Didem Ergin’in ilk kişisel gelişim romanı “Elbet Açacak İçimdeki Nilüfer” geçtiğimiz günlerde Nemesis Kitap etiketiyle okurla buluştu. Ergin’le ilk romanı hakkında konuştuk.
Didem Hanım; iş hayatı, psikoeğitim çalışmaları, podcast üretimleri derken ilk kişisel gelişim romanınız “Elbet Açacak İçimdeki Nilüfer” geçtiğimiz günlerde Nemesis Kitap etiketiyle okurla buluştu. Kurmaca türlerle olan ilişkiniz, yazma serüveniniz ve ilk kitabınızın ortaya çıkış sürecini sizden dinleyelim.
Yazma fikri aslında benim çok ciddi bir hastalık atlatmamla başladı. Amerika’da yaşayan, uzun dönemli bir Dharma öğrencisiyim. Ve kendi zihnimle çalışmanın önemini teorik olarak çok iyi biliyordum. Ta ki hayat beni şefkatin uygulamasını da öğrenmem için test edene kadar… Yoğun bir tedavi sürecinden sonra teori ve uygulamada öğrendiğim bütün şefkat öğretileri başka kadınlara sunma arzusuyla yanıp tutuşurken buldum kendimi.
Öyle bir şey yazmalıydım ki kapsayıcı ve sürükleyici olmalıydı. Kurucusu olduğum Dönüşen Zihin Psikoeğitim Platformunda tanıklık ettiğim kadın hikâyelerindeki öz hırçınlık, kendini sevemememe, hiç susmayan iç kritik ses beni çok etkiledi. Bu adeta epidemik bir problem. Toplumumuzda bilhassa kadınlarda. Dolayısıyla kendi deneyimlerimi ve tanıklık ettiğim kadınların sesini duyurabilmek için kurmaca yazmaya karar verdim. İçinde temel seviyede öz şefkat öğretileri de olmalıydı. Bu iki fikri harmanlayınca ortaya bir öz şefkat romanı olan göz bebeğim “Elbet Açacak İçimdeki Nilüfer” çıktı.
Her ne kadar okuma ve yazma deneyimleri, işçilik ve gözlem gücü önemli olsa da romanınıza başlarken ilham kaynaklarınız neler oldu? Bu soruyla ilişkili olarak şunu da sormak isterim: Romanınızın ilk taslaklarını nasıl oluşturdunuz?
Sadece yazdım. İçimi döktüm. Tedavi esnasında iyileşmek için dışavurum yöntemim oldu. Derin bir yas sürecinin içindeydim. Sağlımı kaybetmek, geçmişte çözümleyemediğim ailevi acıları, yıllardır bastırdığım öfkemin dışa vurumu… Bunların hepsini yazdım. Bazen tedavi esnasında gözlemlediğim olayları ve Dharma öğretileri sayesinde fark etmeden kazanmış olduğum zihinsel dayanıklılığımı yazarak onurlandırdım.
Tedavimin sonlarına doğru özel bir davetle çağrıldığım Stanford Üniversitesi Şefkat ve Diğerkâmlık Merkezinde şefkatin bilimini öğreniyordum. Aynı esnada kendi eğitim platformumda, Dönüşen Zihin’de, bu konuları anlatıyordum. Tanıklık ettiğim kadın hikâyelerini kitabın ana karakteri olan Deniz’in üzerine giydirdim. Hepsi birleşti.
Şefkatin temelinde yatan acılarımıza hassasiyet gösterebilme öğretisini uygulamaya geçirebilmek için Deniz’in çocukluğundaki olumsuz deneyimleri kaleme aldım. Süreç böyle başladı. Murakami’nin tekniği gibi birkaç kez yazdım aslında romanı. Hepsi olmasa da bazı bölümleri böyle oldu. Kapsayıcı ve anlaşılabilir olmasına önem verdiğim için böyle yaptım aslında. Görüyorum ki çok işe yaramış çünkü okurlardan aldığım geri bildirimler adeta onları bilir gibi yazmış olduğumu ve buna inanamadıklarını söylüyor. Bunu yapmamdaki temel amacım yine şefkatin temel ilkelerinden olan, ne kadar ortak acılarımız olduğunu ve asla yalnız olmadığımızı okurlara göstermeden anlatmaktı.
“İnsan kendini anlamak için çocukluğuna merakla ve şefkatle bakmalı.”
Sizce kişisel gelişim romanlarında kaba bir genellemeyle teknik anlamda bazı kalıplar (sorun-arayış-çözüm) , döneme göre belli konular ve izlekler ön plana çıkıyor mu? Son dönemde ilişkiler, kadınlık ve erkeklik durumları, çocukluk ve ergenlik dönemi kaynaklı aile travmaları gibi. Sizin de bu anlamda zamanın ruhundan etkilendiğinizi söyleyebilir miyiz?
Bu son dönemin ruhu mudur bilmiyorum ama şundan eminim, insan kendini anlamak için öncelikle çocukluğuna merakla ve şefkatle bakmalı. Bu dünyaya geldiğimizi ilk olarak annemizin gözlerinin içindeki bakışla anlıyoruz. Ebeveynlerimizin bize tanıklığı sayesinde varlığımızı algılamaya başlıyoruz. Kendimize dair ilk fikirlerimiz, aslında anne ve babamızın bizimle ilgili gözlemleri, yorumları, ilişkileri. Bize psikoterapi eğitimi esnasında ilk olarak bu öğretiliyor. Bağlanma şekillerimiz hayatımızın işleyişini belirliyor. Algılarımızı, zihnimizi şekillendiriyor. Romanımın ana karakteri olan Deniz’in neden bu kadar kronik mutsuzluk yaşadığını anlayabilmemiz için kendisiyle olan ilişkisinin temel taşlarını atıldığı çocukluğuna bakmamız gerekiyordu. Çünkü buralara baktıkça ne kadar canının acıdığını açıkça görebiliyoruz.
Unutmayalım, şefkat sadece yaşanan acılar ve zorluklar karşısında ortaya çıkar. Kitapta bir yerde değerli öğretmen Thich Nhat Hahn’ın “Çamur yoksa nilüfer de yok.” özdeyişine referansta bulunuyorum. Çamur, acılarımızı ve zorluklarımızı temsil eder. Ve çok enteresan bir şekilde görkemli nilüfer çiçeği sadece çamurlu sularda ortaya çıkar, büyür. İşte biz de ancak zorluklarımıza bakabildikçe kendimize ve bu dünyaya şefkat hissetmeye başlayabiliriz. Bu yüzden kitabın kapağı etkileyici bir şekilde kitabın ruhunu çok iyi biçimde yansıtıyor.
“Sürekli olarak ‘Ben neden böyleyim?’ diye kendini sorgulayan Deniz, içindeki zalim sesle daha şefkatli bir ilişki geliştirebilmenin ve kendini anlama yolculuğunun içindedir. Hem ailesinden hem de yaşadığı şehirden uzaklaşırken edindiği farklılıklar sayesinde kendisiyle kurduğu hırçın ilişkisine bir anlayış ve yumuşama hâkim olur. Hayatın zorlukları herkeste olduğu gibi ona da manevi öğretmenlik yapmaya başlar.” diyor kitabınızın arka kapak yazısı. Romanınızın temel dertleri hakkında neler söylemek istersiniz?
Kendimizle olan ilişkimiz çoğu zaman neredeyse yok. Çok hırçın. Kendimizle teması bilmiyoruz, kendimize yabancıyız aslında. Ataerkil toplum kadını ezip geçiyor. Toplum öfkesini yutan, öz değerini bilemeyen, kendini hep ikinci plana atan ve mutsuzlaşan kadınlarla dolu. “Bizi gerçekten ne mutlu eder?” sorusu üzerine düşünmüyoruz. Adeta uykuda, transa geçmiş olarak yaşayan zombileriz. Sabah kalkan, işe giden, stresini alkolle, sigarayla, alışverişle uyuşturan, kopuk insanlar.
Uzun zaman çalıştıktan sonra nasıl bir hisle son noktayı koydunuz romanınıza? Yazarken yeni şeyler keşfettiniz mi? Duygu, düşünce dünyanıza romanınızın ne gibi katkıları oldu?
Kitap yaşadığım farkındalıkları ifade etme arzumla ortaya çıktı. Ne kadar zorluk varsa hepsini nezaketle, yargılamadan, öz kabulle tutabildim. Ve her deneyimimi, içinden geçerken işleyebildim. Tedavi sonrası toparlanma ve yazım süreci eş zamanlı biçimde ilerledi.
Odaklandığınız temel dertlerden hareketle özellikle roman türünü seçmenizin nedeni nedir?
Çünkü metnim, herkesin kendinden bir parça bulabileceği, göstermeden anlatabileceğim, okuması sıkıcı olmayan bir metin olmalıydı. Bir öz şefkat romanı yazacağım fikriyle yola çıktım. Sonuç olarak “Elbet Açacak İçimdeki Nilüfer” de bir öz şefkat romanı olarak ortaya çıktı.
A. Camus’ye göre “roman yazmak” gerekir. Bilinç-dünya ayrımı bu sayede aşılır. İkisinin arasındaki mesafe yaratılan kurgusal dünya aracılığıyla aşılabilir. Çünkü yazar o kurgusal dünyaya hâkimdir. Üretime yönelir. Bir roman bitince yazmaya devam edebilir, yeni kurmaca dünyalar üretir. İnançlı insanlar bu durumu öbür dünyaya inanarak aşmaya çalışır. Uyumsuzluğu kabullenmeli, başkaldırmalı ve yazmalıyız der Camus özetle. Yazının sizdeki karşılığı nedir? Dünya ve Türkiye özelinde salgın, iklim krizi, savaşlar, ırkçılık, şiddet, göçler ve temel eşitsizlikler üzerinden düşündüğümüzde bu zorlu günleri yazı aracılığıyla daha az hasarla atlatabilmemiz mümkün mü sizce?
Kesinlikle mümkün, hatta elzem. Psikoterapi dünyasında bilhassa benim geldiğim ekolde “contemplative writing” dediğimiz bir tefekkür yöntemi olarak yazmak da vardır. Yazmak, bilincimizin derinliklerinde sıkışmış yerlerimizi gün yüzüne çıkarır.
Son günlerde neler okudunuz? Önümüzdeki dönemde yeni üretimleriniz olacak mı?
Nihan Kaya’nın İyi Aile Yoktur kitabını okudum. Genelde kurgu dışı okuyorum. Roman olarak en son Elif Şafak’ın Kayıp Ağaçlar Adası’nı zevkle okudum. İkinci kitabım da öz şefkatin temellerini anlattığım kurgu dışı bir öğreti kitabı olacak.
“İnsan sadece kendi içsel otoritesini sahiplendiği zaman güçlenebilir, iyileşebilir. Bize iyi gelecek olanı sadece deneyimleyerek biz bilebiliriz.”
Didem Hanım, romanınızın var olan kişisel gelişim romanlarından farkı nedir, okurlar romanınızı neden okumalı?
Kişisel gelişimde alanında sıklıkla rastlanan “hap bilgi” kültüründen uzak durmaya çalışıyorum. İnsan sadece kendi içsel otoritesini sahiplendiği zaman güçlenebilir, iyileşebilir. Bize iyi gelecek olanı sadece deneyimleyerek biz bilebiliriz. Öneriler tabi ki işe yarar ama bir uygulama ya da reçete bilgi bize iyi gelmiyor olabilir. Bunu ancak deneyip kendi içimizde hissederek fark edebiliriz. Bize dayatılan ancak buna karşılık iyi gelmiyorsa biz de bir hata varmış, eksik yapıyormuşuz algısı yaratan her şeyden uzak durmamız gerektiğine inanıyorum.
Bu kitap Deniz’in kendini kabul yolculuğunu ve yolda keşfettiği ona iyi gelen öz şefkat öğretilerini anlatıyor. Bilim ve maneviyatın bir harmanı olan romanım o kadar çok ortak kadınlık deneyimi içeriyor ki örneğin anne ve babalarımızla yaşanamamış çocukluğun yası, ÖSS-ÖYS travmaları, beyaz yakalılığın yoğun stresi, ülkemizde yıllardır süregelen politik umutsuzluk atmosferinde göçmen olma deneyimi, hamilelik, lohusalık, annelik ve hastalık deneyimleri… Okurlar kurgunun içinde sürüklenirken sıkılmadan şefkat öğretilerini temel seviyede rahatlıkla öğrenebilir.
Dilerim bu kitap dokunduğu her okuru şefkatle uyandırır.
Konuk Yazar : Serkan Parlak
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.