Kitap

Aşkın ölümsüzlüğüne dair spiritüel bir roman

Nihan ile benim çok sevgili arkadaşım Şebnem Aybar vesilesiyle tanıştık. Aylarca romanı üzerinde çalıştık. Ben geliştirici editörlüğünü yaptım o da bir karınca belki de bir arı gibi titizlikle ve yeniden yeniden çalıştı dosyasının üzerinde. Kitap bitti. Araya pandemi girdi. Bir iki yıl da orada bekledik. Ve nihayetinde “Deniz’in Ormanı,” Doğan Solibri etiketiyle geçtiğimiz ay yayımlandı.

Deniz’in Ormanı, bir ilk roman. Reenkarnasyon, karma, organ nakli ve ilahi aşkı bir arada anlatıyor. Her ne kadar hikâyenin kahramanları 18 yaşındaki gençler olsa bile hikâyenin kendisinin bence bir yaşı yok. Kitap aşkı, dostluğu, insanın kendine inancını, inandığı şeye olan sarsılmaz inancını ve bunun nasıl da doğru olduğunu gözler önüne sererken beraberinde spiritüel dinamikler hakkında da pek çok şey söylüyor.

Nihan’la çalışırken hem tartışmalı hem anlaşmalı hem yapmalı hem bozup yeniden yapmalı çok ama çok çalıştığımız bir süreç geçirdik. Hatta “İki Deli” şarkısı bizim şarkımız olmuştu… Her yeni kararımızı bu şarkıyla taçlandırmıştık. Bu röportajı büyük bir gurur ve sevinçle yaptım. Aslında sayfalarca şey konuştuk ancak elbette buraya pek azını alabildim. Havaların ufaktan soğumaya başladığı bugünlerde, aynı zamanda harika bir kış romanı olan Deniz’in Ormanı’nı zevkle okuyacağınızı tahmin ediyorum.

Nihan Uycan Özen

“MEDİTASYONLARIMDA YAZIYLA İLGİLİ PEK ÇOK VİZYON GÖRDÜM.”

Nihancığım, önce tebrik edeyim seni. Seninle çalışmak çok güzeldi. Gördüğüm en çalışkan, en istikrarlı ve en tutkulu yazarlardan biriydin. Bu açıdan benim için de neyin mümkün olduğunu gördüğüm yazarlardan biriydin. Önce şunu söylemek istiyorum, Deniz’in Ormanı hikâye olarak sana nasıl geldi?

2015 yılında telefonuma bir not almışım. Ben böyle notlar alırım, ilhamlandığım zaman. Ama tabii hâlâ kurumsalda devam ettiğim zamanlar bunlar; yani yazarlık mazarlık yok. Reenkarnasyon öğeleriyle süslenmiş fantastik kurgu denilebilecek bir roman demişim, ana fikri not olarak almışım. Ben zaten bu tarz paranormal, spiritüel veya ruhu maneviyatı anlamaya yönelik yayınları okuyan bir insandım. Hep öyleydim, çocukluktan itibaren böyle bir şeylere aymış olabilirim, okuduğum bir şeylerden muhakkak ilhamlanmışımdır. O notu almışım ben. Sonrasında sen de biliyorsun. 2016’nın Aralık ayında romanı yazmaya başladım. Burada isimlerini zikretmek isterim, Yeşim Cimcoz Yazıevi vardı ve çok insana da kapı açtı. Orada senin de çok sevdiğin ortak arkadaşımız Şebnem Aybar… Romanın ismini koydu ve ilk defa biri bana roman yazabileceğim fikrini verdi.

Yazı da çalıştın… Dersler aldığını hatırlıyorum.

Koçluk eğitimleri alırken kendi hayat amacımla buluştuğum vizyonlar görmeye başlamıştım. Onlarda yazmakla ilgili bir şeyler beni böyle çok derinden dürttüğünde “yazmak zorundayım” diye hissettim. Bunu yapmazsam öleceğim herhalde gibi bir his geldi. Hani hep derler ya bunu yazmazsam öleceğim dediğin bir şey varsa onun romanını yazmalısın falan gibi. Bana da o duygu geldi. Dersler almaya başladım. Yazıya girişler, öyküye girişler, bir sürü atölye. Yani o 2015’le 2016 arasında bu işe zaman ayırdım. 2016’da roman atölyesinde Şebnem Aybar ile tanıştım. O çok rahat bir insandır ve bir insanın eğer çok isterse her şeyi yapabileceğine inanır. O cesareti aldıktan sonra ben de küçük küçük başladım kimselere söylemeden. Kendi kendime yazmaya başladım. Fikir vardı, başı vardı. Sonu bir şekilde, az da olsa belliydi. İki yıl bile olmadan sanırım yazımını bitirdim. Aralar da verdim tabii, iki tane küçük çocuğum var ve o zaman daha da küçüktüler. Ve onlarla yaz tatilleri, kurumsaldan ayrılma sürecim… Ben bir şekilde romanı bitirdim.

Aklımıza harika bir fikir geldiğinde bir göbeğimiz hoplar ya böyle, sen onu hissettin mi Deniz’in Ormanı fikri geldiğinde?

Şöyle ki ilk anda ben bunu çok hissetmemiştim yalan söylemeyim ama o telefona yazan Nihan bir gün onun bir şey olması umuduyla yazmış ki Şebnem o atölyede roman fikriniz var mı diye sorunca her birimize ilk bu hikâye geldi. Romanı yazılsa ne harika olur, bu fikir görünür olmak istiyor, bu fikir bilinir olmak istiyor ve benim aracılığımla olmak istiyor diye acayip bir heyecan duydum. Korktum da çünkü o zamana kadar küçük hikâyeler yazmıştım, bir şeyler denemiştim o atölyelerde, öğrendiğim teknikler vardı. Yazma konusunda da fena değildim hani ama roman başlı başına bir şey ve zorlukları var. Yani roman yazmak benim gözümde çok büyük bir yerdeydi. Ben bu işi kotarabilir miyim, yapabilir miyim korkularım vardı. Bu fikri anlattığımda hiç unutmuyorum Şebnem “Bunu yapabilsen muhteşem bir şey olur,” demişti. İlk roman için çok zor bir şey seçmiştim. Çok sayıda karakter var, iki farklı zaman üç ayrı mekân falan var. Ben böyle mühendis kafasıyla bunlara girince Şebnem bir anda abandone oldu. “Çok iyiymiş ama yapabilir misin ben de bilmiyorum ve dahi yaparsan, muhteşem olur,” dediğini hatırlıyorum. 2016’nın sonlarıydı.

“AŞKIN FARKLI SEVİYELERİ VAR”

Peki, bana sordular, ben de sana sorayım. Aşkı ve onun zamanlar, mekânlar ve yaşamlar ötesi hâlini anlatan bir yazar olarak sence aşk nedir?

Çok güzel bir giriş yaptın. Zamanlar, mekanlar ötesi olarak anlattın ve ben de onu gerçekten bu derece her şeyin üzerinde ve varoluşsal bir yerden bakarak tanımlıyorum. Aşk bence gerçekten ilahi ve her birimizin yaratıldığı yapı taşı. Çünkü bu evrende biliyorsun iki tane temel enerji formu var; sevgi ve korku. Korku zaten çok düşük frekanslı ve bütün bu negatif eğilimli dediğimiz duyguların kökeninde olan enerji. Sevgiyse bana göre yaratıcının özü, dolayısıyla da evrenin özü, her birimizin özü. Hani o çok klişe bulunan ve komik gelen “sevgi içimizde” söylemi var ya evet, aynen öyle. Gerçekten de biz sevgiden yaratıldık. Büyük bir enerjiden, sevgi kaynağından geldik buralara. O yüzden aşkı bence her şeyde görebilmek meziyet. Ben aşkı iki insan arasındaki tutkulu bir ilişki olarak asla tanımlamıyorum yani o çok başlangıç seviyesi olur. Aşkın farklı seviyeleri var. Yani bir küçük çocuğun annesine duyduğu da aşk. İki tane insanın bir dişi bir eril enerjinin birbiriyle buluştuğu zaman yaşanan şey de aşk. Ama bir insanın bir ağaçla yaşadığı şey de aşk. O kadar evrenin özüne dair olan bir şey ki o enerjiyle bağlanmayı gerektiriyor. Benim için aşk böyle, biraz ulvi biraz herkeste olan ve bu enerjiyle bağlantıya geçtiğinde o birlik dediğimiz kavrama yaklaşabileceği bir şey. Böyle olduğunu anlatabilmek istedim.

REENKARNASYON VE AŞKIN ÖLÜMSÜZLÜĞÜ

Romanda Deniz’in, geçmiş yaşamlarından birinde hazin bir biçimde ve cinayet sebebiyle ayrılmak zorunda kaldığı Julia’yla bugünkü yaşamında, yani reel zamanımızda yeniden temas kurması üzerinden gelişen olayları anlatıyorsun. Deniz, psişik yetenekleri gelişmiş, yaşına göre çok olgun bir ruh. Ölerek ayrılan bu iki ruh yine ölerek yeniden buluşuyor. Organ nakli ile Deniz’in geçmiş yaşamındaki aşkı Julia’yı yeniden bugüne taşımış oluyoruz. Böyle şeylere inanıyor musun?

Ben hayatım boyunca böyle şeyler okudum zaten. Hani biz çok küçükken bir program vardı, Saadettin Teksoy. Böyle şeyleri bulur ve yayınlardı. Dünya dışı varlıklar, evrenin ötesi falan küçüklüğümden beri ilgimi çeker. Herkesin evinde dünya klasikleri falan olurdu ve benim dünya klasiklerim 2. 3. sınıfta bitmişti. Ben artık Ufolar, 46. Bölge falan okuyordum; oralardaydım yani anlatabiliyor muyum? Zihinsel olarak çekildiğim alanlar çok daha farklı. Buranın dışında şeyler. Zaten beni dünya yaşamı da zorluyor, uzaylı der arkadaşlarım bana. O yüzden inanıyor musun demek ne demek! Tabii ki inanıyorum. Ama şunu da söylemek isterim: Bir şey bilimsel olarak kanıtlanana kadar tabii ki tezdir, antitezi de vardır. Ben insanları araştırmaya ve sorgulamaya sevk etmek isterim çünkü klişelerin içinde yaşıyoruz. O kadar sınırlı bir algı düzeyindeyiz ki evrende şu an tanımlanmış 13 tane boyut var. Yani 13 varoluşun nasıl olduğunu düşünmeye çalışmak bile benim her hücremi heyecanlandırıyor, anlatabiliyor muyum? Mesela şimdi bana soruyorlar ikinci romanı ne zaman yazacaksın, neyle ilgili yazacaksın diye. Ben herhâlde sanıyorum hep böyle şeyler yazacağım.

“İNSANLARA BİRLİK ANLAYIŞINI ÖZÜMSETMEK İSTİYORUM”

Senin yaşam temaların da böyle başlıklardan oluşuyor bir yandan…

Benim en temel meselem, içinde yaşadığımız toplumun bilinç seviyesini yeterli bulamamak. İnsanlık olarak, bu kadar alınamamış dersler olması beni çok üzüyor, hayal kırıklığına uğratıyor ve birilerinin de bazı konularda umut veren tarafta olması gerektiğini düşünüyorum. O umut artık maneviyatta mı bulunur yoksa okuyarak, zihinleri geliştirerek mi olur bilemiyorum. Benim hizmetim manevi tarafta, insanlara birlik anlayışını özümsetmek, hatırlatmak… Ölene kadar da böyle işlerle uğraşmayı düşünüyorum. Yazdıklarımla, anlattıklarımla, kurduğum sosyal girişimle… Bu beni heyecanlandırıyor, içimi anlamla dolduruyor ve daha iyi bir dünyanın, cennet gibi bir varoluşun varlığını düşlemek bile gerçekten iyi hissettiriyor. Bilmiyorum. Yani böyle bir şeyin mümkün olduğunu düşünmek kime iyi hissettirmez ki?

Nihan bu dediğin dünya hâliyle de alakalı olan bir şey değil mi? Yani sadece Türkiye ile ilgili değil…

Tabii. Türkiye demiyorum zaten, insanlık ailesinden bahsediyorum. İnsanlık ailesi olarak içinde bulunduğumuz toplumsal bilinci nasıl beğenebiliriz ki? Kendimizden başka canlı yokmuşçasına yaşıyoruz bu gezegende. Hayvanların yaşam hakkına izin vermiyoruz. Her şey bizim için dizayn edilmiş, biz buranın hükümdarıymışız gibi, her şeyi yağmalamak, yıkıp yok etmekle yükümlüymüşüz gibi yaşıyoruz. Halbuki biz doğayla biriz. Bu derin bağları tekrar hatırlamamız lazım. Bizim tekrar, o kutsal varoluşu sevebilmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Seninle üstünde çok konuştuğumuz bir şeydi. Romanında bir tane şarkı geçiyor. O şarkıyla Fazıl Say ve Serenad Bağcan’ın “İnsan İnsan” şarkılarının eş titreştiklerini düşünüyorum. Gerçekten özel anlamları olan bir metin var orada, müziği duyamıyoruz tabii roman söz konusu olduğu için.

Romanın yazıldığı ilk aylarda beste bana tamamen bütün halinde indi. Şarkı bana müziğiyle sözüyle her şeyiyle geldi. Fazıl Say ve Serenad Bağcan’ı kitabı yazarken binlerce defa dinlemiş olabilirim çünkü öz anlamlarıyla çok titreştim, kafa olarak çok yükseldim ve bunu birilerine söylettim. İnşallah bu konuyla ilgili de yollarımız açılır.

Nihan Uycan Özen – Deniz’in Ormanı

Deniz’in Ormanı bence iyi kotarılmış bir ilk roman. Öte yandan en başta da söylediğim gibi üzerinde çalışma konusundaki sabrın ve emeğin de bence çok takdire şayan ve örnek olması gereken bir konu.

Evet doğru. Yani 2018’de sana geldiğimde mesela büyük oranda hikâye aynıydı ama işte senin dediğin yer kıymetli… Seninle yaptığımız çalışmada akışın yapılandırması, daha kolay okunur hâle getirilmesi, sıralanması falan çok önemliydi. Biliyorsun sana atıflarım var okumuşsundur, ayaklarımı yere bastıranım, rasyonalitenin sesi diye çünkü benim kafam uçmaya çok eğilimli gerçekten.

Ben o kısımları çerçeveletip duvara asmayı düşünüyorum çünkü evdekilere “Bu ailenin beyni benim,” dediğimde gülüyorlar.

Doğru doğru. Yani gerçekten herkesin işi o kadar kıymetli ki yani bu kitap işi tek başına bir iş asla değil. Herkes yazdığını meydana çıkartıp da okuyucuya sunsaydı zaten sanat manat gibi bir şey de olmazdı.

Diğer yandan ismini anmak istediğim biri daha var ki Aycan Aşkım Saroğlu. Kitabımı Doğan Solibri’ye verdikten sonra bilhassa istedim, dosyamı Aycan’ın çalışmasını. Aycan da bana dille ilgili çok güzel bir dinamik verdi. O da okurken o çapak gibi olan, okumayı zorlaştıran, ahengi bozan, tempoyu düşüren yerleri çok güzel düzeltti. Birlikte dans eder gibi çalıştık.

Sence kitabını kimler okumalı Nihan? Kimler bu hikâyeden daha çok zevk alır?

Ya senle bunu hep konuştuk, esas okuru belirlemekte de zorlandık bir dönem, biliyorsun. Şu an kimler okuyor kısmından başlayayım ben, kimlerin okumasını istiyorum ayrı bir konu çünkü. Beni insan olarak tanıyan, eşim, dostum, sevenim, tanıdığım falan bu insanlar çok coşkuyla okuyorlar ve bu beni çok mutlu ediyor. Sanırım benden de böyle bir şey beklemiyorlarmış. O yüzden gelen geri bildirimler çok çok güzel, hepsine ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Ama ben kimlerin okumasını istiyorum kısmına gelirsek beni 16-25 yaş aralığında, özellikle spiritüellik, maneviyat konusunda zorlanan, yaşadığı şeyleri anlamlandırmak ve bir yerlere oturtmak konusunda zorluklar yaşayan, kendi ebeveynleriyle anlaşma veya bu şeyleri anlatma konusunda zorluklar yaşayan gençlerin okumasını çok isterim. 16-25 yaş arası okurlar, onların ebeveynleri ve bu yaş grubu çocuğu olan ebeveynler okuduğunda da çok mutlu oluyorlar. Maneviyatı, spiritüelliği düşünen, tekamülle ilgilenen herkes okusun inşallah.

Ne güzel oldu seninle bunu konuşmak! Şimdi bu söylediğin şey de senin hikâyene yukarıdan bakmakla ilgili bir kere daha düşündürdü beni. İçinde gezindiğin kavramların yaşamla çok barıştırıcı olduğunu ben de bir kere daha söylemek isterim. Ölüm gibi sarsıcı gerçeklikler, evlat acısı, senin çocuğunun kalbini taşıyan bir kızla karşılaşıp bir de üstüne onunla yakınlaşma gibi son derece sarsıcı gerçeklikler var içerde. Evladını bir başkasında seviyormuş gibi olabilmen yani organ nakli konusuna yine aynı şekilde çok temiz bir yerden verdiğin, yeni bir bakış açısı ürettiğin temalardan… Ya da bir aşkın reddedilmesi nasıl karşılanır, bunu el alış biçimindeki saygı ve yumuşaklık…  Hatırlayınca yine tüylerim diken diken oldu.

O sahneler zaten en sevdiğimiz, en ağladığımız yerlerdi hatırlarsan. Ben ağlaya ağlaya yazdım, sen ağlaya ağlaya okudun. Hep aynı yerlere aynı tepkiler verildi.

“HERKES KENDİ KENDİNİN ANTAGONİSTİ VE HERKES KENDİ HİKÂYESİNİN KAHRAMANI.”

Bu bağlamda Deniz’in Ormanı’nın çok barışçıl bir hikâye olduğunu söyleyebiliriz. Kavramsal boyutta dünyayı etkileyen temel başlıkların yeniden tanımlanması ve yeni bir şekilde ifade edilmesi açısından bence çok güzel bir kaynak. Öte yandan bence yaşamın içinde başka neler mümkün olabilir, sorusuyla ilgili düşünmeyi seven herkes için çok tatlı bir deneyim sunacak diye düşünüyorum Deniz’in Ormanı. Nihayetinde fantastik bir kitap değil, gayet dünyalı bir kitap.

Geçenlerde “Antagonist Yasası” diye bir yazı yazdım. Orada da kendimle ilgili bir tespitte bulundum. Gerçekten yazar olarak da sanırım bir kişisel devrimim var. Genelde protagonist ve antagonistlerin zıtlıkları üzerine yapılan kurgular okuduk bugüne kadar. İnsanlar da bu zıtlık, çekişme ve mücadele alanından bir şeyler öğrendiler. Zıtlık, bir kurmaca öğesi oldu. Bundan sonra da olacaktır. Sen benden daha iyi biliyorsun bunların hepsini ama ben öyle bir yazar olmayacağım sanırım…  Seninkinde de yoktu, Birdenbire’de de… Orada Ayşegül’le Oya’nın arasında dahi yoktu. Çünkü Ayşegül de çok güçlü bir karakterdi.

Yoktu evet.

Bence sen de o konuda benzer bir tavır takınıyorsun. Yeni çağın yazarlarının da böyle olması gerekiyor herhalde diyorum. Çünkü artık nötr bir algı düzeyine çekiliyoruz, kutuplardan ziyade iyi-kötü kavramını yeniden dizayn ediyoruz yani kutuplarda bunların bir olduğu anlayışını anlatmaya çalışıyoruz okuyucuya da. Kendimiz öğrenirken de içinden geçeceğimiz sınavlarla büyüyoruz ve bunları yazmak bir şekilde nasip oluyor. O yüzden bir antagonistim de yok. Herkes bir parça antagonist ve herkes bir parça protagonist.

Herkes kendi kendinin antagonisti…

Aynen öyle. Herkes kendi kendinin antagonisti ve herkes kendi hikâyesinin kahramanı. Yani o kahramanın son şablonu her birini yani ister tekâmül yolunda olsun olmasın ya da hayatla ilgili bir takım maddi hedefleri, maddesel hedefleri dahi olsa bilmesi gereken bir şey. Biz de sanatla bunu biraz daha yumuşatarak daha güzel nasıl yapabiliyoruz diye bakıyoruz.


©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

serda-kranda-kapucuoglu_
Kitap projeleri, yayın danışmanlığı, yazar koçluğu ve geliştirici editörlük yapıyor. Jungian Koç. Birdenbire adlı ilk romanını 2022’de yayımladı. Kurucusu olduğu ZB Akademi’nin Serda Kranda Akademi markası altında hem kurumlar hem de bireyler için editörlük ve yazarlık atölyeleri düzenliyor, editoryal danışmanlık veriyor. 21 Gün Okuyanları adlı okuma kulübünün kurucusu. Mümkün Dergi’nin ve 360 derece editörlük ve yayın danışmanlığı hizmetleri veren Mümkün Ajans’ın kurucu ortaklarından. Edebiyat, felsefe, mitoloji ve psikolojiyle ilgileniyor. 1979 İstanbul doğumlu. Evli, kedili ve iki kız annesi.