Çok isterdim ki kanallık falan yapan biri olayım, siz de sanasınız ki bu anlatacaklarım öte alemlerden gelen bir mesaj. Ama değil! Size Küçükyalı’dan sesleniyorum. Ancak bir kanal olmasam da bazı mesajlara kanal olmak hepimizin hakkı diye düşünüyorum ve kendi kendimin kanalı oluyorum; bir çeşit kendine kanallık. Kendine kanal olmayan, kimseye kanal olmazmış. (Bunu da ben uydurdum, çok zevkliymiş)
BÖLÜM 1: KISKANILIYORUM!
Özcan Deniz’in, koruma ordusuyla, Alaçatı sokaklarında hızlı hızlı yürüdüğü videoya rastladınız mı? Görenlerin çoğunda antipati uyandıran bu görüntüyü izleyince ben Özcan Deniz’i hemen anladım. Çünkü insan kendini kimden ve neyden koruyacağını bilemez sadece korumasını gerektiğini bilir. Nitekim aynı videoda bir genç hanımefendi, bu debdebeye karşı çıkarken şöyle bağırıyor, “Ne yapıcaz abi, yicez mi Özcan Deniz’i?” Yersiniz efendim yersiniz. Bizi de çok yediler, ısırılmış balık gibi yüzmeye devam ettik, hiç anlamadık.
Kurşunianlar Nazargenyenlere Karşı
Nasıl bir fantastik evrenin içinde yaşadığımızı hiç düşündünüz mü? Siz aslında kendi halinizde yaşayan birisiniz, haftada bir çocuklara kek pişiriyor, pankek sürprizleri yapıyor, gündüzleri herkes gibi çalışıyor akşamları da MasterChef izleyerek kâh gülüyor kâh sinirleniyorsunuz. Ne çok güzelsiniz ne çok zengin ne çok vauv bir haliniz var ama bir bakmışsınız sizin alanızda da Nazar canavarları, kırt kırt kırt enerji kemiren kıskanç kurtçuklar ve kuarkları tespih yapıp sallayan Drama Lamalar var… Allah allah diyorsunuz, ben ne alaka yani? Çok alaka dostlar, çok alaka.
Biraz Ciddiyet Lütfen
Artık neredeyse onlarsız cümle kuramadığımız kuantum bilgi alanı, aura ve benzeri enerji alanı temsilleri bağlamından baktığımızda hiçbir şey bizim düşündüğümüz kadar basit kalmıyor. Kek yapmakta kıskanılacak ne var denilebilir ama aslında kıskanılan kekiniz değildir, kek yapabilecek halde oluşunuzdur. Pankek de ne ki iki dakikalık iş değil mi, öyle tabii ama sizin çocuklarınızla olan muhabbetinizi kıskanırlar. Size göre herkes gibi akşama bilgisayar başında çalışmaktasınızdır, bunda ne vardır ama aslında işinizi zevkle yapışınızı, onda başarılı oluşunuzu kıskanırlar. “Yok artık MasterChef izlemek de kıskanılamaz” dersiniz oysa onlar akşamları karı koca aynı şeye bakıp eğlenebilme huzurunu kıskanırlar. Onların da bir sürü arkadaşı vardır, sizin ortamınızı kıskanırlar, onların da ağzı gülmeye uygun yaratılmıştır ama sizin kahkahanızı kıskanırlar, onların da tipi sizinki tıpkı sizin gibi muhteşem değildir tutar sizin muhteşem olamayışınızı kıskanırlar. Çünkü onlar, madde aleminden değillerdir onlar gerçekten mana aleminin fertleridirler.
Madde alemi ferdi olsalar, kek yapışınız onlara ilginç geldiğinde sizden ilham alıp kek yaparlar mesela. Ama diğerleri kalkıp kek falan yapmaz. İçi erir size bakarken ama işte yine de o keki yapası gelmez. “Kıskançlık başıboş dolaşan, sokaklarda sürten bir tutkudur, evde duramaz” der Bacon, öyledir. Kıskançlık insana kek yaptırmaz da tutar “kek yapıyormuş gibi yapmayı” yaptırır. Başka neler yaptırır, basit bir liste ile sıralayalım:
Kek yapıyormuş gibi yapayım.
- Ay millet nasıl da kek yapıyor ya, inanmıyorum.
- Şans işte, bize nasip olmuyor böyle şeyler.
- Biz istesek de kek yapamayız.
- Annem hiç kek yapmazdı, bak ben de onun yüzünden yapamıyorum.
- Kek hiç sevmezmiş gibi yapayım.
- Kek yapmak alaturka bir iptiladır.
- Kocası olmasaydı kek yapamazdı.
- Benim de öyle kocam olsa ben de kek yapardım.
- Ona kek işinde berbat olduğunu söyleyeyim.
- Ona hiçbir zaman bi’ Martha Stewart olamayacağını söyle
- Eskiden hep kek yaptığını artık sıkıldığını söyle
- “Aman ne var kek yapmakta” de ve onu küçümse
- “Kekin de fena değilmiş ama aslında biraz kuru gibi…” diyerek sahte bir övgü yap.
- Ona “Kekin sana göre olduğunu sanmıyorum” de ve sinsi bir gülümsemeyle ne kadar şişko olduğunu ima et.
- “Zaten herkes kek yapabilir, bunda büyük bir şey yok” diyerek onun hevesini kır.
- “Ben keke ayrıca brokoli suyu da eklerim, daha iyi kabartıyor” de ve ekle: “Tabii, herkesin damak tadı bu kadar sofistike olmayabilir, senin keklerin biraz sıradan kalıyor bu yüzden.”
- En iyisi gizli gizli kek yapmayı öğreneyim de ondan daha iyi olunca gidip bunun tadını çıkarayım.
- Amerika’ya gitmeliyim ve Martha Stewart ile arkadaş olmalıyım.
- Hemen bir kekçi açayım, böylece kek yapamasam da kek ustası gibi dolaşma hakkı bulur rahatça ahkam keserim.
- Kek yaparken sana yardım edeyim diyerek şuna bir yaklaşayım da kek yaparken yaptığı hataları keşfedeyim bu sayede bunları sağda solda anlatabilirim. En kötü kendi içimi rahatlatırım.
Daha neler neler… Bakınız sırf size açık açık anlatabilmek için ne kadar çok şey düşünmek zorunda kaldım, hangi kanallara gittim geldim, ellerimi negatife buladım. Ama olsun, değer. Bir deniz yıldızını dahi kurtarsam yeter.
Bölüm 2: KISKANIYORUM
Bütün Bunları Ben de Kendimden Biliyorum
Kim diyebilir ki benim kalbim bugüne dek hiç ama hiç kıskançlık ateşiyle kavrulmadı? Ben diyemem. Elbette kısandım, kıskanıyorum, kıskanacağım. Gabriel Garcia Marquez, Kolera Günlerinde Aşk’ta öyle harika bir şey söylüyor ki, şöyle diyor, “Yıllar boyu yaşamının dibinde birikmiş tortular, kıskançlık acısıyla yüzeye çıkmış, bir anda yaşlandırmıştı onu.”
Hatırlıyorum. Hepimiz ilkokul çağındaydık. Biz, o toplulukta ekonomik durumu diğerlerinden kötü olandık. Annemle babam elbette ellerinden geldiğince bizim için her şeyi yapıyorlardı ama bir nokta vardı, biz asla orada olamıyorduk. Pek çok çocukça ihtiyacımız, istek statüsündeydi ve çoğu zaman değerlendirmeye alınamıyordu. Bunlardan ilki ve en önemlisi Sindy bebeklerdi. Yaşı yetmeyenler bilemeyecektir ama Sindy bebekler bizim zamanımızın Barbie bebekleriydi. Tam ayırt edemiyorum belki ikisi de vardı da ben Sindy bebek istiyordum. Hiçbir vakit alamamıştık. O yaz, Şile’ye gitmiştik tatil için. Diyebilirsiniz ki tatile gidecek paranız vardı da bebek mi alamadınız, ah ailem çok şahsına münhasırdır, bilenler bilirler. Neyse uzatmayayım. Pek çok çocuğun şansı bir o kadar çocuğun da şanssızlığı olan sosyolojik olarak önemli bir dönemiydi Türkiye’nin. Biz Türkiye’de her şeyin tel maşa olanına mecburken bazılarımızın Almanya’da akrabaları olurdu ve o akrabalar bavullarla çikolata, oyuncak, kırtasiye malzemesi getirirdi buradaki yeğenlere, kuzenlere. Kötü haber şu ki bizimkiler arasında bir tek kişi dahi yoktu ki Almanya’ya gitsin çalışsın. Ah işte o yaz, arkadaşlarımızdan birinin bir şeyi Almanya’dan çikolatalar, bebekler getirmişti. O küçücük çocuk odasında toplaşmış kız çocuklarıydık, arkadaşım heves ve heyecanla Sindy bebeklerini çıkardı. Herhalde tüm çeşitlerinden getirilmişti. O kadar güzellerdi ki… O elbiseler, o saçlar, ayakkabılar… Kendimi nasıl kötü hissettiğimi hatırlıyorum. Öyle içerlemiştim ki.
“Benim hayallerini kurduğum Sindy, başka birine zahmetsizce verilmişti.”
Kıskançlıktan gözlerim dolmuştu. Halbuki ben çok uslu, çok akıllı, çok başarılı, çok yardımsever, çok iyiydim; birine bir Sindy verilecekse o ben olmalıydım. Onuruma yedirip bebeklerle oynamamıştım bile. Bu hikâyenin bir benzerini de çok yakın zaman sonra 100’lü suluboya takımında yaşayacaktım. O da çok güzel bir şeydi. Kat kat açılıp kapanıyordu. Benimse suluboyalarım en basitiydi. Belki 6’lı, belki 7’li. Başka tonlar elde etmek istediğimde kirleniyordu üstelik istediğim gibi renkleri yapamıyordum. 100’lü suluboyanın sahibi, o suluboya takımını neredeyse hiç kullanmadı. Benim olmamasına mı üzüleyim, onun bu takımın kıymetini bilip tadını çıkarmamasına mı… Kendimi dezavantajlı, başkalarının sahip olduğu şeyler karşısında üzülmüş hissettiğim; onların aslında o şeyleri hak etmediklerini ama benim çok hak ettiğimi düşündüğüm çok anım oldu. Yalan yok, hala da oluyor. Kıskançlık hala arada Alice’teki Cheshire kedisi gibi uçuşuyor içimde. Ah o kedi silinip gitsin diye neler yapıyorum bir bilseniz. Felaklar Naslar okuyorum, tövbeler ediyorum, nasip deyip imanlar tazeliyorum. Bir de gülüyorum fark edince, içimden kendime “Salak şey, bak bak nasıl da kıskandı,” diyorum.
Hep şükrederim yolumu süsleyen edebiyat ağaçlarına. Hikayelerden çok şey öğrendim. Hikayeler sayesinde çok şey gördüm. En önemlisi onlar sayesinde her şeyin herkese peşinen verilmediğini ama her şeyin herkes için mümkün olduğunu öğrendim. Ve dahası bir veren olduğu kadar bir de yapan (ben tabii ki) olduğunu öğrendim. Hikayeler beni, büyüyünce olmak isteyebileceğim birine dönüştürdü ve bu hala devam ediyor. Bu Sindy bebek ve suluboya hezimetinden yaklaşık 30 yıl sonra Şebnem Toker bir koçluk seansı ödevi olarak bana kocaman ve çok muhteşem bir suluboya aldırdı. Siparişi verirken bile ağladığımı hatırlıyorum. Ay şimdi de gözlerim doldu.
Kıskanılmak Çok Havalı ama Kıskanan Olmak?
İçimdeki kıskançlığı gördüğümde vallahi gülümsüyorum. O benim en iyi arkadaşlarımdan biri. Kıskançlığım bana eksiklerimi söyledi, öz arzularımı görmemi sağladı, bazen kendime şefkat göstermeme vesile oldu ve tüm bunlarla birlikte bana potansiyelimi hatırlattı, nerede olmak istediğimi görmemi sağladı, geliştirmem gereken yönlerime ışık tuttu. “Kalk kız, ne oturuyorsun daha perdeler asılacak” dedi mesela ya da “Karpuz kesmeyinen yürek soğumaz” dedi de beni eyleme teşvik etti. Bazen de öyle bir baktı ki gözlerime Cheshire kedim, bırakmayı fark ettim, vazgeçmeyi; bana göre olmayan şeyler için iç geçirmenin saçmalığını anladım. Ne yapsam savuşturamadığımda Cheshire kedimi, karşımdakini takdir etmeyi öğretti. Bükemediğim bileği, sahibini onurlandırarak öpmeyi öğretti.
Duygularımız dostlar, rasgele oralarda bitiveren ve temizlenmesi gereken ayrık otları değildir. Duygularımız, içimize saçılan ve bakım vermemiz gereken çam ağaçlarımız, vişne fidanlarımız, patates köklerimizdir. Onlar sökülüp atılmak için içimizde bitmezler, bilakis, özen gösterip ilmini alabilirsek, onların her biri bize birer mihmandar olur, bizi şehriyarın şehrinde gezdirirler…
Sevgili Arkadaşım Kıskançlık, bana kalbin kadar temiz bu sayfayı ayırdığın için teşekkür ederim!
Ey kıskananlar, kıskançlığınızı fark ettiğinizde gözlerinizi kıskançlık nesnesinden çekip kendinize doğrultun. Kıskandığım kişi veya durum, hangi eksikliğimi veya isteğimi gözler önüne seriyor; kıskançlık duyduğum şey, benim için gerçekten önemli mi; hangi yeteneklerimi geliştirmem gerekiyor, kendi başarısızlığımla ilişkim nasıl; kendi yolumu bulmak için neler yapabilirim, kıskançlık yerine hayranlık, merak veya ilham duygularını nasıl geliştirebilirim?
Nazar oklarınızı yaya sürmeden önce fark edin. Herman Hesse öyle iyi anlatıyor ki, hiçbir duyguyu küçümseme, değersiz bulma diyor, “İyidir, çok iyidir hepsi de nefret de haset de kıskançlık da zalimlik de. Zavallı, muhteşem duygularımızdan başka bir şeyden beslenmeyiz, haksızlık yaptığımız her duygu söndürdüğümüz bir yıldızdır.” Çok iyi değil mi?
İşte böyle dostlar. Gün gelir Özcan Deniz gibi kurşun döktürmek, aura güçlendirmek, çakraları dengelemek, Felak Nas okumak suretiyle kendimizi nazardan korumak zorunda kalırız, gün gelir bir başkasını kendi nazarımızdan korumaktır görevimiz. Zira, Özcan Deniz de biziz, korumaları da “Ne yapıcaz abi, yicez mi Özcan Deniz’i?” diyen de biziz; içinden “Ona hiçbir zaman bi’ Martha Stewart olamayacağını söyle” diyen de… Bütün çocuklar ama bütün çocuklar muhteşem kıyafetleri ve ayakkabılarıyla Sindy bebekleri hak eder, 100’lü suluboya takımını da… Sakatlığı olan zihniyetlerimizi iyileştirmeliyiz. Ben çareyi öz farkındalıkta ve kendime karşı dürüst olmakta buldum. Ha bir de sık sık kedimin başını okşayıp ama asla onun kuyruğuna basmamakta…
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.