Doğuştan nurlu ruhlardan Serda Kranda Kapucuoğlu, bundan epey önce bana “hüsn-ü zan” ile “sû-i zan” konusunda bir yazı yazsan ne güzel olur” demişti.
Her yazı vaktini bekler sözünü bilirdim de bende zaman hep hızla ileri akardı. Bir yazı mı yazılacak bilgisayar başına oturur oturmaz yazılar dökülürdü ya da ben öyle sanırdım. Ta ki içinde bulunduğum şu döneme kadar. Yazı, ilham bir su enerjisidir, daha doğrusu yazı için hava elementi gerekse de yazı yazmak su ilhamla çok yakından ilgilidir. Akışla yazmaya alışkınım ben. Satürn Balık, -içinde bulunduğumuz zaman- sürecinde sular kesildi biraz. Malum Satürn bu, vurduğu yeri daraltır, kapatır, sıkıştırır, gerçi bu kabız hali mutlaka bir nedenle, sonu hayra varacak bir öğretim sürecidir ancak pek de lay lay lom diyemeyiz kendisine. Büyük Öğretmen, Kronos, zamanın efendisi Satürn, haritanı hani o Al Pacino’nun dünyaca ün kazandığı “Scarface” filmindeki o ünlü sahnede yaptığı üzere bitimsiz gibi görünen makineli tüfekle tarıyorken içe çekilme, uzlet, hasret günleri oluyor. İnşirah zamanı, yani “her zorluktaki kolaylığı” görmeyi öğrendiğim bir zaman işte.
“Zül celâli vel ikram, önce zorluk sonra kolaylık demek.”
Bilgi, ağır ağır -Satürn yaşlı ve ağır bir gezegendir- aşağıya inerken, suyun her damlasının damlamasını beklerken ve aslında Satürn’ün bir “sabır” esması olduğunu da anladığında damlaya damlaya göl olmasını bekliyorsun. Anlamadan, idrak etmeden, sabrı öğrenmeden yazamasın dediler. İyice anla dediler, yazamadın. Şimdi, kısmetse idrak ettiğim kadarını yazabilmeye çalışayım.
ACELE, ŞEYTANIN HİLESİDİR
Öncelikle sevgili Hayat Nur Artıran hanımefendinin kaleme aldığı, defalarca baskı yapan bir kitaptan bahsetmek istiyorum bu yazıda genişçe. Mesnevi Sohbetleri’ni açıklamayla kaleme almış müthiş bir kitap bu. Adı: Aşk Bir Davaya Benzer. Nice zaman önce, 2018 yılında alıp, kendisine imzalatmışım da vakti şimdi gelmiş okumaya başlamışım. Bak nasıl damlıyor. Demleniyor.
“Acele şeytanın hilesidir.” der Mesnevi’nin bir yerinde. Modern zamanlar, bize ne kadar acele o derece iyi kavramını öylesine yerleştirdi ki çay bile demlemez olduk. Sanki her şeyin acelesi güzeldi, sanki o bitince hemen öteki başlamalıydı, kahve telvelenmeden, yemek helmelenmeden yedik. Yedik, içtik doymadık. Daha daha dedik, acele uykular uyuduk, acele yogalar bile yaptık, hızlı toplantılar, koşturmalar filan… Aslında hiçbir zaman hiçbir yere kaçmayan bir zamanı yakalama oyunundaydık. Deadline yani ölü çizgi meselesini iyi bilirim. Aslında yıllarca mesleğim gereği o ölü çizgide dolandım, dolaştırdım. Çünkü gazetecilik hep zamanla yarışmaktı ya da ben öyle sanıyordum. Muhtemelen zaman bu konuda bana çok gülmüştür.
Peride Celal’in aynı adlı eserinden Başar Başaran’ın senaryolaştırdığı, geçtiğimiz yıl yayınlananGecenin Ucundadizisinde duyduğum bir replik, ne kadar güzel anlatıyordu aslında meseleyi. Diyordu ki orada: “Bir adam gideceği yere tam zamanında varır.” Bu müthiş cümle, gayet sıradan bir sahnede, yavan bir şekilde geçerken ruhumda dolunay gibi parlamıştı. O kadar anlamıydı ki… Gideceği yere varmasının bir zamanı vardı. Biz onu bilmesek de zaman onu biliyordu. Eğer pür telaş koşarak gitti ve erken vardıysa zamanı tam o zaman, eğer aheste, engellerle gecikmiş, zor ve geç gittiyse zamanı yine o zamandır, demek istiyordu.
Oysa kitlesel medya, ucunu Kaf dağlarına kaçırmış bir hız atına binse de ve bizi buna inandırsa da durum değişmiyordu. Ama biz, değişti sanıyorduk. Görecelilik teorisi ne müthiş bir gizemdir var ya…
NEDİR SU-İ ZAN VE HÜSN-Ü ZAN?
Gelelim yeniden esas meseleye. Yani, Hüsn-ü zan ve sui-zan meslesine… Müsaadenizle bu konuyu Hayat Nur Artıran’ın kitabından aldığım alıntılarla anlatayım. Çünkü ben daha iyisini yazamazdım. Buhari’den aktarılan bir hadiste şöyle dendiği söylenir:
“Ben kulumun bana olan zannı üzereyim. O beni zikrettiği (andığı, hatırladığı) zaman onunla beraberim. O beni kendi nefsinde (kendi kendine) zikrederse, ben onu kendi nefsimde zikrederim. O beni bir toplulukta zikrederse, ben onu ondan daha hayırlı bir toplulukta zikrederim. O bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana bir kulaç yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak gelirim.”
(Buhari 8/171, Müslim 4 /2061)
Yani zan meselesi ne kadar önemli görüyor musunuz? Tekrar Aşk Bir Davaya Benzer kitabına dönersek o kadar iyi açıklıyor ki zan’ın muhtevasının önemini. “Divan-ı Kebir cilt 3, 1159’da diyor ki: “Aslında insanın aradığı her şey, her şekil, her suret sadece bir düşünceden meydana gelir.” Ve devam ediyor 1170’de “O nedenle, iyi güzel şeylerden başka bir şey düşünme! Çünkü düşünce suret dokumasının ipliğidir.” Yani düşünce diyor, biçimi ve görünüşü dokur, örer.
Hayat Nur Hanım daha sonra şöyle devam ediyor kitapta:
“Güzel veya çirkin olan düşüncelerimiz fiilleri, filler de çeşitli suretleri meydana getiriyor. Kendi ellerimizle var ettiğimiz bu suretler de zaman içinde tüm hayatımız üzerinde egemen oluyor. Biraz daha açık söylemek gerekirse düşünce ipliğimizle kumaş dokuyup, sonra da onu kendi ellerimizle dikip giydiriyoruz.” Ne müthiş değil mi!
Şöyle aktarıyor devamında:
“Beden topraktan yaratılmıştır. Düşünceler de tohum gibidir. Ne ekersen onu biçersin”.
Ama beni asıl vuran cümlelere geliyorum şimdi. Sıkı durun uçuşa geçiyoruz:
“Olumsuz ve negatif düşünmemek kadar, günlük sıradan konuşmalarda ifade edilen kelimelerin seçimine bile azami dikkat gösterilmiştir. Bu durum Mevleviliğin yaşam biçimi haline gelmiştir. Örneğin;
Kapıyı pencereyi kapat yerine, sırla
Ocağı ve ateşi yak yerine, uyandır
Söndür yerine, dinlendir
Kes yerine, tığla
Bitmiş olan bir şeye bitti kalmadı yerine, Hakk getire
Düşersin yerine, düşmeyesin
Dökersin yerine, dökmeyesin
Öldü yerine, Hakk’a yürüdü“
İfadelerinin kullanılması tercih edilir. Çünkü kapat, söndür, yak, kes, bitti, dökersin, düşersin, öldü gibi kelimelerde gizli bir negatif düşünce vardır. Maksat hiçbir şekilde negatif kelime kullanmamak, her an pozitif düşünüp, pozitif konuşmaya dikkat etmektir. Günümüz deyişiyle pozitif ve negatif düşünceler İslami literatürde her daim varolmuş, “hüsn-ü zann, iyi güzel düşünce, ‘su-i zann’ fena kötü düşünce olarak dile getirilmiştir.”
“Kişinin himmeti denlû olubdur rütbesi için, yürü halk içre ol, cûyende-i âli merâtip”
Yine kitaptan devam ediyorum.
Hazreti Ali’nin yukarıdaki beyitleri 1700’lü yıllarda yaşayan Müstekimzade Süleyman Efendi tarafından şöyle şerh edilmiş, Aşk Bir Davaya Benzer kitabından alıntıyla yine:
“İnsan kendisini hangi yer ve makamda görmek isterse Allah ona o makamı ve yeri verir. Ona istediği şekilde tecelli eder. Eğer nefs, yüksek kıymetli şeylerin peşinde olursa onu bulur. Eğer kötülük peşinde ise onu da bulur. Sen halk içinde yüksek mertebeler peşinde ol ki onu elde edesin. Ancak bu mısrada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. Yüksek mertebeden bizlerin ne anladığı oldukça önemlidir.”
Evet Mevlevilikteki hüsn-ü zann açıklamaları bana göre olayı o kadar güzel açıklıyor ki başka söze hacet var mı bilemiyorum. Bu güzel bilgileri yeniden yorumlayan Hayat Nur Artıran hanımefendiye, onları ilk yazanlara, söyleyenlere ve elbette yazdırana söyletene hamdlar şükürler olsun.
Son olarak bu yazıyı Şeyh Galip’le bitirmek uygun düşer:
“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.” (Şeyh Galip, 1757-1799)
(Ey insan evladı! Kendine saygıyla/hürmetle yaklaş çünkü sen kâinatta yaratılmışların özü/göz bebeği olan insansın.)
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.