Osman Bey, yeni romanınız “Yağmur Çiseliyor” geçtiğimiz günlerde Destek Yayınları etiketiyle okurla buluştu. Sizi bu romanınızla ilk kez tanıyacak okurlarınızı öncelikle düşünecek olursak kurmaca türlerle olan ilişkiniz, yazma serüveniniz ve yeni romanınızın ortaya çıkış sürecini anlatabilir misiniz?
Yağmur Çiseliyor on yedinci romanım. Bir hikâye, bir novella kitabım ve deneme kitaplarım da var. Aslında, şiir hariç edebiyatın bütün alanlarında at koşturduğum söylenebilir. Araştırmacı gazetecilik kökenli olmak sözünü ettiğim alanlarda çalışmamı kolaylaştırıyor. Ayrıca dergi ve ansiklopedi geçmişim de var. Bütün bunlar bir araya geldiğinde arka planında tarih olan romanlar yazma konusunda rahat çalışabileceğimi, etkin olacağımı düşündüm.
Çeşitli konuşmalarımda ve yazılarımda söyledim, ben içinde yaşadığım coğrafyanın son yüz elli yılını anlamaya çalışıyorum. Bugüne nasıl geldiğimiz, geçerken yaşadığımız travmalar beni çok ilgilendiriyor. Anlamaya çalışıyorum. Sözünü ettiğim alanlar hayatın kendisi. Roman da hayat değil mi zaten? Bu anlamda, son çalışmam Yağmur Çiseliyor özellikle dönem ve biyografik romanlarımın bir parçası olarak değerlendirilebilir. Dikkatli okurlar, özellikle dönem ve biyografik romanlarımı yan yana koyduğunda, adı Türkiye olan yapbozun parçalarını yerli yerine oturtmaya çalıştığımı anlayacaktır.
Her ne kadar okuma ve yazma deneyimleri, işçilik ve gözlem gücü önemli olsa da yeni romanınıza başlarken ilham kaynaklarınız neler oldu? Bu soruyla ilişkili olarak şunu da sormak isterim, romanınızın ilk taslaklarını nasıl oluşturdunuz?
Çok kendine münhasır bir dönemin içinden geçiyor ve bana soracak olursanız sonlarına yaklaşıyoruz. Dediğim gibi, ben içinde yaşadığım coğrafyayı anlamaya çalışıyorum. 68’lilerin dramını Avuçlarımda Hâlâ Sıcaklığın Var’da, gayrimüslimlerin yaşadığı büyük travmayı En Hüzünlü Eylül’de, son derece önemli bir dönem olan 75’sonrasını Melek Terörist Fahişe’de, SSCB’nin Türkiye’yi nasıl etkilediğini Putlar Yıkılırken’de bunun için ele aldım. Bu romanlar yan yana getirilip okunduğunda, Türkiye’de aslında neler olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Taslaklarla ilgili sorunuza gelince… Hangi konuda yazacağıma karar verince önce detaylı bir okuma serüvenim oluyor. Bu esnada notlar alıyorum. Bu notların ana başlıkları birleşiyor, taslak ortaya çıkıyor. Sonra yazmaya başlıyorum ve taslağı yolda yüzlerce kez değiştiriyorum.
Sizce romanda, öyküde, şiirde döneme göre bazı konular, izlekler ön plana çıkıyor mu? Son dönemde ilişkiler, kadınlık ve erkeklik durumları, geçmişteki travmalarla ve ebeveynle hesaplaşma, aile ve bireysel yabancılaşma mesela. Sizin de bu anlamda zamanın ruhundan etkilendiğinizi söyleyebilir miyiz?
Kuşkusuz etkileniyorum ancak gerektiği kadar etkileniyor muyum bilemem. Bana göre, bir roman yazarının çevresinde, dünyasında olup biten her şeyden etkilenmesi, hiçbir toplumsal gelişmeyi ıskalamaması gerekiyor.
“Sokaklarda oluk oluk kan akıyor. Memleket orta yerinden ikiye ayrılmış gibi. Üniversiteler, fabrikalar fokur fokur kaynıyor. Parlamento çökmüş durumda. İnsanların göğsüne adeta fil oturmuş, herkeste ağır bir sıkıntı… Belli ki kötü şeyler olacak. Generallerin üniformaları ütülenmiş, askerlerin postalları parlatılmış. Türkiye uçurumun kenarında… Bütün bunlar olurken yaşanan nefes nefese bir casusluk ve aşk hikâyesi. O tarihten itibaren, Türkiye’de hiçbir şey eskisi gibi olmadı, ”deniyor romanınızın tanıtım bülteninde. Odaklandığınız temalardan -aşk, casusluk ve 12 Eylül’e giden süreç- hareketle özellikle roman türünü seçmenizin nedeni nedir?
Öteki türler de çok önemli kuşkusuz ama roman derdimi anlatmakta bana daha çok yardımcı oluyor. Ayrıca, yazma eylemine “beni anlayanlar okusun” tarzında bir yaklaşımım yok. Tersine, herkesin okuduğu ya da okumak isteyeceği bir yazar olmak için çabalıyorum. Herkes lafımdan anlaşılması gereken sahiden herkes.Kitaplarıma formlarını veren de bu yaklaşım.
Kuşkusuz yazarlar, herhangi bir konuyu farklı tür ve şekillerde yazma hakkına sahip. İsterseniz araştırma kitabı yazarsınız isterseniz şiir. İsterseniz kendinizi tumturaklı cümlelerle kelimelere göbek attırarak ifade edersiniz, isterseniz sadelikten yana olursunuz. Uzun, bir sayfalık, aralarına hiçbir noktalama işareti olmayan cümlelerle de anlatabilirsiniz derdinizi, tersine okurlara nefes aldırmayı da tercih edebilirsiniz. Ben ağırlığı kelime, cümle oyunlarına, edebiyat atraksiyonlarına, edebiyatmış gibi yapmalara değil; anlam yüküne, bilgi yoğunluğuna, yalınlığa ve anlaşılırlığa vermeye çalışıyorum.
Türkiye’de polisiye ve popüler tarihi romanların köklü bir geçmişi olmasına karşılık casus romanları ve siyasi polisiyeler ancak 80’li yıllardan sonra gelişmeye başladı. Çok ciddi bir birikim olmasına karşılık Türkiye’de siyasi polisiye az yazılıyor. Öte yandan son dönem yerli polisiye romanlarda toplumsal meselelerin görünürlüğünün arttığını düşünüyorum, ne dersiniz?
Sanıyorum öyle. Avrupalı ve öteki gelişmiş ülkelerden meslektaşlarımızın tersine, ülkemizde ve coğrafyamızda siyaset, ekonomi, din gibi özgül ağırlığı yüksek olan sorunlar henüz çözümlenebilmiş değil. Yazarlar da farkında bunun, okurlar da.
Osman Bey, tarihi dönem romanlarında kişilerin sahici olması çok önemlidir bildiğiniz gibi. Kemal Tahir’in yarattığı bazı kişiler sahici değildir bence. Dünya görüşü, ideolojik tarih anlayışı bazı romanlarına yansımıştır. Devlet Ana’da Bizans tekfuru karton, karikatür bir kişi olarak kalmıştır mesela. Siz romanınızın merkez karakterleri Metin ve Ceren’i kurgularken onların temel kişilik özellikleriyle izleklerin ilişkisi ve sahicilikleri için ne tür çözümler ürettiniz?
Bence Kemal Tahir’e o kadar da haksızlık etmeyelim. Sadece Yorgun Savaşçı, Kemal Tahir’e bir “üstat” olarak yaklaşmaya yeter de artar bile. Yazarın dünya görüşü ve ideolojisi vardır, dedikten sonra, mesele gelip bunu yazdıklarınıza nasıl yansıttığınızda düğümleniyor. Arada bir bana da taraflı olduğumu ima eden sözler söyleniyor. “Evet, ben taraflıyım, insan haklarından, siyasal özgürlüklerden, kadın haklarından yanayım,” diyorum. Böyle olunca kurgulanan pozitif ve negatif karakterler sizin düşüncenizin eseri oluyor, tabiatıyla uygun bir zemine yerleşerek. Sözgelimi, bir kamyon şoförünü bir profesör gibi konuşturamazsınız. Zorlama olur.
Öte yandan sahici karakterler de var, onlar sizin düşüncenizin eseri değil. Zamanında yaşamış olanların ettikleri tek kelimeye, tek imaya, tek yüz hareketine bile dokunamazsınız. Tarihi roman yazarı olarak özgürlüğünüz, gerçekte olmuş olanları asla saptırmadan, kendi dünya görüşünüz ışığında gerek gerçek gerekse kurmaca karakterler aracılığıyla okur için yeniden üretmek.
Önceki romanlarınızın bazıları Türkiye tarihinin farklı dönemlerine ayna tutuyordu. Siz gözlemci anlatıcı kullanarak 70’lerin sonları Türkiye’sini dipnotlar aracılığıyla gerçekliğe -kurmaca gerçekliğin içinde- göndermelerle tarihle ilişkili tutamaklarını güçlendirmişsiniz. Dipnotlar ve bölüm girişlerindeki, tarihsel döneme dair bilgiler ve kurmaca (edebiyat)-kurgu(tarih) ilişkisi hakkında romanınız özelinde neler söylemek istersiniz?
Ben biyografik roman ve dönem romanlarını, önemli bir kişi temelinde gelişen ya da önemli bir olay temelinde gelişen diye ayırt ediyorum. Dinsel ve ezoterik romanlarım da var. Bunların arka planları da tarihe dayalı. Kısacası hepsini “arka planında tarih olan romanlar” başlığı altında toplayabiliriz.
Dönem, koşullar, yaşam biçimleri, toplumsal atmosfer… Merak unsuru, olay örgüsü çatılmalar, karakterlerin canlı ve inandırıcı olmaları, özgün ve farklı içerik… Bu temel yaklaşımlara mümkün olduğunca uygun davranmaya çalışıyorum. Başarıp başaramadığıma son tahlilde okurlar karar verecekler.
Edebiyat ve tarih ilişkisine gelince, dikkat ederseniz bugün bizim “klasik” adını verdiğimiz romanlar, yazarların nefes aldıkları ülkelerin toplumsal hayatlarının birer yansıması. Güncel de olsa geçmişe de baksa, roman kişilerin ve toplumun aynası gibi. Bugün güncel olarak kaleme aldığınız bir roman, yarın bir dönem romanı halini alacak. Aradan yüz yıla yakın bir zaman geçtikten sonra, bugün Dickens’ı, Tolstoy’u ya da Balzac’ı nasıl okuyoruz? Tercihiniz bugünü, kırk yıl ya da dört yüz yıl öncesini yazmak olabilir. Bütün roman yazarları, geçmişte yaşanmış ya da bugün yaşanmakta olanların, bir başka deyişle toplumsal hayatın kılcal damarlarında dolaşmaya çalışıyor, aralarında üslup, kurgu ve yaklaşım farklıkları olsa da.
“Yağmur Çiseliyor”u okurken hem roman okuyoruz hem de film izliyoruz sanki. Bu tarz bir dil-anlatım aracılığıyla neyi amaçladınız?
Okur romanınızı eline aldığında size bir kredi açıyor. Kendimden örnek vereyim, diş çektirir gibi okunacak kitaplara ilk yirmi sayfadan sonra şans vermiyorum. Çünkü okuyacak o kadar çok kitap var ki. O halde, okurun size verdiği şansı iyi değerlendirmelisiniz. Kitapları kendiniz için değil muhtemel okurlarınız için yazmalısınız. Öte taraftan bana kalırsa, zor olan kolay okunabilir kitaplar yazmak. Bu nedenle, yazım aşamasını tamamladıktan sonra, kitaplarımı bir kere de yüksek sesle okuyorum.
Osman Bey uzun zaman çalıştıktan sonra nasıl bir hisle son noktayı koydunuz romanınıza? Yazarken özellikle dönem hakkında yeni şeyler keşfettiniz mi? Duygu, düşünce dünyanıza romanınızın ne gibi katkıları oldu?
12 Eylül’e koşar adım gidenler arasında ben de vardım. O zaman gencecik, eylemci bir üniversite öğrencisiydim. Siyasi kitap ve dergi yayınlayan bir yayın evini çekip çeviriyordum. 12 Eylül’de dergimiz kapatıldı, kitaplarımız toplatıldı. Anlayacağınız, olup bitenin yabancısı değilim. Öte yandan, o korkunç gelişmeninnasıl olup da gerçekleştiğini, layıkıyla romanımı yazarken öğrendiğimi söylemem lazım. Kendi ülkemde darbenin nasıl hazırlandığını Yağmur Çiseliyor üzerine çalışırken layıkıyla anladığımı söylemem lazım.
Dergiler, dijital mecralar, sosyal medya, filmler… Yazarların, yayıncılığın ve okur kitlesinin geldiği son noktayı da göz önünde bulundurarak hem Dünya geneli hem Türkiye özelinde roman türünün geleceği hakkında ne gibi öngörüleriniz var?
Romanlar bütün saydıklarınıza ilham veren asıl kaynaklar bence. Romanlardan uyarlanan filmlerin, dizilerin ötekilerden çok daha dolu içeriklerle izleyicilerle buluştuğunu, sanıyorum herkes teslim eder.
Geçmişi olan, geleceğe ümitle bakan romancılığımızın, başka birçok alandan farklı olarak, gelişmiş ülke romancılıklarından geride olduğunu düşünmüyorum. Şahane romancılarımız vardı. Hepsini büyük bir zevkle okumaya devam ediyoruz. Günümüzün romancıları da birbirinden güzel eserler veriyorlar. Ve en önemlisi, yeni nesil romancılar da gümbür gümbür geliyor.
Casus ve siyasi polisiye ile tarihi roman türünde başucu yazarlarınız kimler, başucu kitaplarınız hangileri?
CIA ve MI6 kökenli yazarları okumayı çok seviyorum. Frederich Forsyth mesela. Kitapları yayınlandıktan yirmi yıl sonra İngiliz Dış İstihbarat Servisi’nin bir elemanı olduğu anlaşıldı. Ian Fleming, James Bond romanlarının yazarı, casus olduğunu hiç saklamadı. John Le Carre de başucu yazarlarımdan. Asıl adı David Cronwel’di ve MI6 hesabına çalışıyordu. Bu yazarları sevmemin en önemli nedeni, kuşkusuz, sahip oldukları derinlemesine bilgi. Bir başka deyişle masal anlatmamaları, tanıklıklarından hareket etmeleri.
Osman Bey son günlerde neler okudunuz? Önümüzdeki dönemde yeni üretimleriniz olacak mı?
Şimdi Amil Maalouf’un Labirent’ini okuyorum mesela. Geçen hafta, en çok satanlar listesinden on küsur kitap sipariş verdim. Çalışırken yeni romanları ya da bilimsel çalışmaları takip edemiyorum. Bu aralar o açığımı kapatmaya çalışıyorum.
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.