KAFALARIMIZIN İÇİNDE KAYBOLMADAN YAŞAMAK MÜMKÜN MÜ?
Farkındalık

Kafalarımızın içinde kaybolmadan yaşamak mümkün mü?

Bir düşünün, her birimizin kafasında küçük bir dünya var. İçinde iflah olmaz korkular, kazanıldıkça sıfırlanan başarılar, çılgın düşünce trafikleri, neşeli buluşmalar, yumuşacık kavuşmalar, gözlerini dolduracak kadar sevgiye doyduğun anlar, diğerinin dünyasını gözetmek için cesurca ortaya çıktığın anlar, kendi dünyanı korumak adına korkusuzca öz şefkatin gücünü deneyimlediğin anlar, yıllar önce yaşadığın seni hala ağlatan veya güldüren anlar… Böylesi bir dünyada kaybolmadan yaşamak mümkün mü? Yok değil gibi görünüyor ve genelde deneyimleri taşıyan düşüncelerin peşini bırakamamaktan kaynaklanıyor sanırım. Tıpkı bir arabanın peşine takılıp, hiç bilmediğimiz yere kadar bizi sürüklemesine izin vermek gibi…

Peki nedir bu denli merak ettiğimiz, peşine takıldığımız, baş edemediğimiz, anlamak için mücadele ettiğimiz deneyimlerin sırrı? Karanlık odasında oturmuş, dünyayı anlamlandırarak bizi hayatta tutmaya çalışan beyini ziyaret edip ona soralım derim. Ve beyin tüm bilgeliğiyle anlatsın: Dünyaya doğduktan itibaren bebek, duyu organları aracılığıyla bilgi toplar ve bu bilgiler, benim içimdeki elektrokimyasal sinyaller şeklinde nöral örüntüler oluştururlar. Bu örüntüler doğrultusunda yaşamakta olduğunuz hayatı projekte ederim. Fakat bu hayat projeksiyonunu oluştururken sadece bebeklik ve çocuklukta edinilen kayıtlar yeterli gelmediği için sizden önceki nesillerden, içine doğduğunuz kültürden, çevreden ve kollektif inançların tümünden temel alırım. Yani “kim olduğunuz” siz merak edip de keşfe çıkana kadar, geçmişe aittir diyebiliriz ve hayatı deneyimleme biçiminiz, algınız, çalan bir şarkıda takıldığınız sözler, seçimleriniz, yaşamakta olduğunuz “an” dan öncesinde kayıt edilmiş verilerin iz düşümüdür.

“Zihnim, geçmişin etkisi altında, adeta eski haritalar gibi karışmış ve bu karmaşa, düşündüğümden çok daha derin bir şeyler anlatıyor.”

Bu bana şöyle hissettiriyor: Sanki doğduğum şehrin planını bildiğimi düşünerek adım atmaya başladığım hayatta, benden önce yaşayan insanların inşa etmiş oldukları tarihi binalar, köprüler, yapılar ile karşılaştığımda kafam karışıyor. Başlangıçta her şey net, her şey yerli yerinde görünürken, bir anda geçmişin ve başka insanların inşa ettiği duvarlarla, geçitlerle, yollarla karşılaşıyorum. O an, bildiğim şeyler anlamını yitiriyor ve yeni bir şeyler öğrenmeye, yeni yollar keşfetmeye başlıyorum.

Tam o noktada, o eski binaların arasında, sanki ben de o yapının bir parçasıymışım gibi hissediyorum ama bir yandan da bir yabancı gibi, orada olmamın bir anlamı var mı diye sorguluyorum. Her şey yerli yerinde, ama bana ait değil. Geçmişin izleriyle sarılmış bir şekilde, kendi düşüncelerimi bulmaya çalışıyorum.

“Her kayboluş, bir yenilik, bir öğreniş, bir içsel özgürlüktür.”

Bunu bir keşif yolculuğuna çevirebilir miyiz? Belki de kaybolduğumuz her an, aslında yeni bir şey keşfetmek için bir fırsat olamaz mı? Kaybolmak, sadece kaybolduğumuz yeri bulamamaktan ibaret değil. Aksine, bir an için “Burası neresi?” diye sormak, aslında kafamızdaki duvarları, geçmişin inşa ettiği binaları ve hepimizin izlediği yolları sorgulamak demektir. Her kayboluş, bir yenilik, bir öğreniş, bir içsel özgürlük olabilir. Sonuçta, kaybolduğumuzda, belki de aslında gerçek benliğimizi keşfetmeye başlarız. Hatırlayın, tatil için gittiğiniz bir şehrin daracık sokaklarında gezinirken de aslında bir nevi kaybolmuş sayılmaz mıyız? Ama bu durum bize hiç kaygı vermez, çünkü o anı kaybolma olarak değil, keşif olarak değerlendiririz ve hatta bundan keyif alırız. İlk defa gittiğimiz o sokağın köşesinde karşımıza çıkan kurabiye dükkânı bizim özel yerimiz olmaz mı?

Ve şimdi, bir adım geri atıp diğer insanlara bakalım. Eğer biz kayboluyorsak, başkalarının da kaybolmuş olabileceğini anlamak, diğerlerinin kaybolmuş olabileceğini fark etmek, onlara karşı daha şefkatli, daha anlayışlı olmamıza sebep olamaz mı?  E o zaman tüm neşemizle ve merakımızla kaybolalım ve izin verelim kendimize dair yapmakta olduğumuz keşifler kutlansın kafalarımızın ışıltılı kıvrımlarında..


©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

Onur Uçak Türer, Prof. Dr.
1978 Ankara doğumlu Onur Uçak Türer, 1999 yılında Ankara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nden mezun olmuş ve 2004 yılında aynı üniversitenin Periodontoloji Anabilim Dalı’nda doktorasını tamamlamıştır. 2005 yılında Çukurova Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nde akademik kariyerine başlamış olup 2014 yılında Profesör unvanını almıştır. Bu unvanı, 36 yaşında Türkiye’deki en genç profesörlerden biri olarak kazanmıştır. Prof. Dr. Uçak Türer’in uzmanlık alanı diş eti hastalıkları ve cerrahisi olup, özellikle diş eti çekilmeleri ve cerrahi tedavi yöntemlerine yönelik araştırmalar yapmaktadır. Bu alanda uluslararası arenada kabul görmüş 60’dan fazla yayını bulunmaktadır. Ayrıca, alanında dünya çapında en prestijli kaynaklardan biri olan Newman and Carranza's Clinical Periodontology kitabının "Atlas of Periodontal Diseases" bölümünün yazarları arasındadır. Akademik çalışmaları dışında, Çukurova Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nde uzun yıllardır "Hasta ve Sağlık Çalışanı Hakları Komisyon Başkanlığı" ve "Klinik Bilimler Bölüm Başkanlığı" görevlerini yürütmektedir. Kişisel gelişime ve zihinsel farkındalığa duyduğu ilgiyle, Thetahealing alanında Uluslararası Master eğitmen ünvanı almış olup, Mindfulness Temelli Stres Azaltma (MBSR) ve Mindfulness Temelli Şefkatli Yaşam (MBCL) Programlarında Uluslararası Mindfulness Eğitmeni olarak yetkinliğe sahiptir. 2021 yılından beri Çukurova Üniversitesi'nde mindfulness ve öz-şefkat temelli dersler vermektedir. 2023 yılında gerçekleştirdiği mindfulness meditasyonunun anksiyete üzerindeki etkilerini incelediği çalışması, dünyaca ünlü Nature dergisinde yayımlanma başarısı göstermiştir.