İÇİMDEKİ ÇOCUĞU İYİLEŞTİRMEK İÇİN KAÇ KÖY GEREKİR?
Farkındalık

İçimdeki çocuğu iyileştirmek için kaç köy gerekir?

Bir çocuğu büyütmek için bir köy gerekir.

Afrika Atasözü

Bu sözün hakkını Mayıs 2024’ten beri daha çok verdiğim bir sürecin içindeyim. Ve süreç bana şöyle bir soru sordurdu: Peki ya kendi içimizdeki çocuğu?  Nicedir yüksek lisans programlarına bakıyorum. Türkiye’de ve dünyada özellikle “kişisel gelişim” ve “tamamlayıcı tıbbın” şarlatanlığa varan örneklerine rastladıkça, Klinik Psikoloji yüksek lisansı yaparak 2012 yılından beri bolca alın teri ve göz yaşı dökerek takım çantama eklediğim nice eğitim ve diplomayı bir bilim çatısı altında bambaşka bir seviyeye taşımak ve taçlandırmak istiyordum. 

Nisan ayının başlarında, sabah beş sıralarında gözümü açtığımda hala rüyamda Tottenham Court Road Durağı’nda indiğim trenin sesi kulaklarımdaydı. Durakta bir grup insan, “Seni bekliyoruz, geç kalma!” diye pankartlar kaldırıyorlardı.  Güneşin ilk ışıkları bilgisayarıma vururken, kafama koyduğum ve o zamanlar tatlı bir “hayal” gibi görünen iki ayrı üniversitenin ismini arama motorlarına girmiştim bile.  Yüksek lisans programlarını araştırırken hissettiğim korkuyla karışık heyecanı hala hissediyorum. Heyecanımı gölgeleyen zihnimin gümbür gümbür bağıran soruları… “Çıldırdın mı sen? Dünyanın en iyi üniversitelerinden ikisi seni kabul eder mi?” “Hadi kabul ettiler, dünyanın parası, nasıl ödeyeceksin?” “Hadi ödedin, çocukları nasıl bırakacaksın?” “Hadi bıraktın, onca sorumluluğun olan danışanlarını, çalışmalarını nasıl organize edeceksin?” “Hadi danışanları ve çalışmalarını düzene koydun, bunca yıldır yaptığın tamamlayıcı tıp üzerindeki araştırmalarını, katıldığın eğitimleri, çalışmalarını nasıl kabul ettireceksin?” “Queen Mary & UCL açtı sana kollarını seni bekliyorlar çünkü!”  Ve susmayan zihnime eşlik eden, rüyamda gördüklerimin sesleri: Neredesin? Seni bekliyoruz! Geç kalma!” 

Müjdeli Haber ve Kurşunlar

Londra’nın yedi kat altında bir metro istasyonu ve mavi logosuyla büyük puntolarla yazılı Tottenham Court Road tabelası… Üç gün içinde sadece çocuklarımın babasını haberdar ederek yaptığım bir başvuru, belki de hayatımın en büyük çılgınlığı… O da nasılsa kabul edilmez diye düşünmüş olacak ki “Sen başvur da çocukları bir şekilde organize ederiz” gibi çok da oralı olmadığını hissettiğim bir cevap verdi. 18 Mayıs sabahı, doğum günüme bir gün kala, yine sabahın ilk ışıklarıyla, mail kutucuğuma düşen bir e-posta: “Tebrikler! Şartsız Kabul & Davet!”Şartsız… “Sevgili Pınar, başvurunuzu inceledik. Çalışmalarınız oldukça ilgimizi çekti. Sizi aramızda görmekten onur duyacağız.”  Kaç kez okuduktan sonra, çığlık attığımı hatırlamıyorum ama evin içinde bir çocuk gibi koşup zıplamama ve çığlıklarıma telaşlanan konu komşunun yüz ifadesini unutamıyorum. 

Yine aynı naiflik ve heyecanla, çocukların babasını aradım ve kendimce “müjde” değeri taşıyan haberi paylaştım. Bir süre sessiz kaldıktan sonra, içimi ürperten tok sesiyle şöyle dedi: “Anlaşıldı. Çocuklar Estonya’ya taşınıyor!” Çocuklar Estonya’ya ta-şı-nı-yor. Çocuklar Estonya’ya ta-şı-nı-yor. Çocuklar Estonya’ya ta-şı… Cümlenin ağırlığından mı yoksa salisesinde heyecanımın yerini layıkıyla alan şoktan mı bilmiyorum diğer söylediklerini ara ara seçebiliyordum: “Nasıl bu kadar bencil olabiliyorsun?” “Çocuklar sen gittikten sonra ne hale gelecek hiç mi düşünmüyorsun?” “Otizmli oğlumuzu bakıcıların eline bırakmayı düşünmüyorsun herhalde?” “Bir üniversite okudun zaten, üzerine tonla eğitim aldın, yıllar sonra bir üniversite eğitimini daha bütçelemek kolay mı sanıyorsun?”

Mayıstan ağustosa geçen üç ayda, o gün kulağımdan girip kalbimden çıkan kurşunlar bugünkü kadar acıtmıyorsa, tek sebebi işte o muhteşem soru: İçimdeki yaralı çocuğu iyileştirmek için kaç köy gerekir?Bugün, çocuklarımın babasına kızmıyorum. Bir baba olarak çocukları için en iyisini, en doğrusunu ve en güvenli olanı sağlama çabasını ve korkusunu anlıyorum. Canım yandı, evet. Ancak, gerçekten canımı yakan o değildi. 

Sen Bir Kızsın

14 yaşındaydım TÜBİTAK yarışmasına hazırlanırken. “Bu çocuk bilim insanı olmazsa başımı keserim” demişti fen bilimleri öğretmenim babama. Her çocuk gibi ben de büyüyünce ne olacağımı düşünüyor ve düşlüyordum. Alsancak’ta Talatpaşa Bulvarı’ndan arabayla eve doğru giderken tabelaları okuyordum. Prof. Dr …Klinik Psikolog…Uzman Dr., Psikiyatri Prof. Dr., Çocuk Psikiyatri… “Buldum baba!” dedim heyecanla. “Buldum, ben psikiyatrist olacağım.” 

Alaycı bir ses tonuyla güldü babam ve dedi ki “Saçmalama kızım! O muayenehaneler ne kadar zor açılıyor, biliyor musun? Sen bir kızsın. Bir kız ilerisini düşünmeli, anne olacağını, çocuklarına vakit ayırması gerektiğini… Bak annen öğretmen, yaz tatilleri hep seninle. Öğretmen olabilirsin, belki Tülay Teyzen gibi bankacı olabilirsin. Ama senin sana muayenehane açacak zengin bir baban yok.” 

O günden sonra, bir ay içinde tüm matematik ve fen bilimleri puanlarım düşmüştü. Öğretmenlerim bendeki değişimi fark etmiş olacaklar ki annemi ve babamı tekrar tekrar okula toplantıya davet edip evde bir problem olup olmadığını anlamaya çalıştılar: “Pınar derse ruh gibi gelip gidiyor. Her şey yolunda mı?” Her şey yolunda değildi. O 14 yaşındaki kız hala o arabanın içinde, babasının hayalini onaylamayışının acısı içinde kıvranıyordu. 

Yıllar sonra çocuklarımın babasından duyduğum tüm yıkıcı sorular aslında içimdeki o yaralı çocuğun takılıp kaldığı sorularla bire bir aynıydı.  Hayallerimden yeniden vazgeçmek üzereydim. Okula nazikçe davetlerini geri çevirmek zorunda olduğumu bildirecektim, ancak elim bir türlü bilgisayarıma gitmiyordu. O sabah babam aradı, sesimdeki durgunluktan anlamış olacak ki, “Neyin var yavrum?” diye sordu.  Ağlayarak olan biteni anlattım, vazgeçtiğimi söyledim.  Ben ağlarken babamın yanına dünya güzeli eşi geldi, o da anlattıklarımı dinliyordu.  Babam, eşinin omzuna yerleştirdiği eli tuttu ve dedi ki: “Senin baban henüz ölmedi kızım! Ben daha ölmedim! Biz geliyoruz! Ben sana inanıyorum. Yapabileceğine inanıyorum. Yalnız değilsin! Üniversiteye derhal yüksek lisana katılacağının onay yazısını gönder!”

Söz Büyüdür ve Herkes İkinci Şansı Hak Eder

Don Miguel’in Dört Antlaşması’nın en birinci maddesi: Söz büyüdür.Hayatımın en kara büyücüsü babamdı. Yaşadığı tüm göç travmalarının, ihtilal acılarının, nice savaşın, kıtlık ve yokluğun aşındırdığı kalbiyle belki de hiç de farkında olmadan ve istemeden hayatta en çok sevdiği kızına sözleriyle büyü yapmıştı. Ve o kara büyüyü, duasıyla, şefkatiyle, sevgisiyle yine babam bozmuştu. Yaşam bize, babama ve bana bir şans daha vermişti. Çünkü hepimiz ikinci bir şansı hak ederiz.

Bugün, içimdeki çocuğu büyütmek için arkamda kocaman bir köyle Londra’ya doğru yola koyuluyorum. Çantam köy sakinlerinin sevgisi, duası ve desteği ile dolu. “Bizim kız” diye bahsediyorlar benden. Öylesine sıcak, öylesine samimi ve öylesine sihirli ki…

Ne dersiniz? Sizce Londra hazır mı, sizin kıza?

Sevgi ve şükranla…


©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

pinar-gogulan
Essex Üniversitesi mezunu. Kurumsal hayatın ardından psikolojiye ve biyolojiye olan hayranlığını Regresyon ve Recall Healing teknikleriyle taçlandırdı ve uluslararası platformdaki birikim ve deneyimlerini kaleme alarak farkındalık yaratmayı hedefliyor.