorum. Bunlar aklıma gelen ilk yazarlar, listeyi uzatabiliriz. Yazıyor olmanın belki de en büyük nedeni bu, bir meselemiz var onu kelimelere dönüştürerek yenmeye çalışıyoruz. Cervantes’in Don Kişot’unun bir versiyonu gibiyiz.
Roman türünü sevme nedenim ise sunduğu yazma özgürlüğü. Çünkü roman sınırları keskin bir tür değil; aksine, farklı anlatım biçimlerini, bakış açılarını ve hikâye yapılarını bir arada kullanmaya izin veren geniş bir alan. Böylece hikâyeyi çok katmanlı şekilde inşa etme, karakterlerin doğasını derinlemesine keşfetme imkânınız oluyor.
Bir de ben kısa yazmayı bilmiyordum yakın zamana kadar, Defne’nin okurla buluşma sürecinde atölyelerine katıldığım yazarlar sayesinde öykü de yazabildiğimi keşfettim. Özellikle de yazar Hakan Akdoğan hocamla çalışmaya başladıktan sonra öykülerin anlatım gücünü fark ettim. Pek çok kolektif kitapta öykülerim yayınlandı, ayrı bir kitap olacak kadar da birikti. Yine de gönlüm romandan yana, derdimi ancak anlatabileceğimi düşünüyorum.
Roman türünde başucu yazarlarınız kimler, başucu kitaplarınız hangileri?
Ne yazdıysa okumak, tüm külliyatına sahip olmak istediğim, dönüp dönüp romanlarını karıştırdığım birçok yazar var. Zaman zaman listem genişliyor, ancak bazı yazarlar o listeden hiç çıkmıyor. Klasikleri kapsam dışı tutarak kısa bir liste yaparsak şöyle olabilir: Paul Auster’le tanışma kitabım olan ‘Cam Kent”, ‘New York Üçlemesi’nin ilk kitabı. Ursula K. Le Guin’den ‘Tehanu’; ‘Yerdeniz Öyküleri’nin dördüncü kitabı. Boris Vian’dan ‘Günlerin Köpüğü’ ve Haruki Murakami’den ‘Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu.’
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.