“Hepimizin içinde saf ve hoca yanıyla bir Nasreddin yatıyor.”
Bu cümle ile bitiyor Gabor Maté,’nin Vücudunuz Hayır Diyorsa adlı kitabı ve gözümden bir damla yaş akıyor.
Bunun nedenini kelimelere dökmeye çalışarak başlamak isterim bu inceleme yazısına-ki bu yazacaklarıma “kitap inceleme” demek de pek içime sinmiyor doğrusu. “Kitabı yaşamak” desem daha anlamlı olur. Hem de henüz okumadan önce yaşamak ve sonrasında okuduklarıma hayranlık duyarken kendimle de gurur duymak.
İnsan sisteminin böyle bir şey olduğunu -zor yoldan da olsa- ben zaten anlamıştım!
Dr. Gabor Maté, gibi bir üstadın hayatını adayarak ortaya koyduğu gerçeklere kalbimin bilgeliğinde ulaşma çabam, bir zamanlar olduğu gibi yeni bilgiler karşısında “Geç kaldım” endişesi yerine “Elimden geleni yaptım, yapmaya devam ediyorum” güvenini verdi bana.
Gabor Maté, bugün 80 yaşında olan bir tıp doktoru. Kanada’da 20 yıllık aile hekimliği ve palyatif bakım deneyiminin ardından, on yılı aşkın bir süre boyunca uyuşturucu bağımlılığı ve akıl hastalığı ile mücadele eden hastalarla çalışmış. Bu karmaşık sorunlara hızlı çözüm önerileri sunmak yerine, bilimsel araştırmaları, vaka öykülerini ve kendi iç görüleri ve deneyimlerini bir araya getirerek, insanları kendi iyileşmelerini ve çevrelerindekilerin iyileşmesini teşvik etmek için aydınlatan ve güçlendiren geniş bir perspektif sunuyor. Ünlü bir konuşmacı ve çok satan yazar olan Dr. Gabor Maté, bağımlılık, stres ve çocuk gelişimi gibi konulardaki uzmanlığıyla büyük talep görüyor.
REÇETELER DIŞARIDAN GELİR, DÖNÜŞÜM İÇERİDE YAŞANIR
Dönüşüm, bilgelik, şifa ve benzerleri… Yerli yersiz ve çok sık kullanıldıkları için gerçek manalarını yitirmeye başlayan bu kelimelere kitap boyunca rastlıyoruz. Ancak Dr. Maté, hem girişte hem de kitap boyunca bilim ile maneviyatın, beden ile zihnin dengesinin önemini, ruhu da asla dışarıda bırakmayarak çok net ortaya koyuyor. Bu açıklamayı baştan yapmak isteyişimin nedeni, bir kişisel gelişim kitabı ile karşı karşıya olduklarını düşünenleri kaçırmamak ve ihtiyacı olanların bu bilgelere erişimine destek sağlamak.
KAYIP OLANI AYDINLIKTA ARAMA YANILGISI
Nasreddin Hoca bir sokak lambasının altında çömelmiş bir halde bir şeyler aramaktadır.
“Ne arıyorsun hoca?” diye sorar komşuları.
“Anahtarımı arıyorum” diye cevap verir hoca.
Komşular da bu arayışa katılırlar, lamba etraftaki her yeri dikkatle karış karış ararlar. Anahtarı kimse bulamaz.
“Baksana Nasreddin Hoca” der sonunda biri, “Tam olarak nerede kaybettin anahtarı?”
“Evde.”
“Peki o zaman neden dışarıda arıyorsun?”
“Çünkü burada, ışığın altında daha iyi görüyorum.”
Anadolu topraklarından çıkmış bu bilge kişinin fıkraları henüz bir Küçük Prens kadar anlaşılmaya, irdelenmeye, sembollerine ayrıştırılarak idrak edilmeye değer görülmüyor olsa da dünyanın bir yerinde bunu yapanlar, yapmakla kalmayıp kitabının omurgasını Nasreddin Hoca’nın bir fıkrasının üzerine kuran değerli insanlar olduğunu bilmek umut verici.
Gabor Maté, neden bu fıkrayı seçmiş peki? Şöyle açıklıyor: “Mikroplar ve genler gibi ayrık sebepleri araştırmak daha kolay ve mali açıdan daha karlı olabilir fakat daha geniş bir bakış açısından bakmadığımız sürece hastalıkların etiyolojisi hep bilinmez kalacaktır. Dışarıda ışığın altında yapılan bir arama bize sağlığın anahtarını vermez; karanlık ve bulanık bir yer olan içimize bakmamız gerekmektedir.”
İçimize bakmaktan kastettiği ise kişinin kendini fark etmesi ve sonrasında gelecek adımlarla kendi içinde zaten var olan iyileşme potansiyelini bilinçli bir seçim olarak ortaya koyması.
ÖZBENLİĞİMİZİN PARÇASI ZANNEDİLECEK KADAR DERİNE YERLEŞMİŞ PROGRAMLARIMIZ
Dr. Maté, ilk sayfalarda kitabın yazılışı amacı ile ilgili şunları da söylüyor: “Bu kitapta stresin özellikle de çocukluk yıllarımızda yapılandırılan öz benliğimizin bir parçası zannedilecek kadar derin ve ustaca yerleştirilmiş programlanmalar neticesinde yarattığımız gizli streslerin sağlık üzerindeki etkileri hakkında yazmaya niyetlendim.”
Bu yolculukta karşımıza çıkan ve çoğumuz için yeni olan kavram şu: Psikonöroimmünoendokronoloji; davranışlarımızı ve fizyolojik dengemizi düzenleyen organların ve bezlerin birbirleri ile bağlantılı bir şekilde işleyişini inceleyen disiplin. İlk bakışta ürkütücü bir terimler yığını gibi görünse de bütüncül bir yaklaşımdan bahsettiğini anlamamız şimdilik yeterli. Zaten aslında çok yeni bir şeyden de bahsetmiyoruz. Kitapta da altı çizildiği üzere Sokrates, bundan 2500 yıl önce “Zihni bedenden ayıramazsınız” demiş bile.
Ancak burada bir kez daha hatırlatmakta fayda var. Dr. Gabor Maté, hastalıkları tek bir nedene bağlamıyor, aksine bunun yapılmasına karşı çıkıyor. Sadece genetik, sadece kötü alışkanlıklar ya da sadece duygusal stresin işaret edilemeyeceğini ve daha geniş bir perspektif ile karanlıkta kalan alanlara bakılmasını öneriyor. Bu yaklaşımını da şöyle açıklıyor: “Hiçbir hastalığın tekbir sebebi yoktur. Kişilik de tek başına hastalığa yol açmaz; bir kişi sırf öfkesini bastırıyor olduğu için kansere yakalanmayacağı gibi fazla iyi olduğu için de ALS olmaz. Sistemler modeli hastalığın oluşumunda veya sağlığın yaratılmasında birçok sürecin ve faktörün bir araya çalıştığı görüsünü benimsemektedir. Bu kitapta tıbbın biyopsikososyal modelini gözler önüne serdik. Bu modele göre tek başına biyoloji insan organizmasının çevreyle yaşamı boyunca sürdürdüğü etkileşimin tarihini yansıtır, bu süren enerji alışverişi psikolojik ve sosyal faktörler de en az fiziksel faktörler kadar hayati rol oynar.”
NEGATİF DÜŞÜNCENİN GÜCÜ
Günümüzün kişisel gelişim yaklaşımlarında en yanlış anlaşılan konulardan biri de pozitif düşüncenin gücü. Düşüncenin gücüne inanan biri olarak zaman içinde negatiften kaçmanın kestirme yolu olarak duyguların bastırıldığına -kendim dahil- ve sahte pozitif düşüncelere tutunulduğuna o kadar çok şahit oldum ki Dr. Maté,’nin negatif düşünceye yaptığı vurguya bayıldım. Maté, bu konuyu şöyle açıklamış: “Hastalık bir uyumsuzluktur, daha doğru bir ifadeyle iç uyumsuzluğun ifadesidir. Sağlığımıza yeniden kavuşmanın ilk adımı pozitif düşünce denen şeyle kurduğumuz bağlılığı bırakmaktır. Uç derecedeki iyimserliğe antidot olarak negatif düşüncenin gücünü öneriyorum. Tabii ki şaka yapıyorum, aslında benim inandığım şey düşüncenin gücü. Düşünce kelimesinin yanına pozitif sıfatı getirip koyduğumuz anda bize negatif gelen gerçeklikleri dışarıda bırakmış oluyoruz. Pozitif düşünceye sarılmış insanların çoğunda süreç böyle işliyor. Hakiki pozitif düşünce tüm realitemizi kucaklaşan bir şekilde işe başlıyor.”
Negatif düşünme kuvvetini toplamak için ilk adım ise şu soruya cevap verebilmekte yatıyor:
“Bu hastalık geçmişim ve geleceğim hakkında bana ne söylüyor ve bu hastalığın gelecekte bana ne gibi yararı olur?”
GERÇEK OLAMAYACAK KADAR USLU BİR KIZ
Kitap çok sayıda gerçek hayat hikâyesi içeriyor. Yukarıda okuduğunuz bu hikâyelerden birinin başlığı. Okuyunca işte diyorum ki “İşte yine karşılaştık!” Babamın, “Sen öyle usluydun ki ateşin çıktığında kendi kendine gider yatağına yatardın” deyişi geliyor aklıma. Bunu ilk söylediğinde ben artık bir yetişkindim ve onun bu övgüsünden gurur bile duymuştum. Zaman içinde hasta olduğu halde mızmızlanma, şikâyet etme, bir şeyler isteme hakkını kullanmayı aklından dahi geçirmemeye programlanmış parçamı tanıdım, sonra bir gün ciddi bir hastalık ile yüzleştim. O döneme şahitlik eden onca insan yine de gıkımın çıkmadığını söyleyecektir- kitapta bu hale şikayetsiz metanet denilmiş. Zaten Maté’nin de altını çizdiği şu ki insan hastalanıp, hastalığının uzun dönem bastırdığı duyguların yarattığı kronik stresle bağlantısını fark ettiğinde dahi hemen davranış değişikliğine gidemiyor. Bedenleri isyan bayrağını çekmesinden çok sonra bile kendi kendilerine yüklendikleri yükümlülükleri bırakmanın imkânsız olduğunu söyleyen insanların hikâyelerini kitap boyunca okuyoruz. “Hayır demek istiyordum ama onu incitmek istemiyordum!” diyor birisi. Hastalık kişiye onu strese sokan ilişkilerden uzaklaşma mesajı verirken, vücut hayır derken kişi evet demeye devam edebiliyor.
İşte burası tam da insanın (ve maalesef daha çok kadınların) kendi hakkına girdiği yer!
ŞU STRES DEDİKLERİ….
Stres konusunda öncü bir araştırmacı olan Hans Seyle, insanoğlu için en önemli stres kaynaklarının duygusal olanlar olduğunu söylemiş. Yani günlük hayatın yoğunluğu, şehrin trafiği, gürültü yapan üst komşunun saygısızlığının ötesinden bir şeyden bahsediliyor.
Öncelikle stresin yalnızca bir dışsal uyaran meselesi olmadığını, aynı zamanda bireysel bir yanıt meselesi olduğunu fark etmemiz önemli. Mizacımız, yaşam öykümüz, duygusal kalıplarımız, fiziksel ve ruhsal kökenlerimiz, sosyal ve ekonomik durumlarımız kronik stresimizde belirleyici oluyor. Kitapta yer alan bir araştırmadan öğreniyoruz ki birçok meme kanseri vakasında stres kronik ve gizli. Hastalık, çocukluk deneyimlerinden, erken dönem duygusal programlamalardan ve bilinçdışı psikolojik başa çıkma yöntemlerinden kaynaklanıyor. Araştırmalar, on yıllardan beridir ebeveynlerinden duygusal açıdan kopuk bir çocukluk geçirmiş veya yetiştirilme döneminde başka bir örselenme yaşamış kadınların; başta öfke olmak üzere duygularını bastırma eğilimi gösteren kadınların; yetişkinliklerinde kendilerini besleyen sosyal ilişkilerden yoksun kadınların ve fedakâr, aşırı verici tipte kadınların meme kanserine yakalanmaya daha yatkın olduğunu öne sürüyor.
Özellikle öfke bastırılması, maruz kalınan psikolojik stresi genişlettiğinden, kanser riskini de artırıyor. İnsan, kendisine yönelik ihlali fark edemiyor veya bir ihlal gördüğünde dahi tavır almayı başaramıyorsa stresin yarattığı hasarı tekrarlar şekilde yaşaması muhtemel. Kişinin kendisini bir başkasına göre düzenlemek zorunda kalması da içsel bir stres nedeni… Çünkü varlığını haklı kılmak zorunda olmak aslında kimsenin birincil doğası değil.
KANSER KİŞİLİĞİ DİYE BİR ŞEY VAR MI?
Herhangi bir kişilik türünün kansere (veya MS, ALS, diyabet vb hastalıklara) yol açtığını söylemek mümkün olmamakla birlikte birtakım karakter özelliklerinin fizyolojik stres yaratma ihtimali daha fazla olduğundan kesinlikle riski artırdığının altını çiziyor Maté. Bastırma, hayır diyememe ve kişinin kendi öfkesinin farkında olmaması kişinin duygularının ifade edilmediği, ihtiyaçlarının görmezden gelindiği ve nezaketinin suiistimal edildiği durumlarla karşı karşıya kalmasını çok daha muhtemel kılıyor. Bunlar, kişi stres yaşadığının farkında olsun olmasın stresi tetikleyen durumlar ve yıllar içiresinde tekrarlanarak ve çoğalarak vücut dengesine ve bağışıklık sistemine zarar verme potansiyeli yaratıyorlar. Bir vücudun fizyolojik denge ve bağışıklık savunmalarını zayıflatarak hastalığa kapı aralayan veya direnç gücünü azaltan şey başlı başına kişilik değil, stres oluyor. Yani karakter özellikleri ile hastalık arasındaki bağlantı halkası fizyolojik stres. Burada bir başka detay da aile sistemi. Dr. Maté, “Kanser kişiliğinden ziyade kanser konumundan bahsetmek gerekir. Kanser konumu kavramı insanın işleyişine dair bir sistemler teorisine dayanır. Aile sistemi içerisinde her bir kişinin fonksiyonu diğer her bir kişinin fonksiyondan etkilenmekte ve ona göre düzenlenmektedir” diyor. İşte aile içindeki yerimizi, kimlerin yükünü taşıdığımızı, anne babamıza ebeveynlik yapıp yapmadığımızı, en iyi, en fedakâr ya da aksine en öfkeli, en katı aile bireyi olup olmadığımızı düşünme vakti.
ŞU SORUYA OLUMLU YANIT VEREBİLİYOR MUSUNUZ?
“Çocukken kendinizi üzgün, berbat veya kızgın hissettiğinizde etrafınızda konuşabileceğiniz kimse var mıydı, bu kişi sizdeki negatif duyguları harekete geçiren kişi bile olsa?”
Dr. Maté, “Bu kitap için görüşme yapılan çok sayıda yetişkinden biri bile şu soruya olumlu yanıt verememiştir” diyor.
Etrafında duygularını anlayıp onu teskin edecek, yatıştıracak kimse yoksa üzüntüyü veya kızgınlığı yaşamak çocuk için hiç de rahatlatıcı bir şey olmuyor. Hepimiz -anne babalarımız dahil- ömür boyunca sürecek bastırma biçimlerini annemizin ya da babamızın bizi mutlu görmesi gerektiğine inandığımız için geliştiriyoruz. Yani aslında bizi korumak ve hayatta tutmak için var olan duygularımızı bastırmak, sabit bir karakter özelliği olmaktan ziyade bir başa çıkma tarzı oluyor. Tıpkı kontrolcülük ya da öfke gibi… Çok iyi insan görüntüsünün altında öfke ve keder yatabiliyor. Nüktedanlık, bilinçli duygusal acıya ket vuran, öfkeyi kamufle eden ve başkaları tarafından kabul edilme aracı sağlayan bir başa çıkma yöntemi olarak ortaya çıkabiliyor. İnsanların duygularını etkili bir şekilde ifade etmeyi öğrenmesi engellendiğinde de duygusal deneyimler zarar verme potansiyeli taşıyan biyolojik olaylara dönüşüyor.
HASTALIĞIN TOHUMU BEBEKKEN Mİ ATILIYOR?
Beynin strese yanıt verme mekanizmalarının bebeklikte başlayan deneyimlerle programlandığı artık ispatlanmış bir gerçek. Bu da bizi şuraya getiriyor; hiçbir hastalık bir yetişkinin yaşamında aniden ortaya çıkan yepyeni bir gelişme değil. “Ciddi hastalıklar geçiren yetişkinlerin, erken çocukluk döneminde duygusal yoksunluk çekmiş olması, tıp ve psikoloji literatüründe yer alan çarpıcı sayıda araştırma ile doğrulanmıştır” diyor Dr. Maté. Peki nedir bu çocukluk deneyimleri? Taciz ve ihmal gibi konuların olumsuz sonuçlar yarattığını tahmin edebiliriz ancak bunlara uğramamış bir sürü insanda da strese bağlı hastalıklar görülüyor. Neden? Çünkü bu insanlar negatif bir olayla karşı karşıya kaldıkları için değil pozitif bir şeyden mahrum edildikleri için acı çekiyorlar. Yani kaybın da bir biyolojisi var. Stres uyaranları bir şeyin eksik veya kaybolmak üzere olduğunu ve bu şeyin organizma açısından son derece önemli ve arzu edilen bir şey olduğunu gösteriyor. Bütün stres kaynaklarının temel özellikleri, organizmanın yaşamını sürdürmesi için gerekli addettiği özelliklerin yokluğunu veya yok olma tehlikesini yansıtıyor. Gelecekteki ilişkilerimizin kalıbını da yaşamımızın ilk yıllarında bize bakım verenlerle kurduğumuz ilişkilerde yatan sinir devreleri oluşturuyor.
Anlaşıldığımızı hissettiğimiz oranda kendimizi anlayor, en derin bilinçaltı seviyelerinde sevildiğimizi algıladığımız oranda kendimizi sevebiliyor, küçük bir çocukken özümüzde hissettiğimiz merhamet oranında kendimize şefkat gösterebiliyoruz.
Kitabı okurken bir an kendi anne-babanızı sorgulamanız, suçlamanız ve sonraki an eğer kendiniz de ebeveynseniz acaba yeterince iyi miyim diye dertlenmeniz çok olası… Dr. Maté, bu konuya açıklık getiriyor ve amacın asla suçlamak olmadığını, sadece fark edip ilerlemenin fayda sağlayacağını söylüyor. Bu aşamada öne çıkan birkaç aydınlatıcı kavramı da bu yazıya eklemeden geçemeyeceğim.
UYUMLANMA KALİTESİ
“Birçok ebeveyn-çocuk ilişkisinde güçlü bir bağlılık ve sevgi varken uyumlanma mevcut olmayabilir” diyor Maté,. Ebeveynin çocuğun duygusal ihtiyaçlarını ayarlanma süreci olan uyumlanma incelikli bir süreç. İçgüdüsel olmakla birlikte ebeveyn duygusal, mali veya başka bir açıdan sıkıntılı veya endişeli olduğunda hızla yolundan sapabiliyor. Ebeveyn kendi çocukluğunda bunu deneyimlememiş olduğunda da uyumlanma sürecinde bir eksiklik yaşanabiliyor. Burada çarpıcı olan bir bölüm daha var. Aşırı ilgili, çocuğun ihtiyaçlarını gözetmeden sevgi gösteren, örneğin çocuk uyuma ihtiyacı duyarken onu uyandırıp seven ebeveynler de uyumlanmaya zarar vermiş olabiliyor.
YAN YANA AYRILIK
Burada ebeveyn sevgisinin eksikliğinden veya ebeveyn ile çocuk arasındaki fiziksel bir ayrılıktan değil çocuğun duygusal düzlemde görülme, anlaşılma, empati kurma ve benimsenme algısındaki bir boşluktan bahsediliyor. Fiziksel yakınlığa rağmen duygusal ayrılık fenomeni yan yana ayrılık olarak adlandırılıyor. Böyle bir uyumlanma kopuşu olduğunda yaşanan stres; fiziksel ayrılık olduğunda yaşanan stres seviyelerine yakın seyrediyor.
EBEVEYNİN KİŞLİĞİNDEN SÜZÜLÜP GELEN SEVGİ
Peki ne yapacağız? Her şey için anne babamızı ve onların anne babalarını mı suçlayacağız? Maté, “Varılacak böyle bir sonuç benim niyetimle hayli ters ve bilimsel delillerin tamamen dışında olacaktır” diyor ve devam ediyor: “Küçük bir çocuğun özverili biçimde beslenip bakılması memeli beyninin bağlanma aygıtına gömülür durumdadır. Bir ebeveynin sevme hisleri kısıtlanıyorsa bunun tek sebebi ebeveynin bizzat kendisinin derin bir incinme yaşıyor olmasıdır. Ebeveynin çocuğa koşulsuz kabul hissini iletememesinin sebebi çocuğun ebeveynin sevgisini, ebeveynin istediği şekilde değil, ebeveynin kişiliğinden süzülüp kırılmış bir biçimde algılamasıdır.”
NESİLLERİN DANSI
Ebeveynlik bir nesiller dansı olarak tanımlanıyor. “Bir nesli etkilemiş ancak tam anlamıyla çözülmemiş her şey bir sonraki nesle geçecektir” diyor yazar. Hatta kalp hastalığı nedeniyle ölümle burun buruna gelen gazeteci Lance Marrow’un Yürek adlı kitabında yer alan şu cümleleri aktarıyor: “Nesiller iç içe konmuş kutular gibidir. Annemin şiddetinin içinde dedemin şiddetini içeren bir başka kutu ve onun içinde de (tam olarak bilmesem de öyle sanıyorum ki) kapkara gizli bir enerji taşıyan bir başka kutu bulursunuz. Her hikâyenin içinde bir başka hikâye bu böyle uzayıp gider.”
Nesiller arasındaki bu aktarımı görüp suçlamayı bırakmak, bizi gereğince sorumluluk alma yönünde özgür kılıyor.
UYARLANIRLIĞINIZ NE DURUMDA?
Kitabın sonlarına doğru her türlü stres, sağlık ve hastalık anlayışının merkezinde uyarlanırlık kavramı yattığını öğreniyoruz. Uyarlanırlık dışsal stres kaynaklarına katılıkla değil, esneklik ve yaratıcılıkla, aşırı kaygıya kapılmadan ve duyguların esiri olmadan yanıt verebilme becerisi olarak açıklanıyor. Uyarlanırlığı, dolayısıyla duygusal yeterliliği olmayan insanlar kendilerini rahatsız eden hiçbir şey olmadığı sürece işlevlerini iyi bir şekilde yerine getiriyor gibi görünseler de kayıp veya güçlükle karşı karşıya kaldıklarında çeşitli bozgun ve çaresizlik seviyelerinde tepkiler gösteriyorlar. “Uyarlanırlığı yüksek insanlar ve ailelerde, ortalama olarak bakıldığında daha az fiziksel hastalık görülüyor ve görülen hastalıklarda genellikle hafif ve ortacı diyette oluyor” diyor kitapta adından sıkça bahsedilen Dr. Michael Kerr.
İNANCIN BİYOLOJİSİ
İnancın Biyolojisi kitabının yazarı moleküler biyolog Bruce Lipton’un çalışmaları da Maté,’nin kitabında yer alıyor. Daha ziyade spiritüellerin (!) ilgi alanında olduğu düşünülen, benim de uluslararası online bir eğitimde izleme fırsatı bulduğum bu üstadın, hücrenin karar alma süreçleri hakkında yaptığı çalışmalar, sağlık üzerindeki tek belirleyici etkinin genler olduğu inanışını geride bırakmayı sağlıyor. Çevreye ilişkin algılarımız, hücresel hafızada saklanıyor. Erken safhalarda çevreden gelen etkiler kronik olarak stres yüklü olduğunda gelişen sinir sistemi ve psikonöroimmünoendokronoloji (PNİ) süper sisteminin diğer organları, hiç durmadan, dünyanın güvensiz ve hatta düşman olduğuna dair elektriksel, hormonlar ve kimyasal mesajlar alıyor. Bu algılar moleküler seviyede hücrelerimizde programlanıyor. İyi haber şu ki insanın tecrübeleri ve sürekli gelişen potansiyelleri; fizyolojik açıdan ne kadar kemikleşmiş olursa olsun inancın biyolojisinin değiştirilmesini sağlayabiliyor.
Hücrelerimize kaydolmuş ve sürekli bir stres yükü oluşturan bazı inanç kalıplarını duymak ister misiniz?
Güçlü olmam lazım/Benim sinirlenmeye hakkım yok/Sinirli olursam beni kimse sevmez/Bütün dünyadan ben sorumluyum/Ben her şeyin altından kalkabilirim/Kimse beni istemiyor/Bir şeyler yapmadan var olamıyorum/Bakılmayı hak etmek için çok hasta olmam lazım.
PEKİİİ ŞİMDİ NE YAPACAĞIZ?
Nedenleri anlamak için 338 sayfalık ciddi bir okuma yaptıktan sonra İyileşmenin Yedi Anahtarı adlı son bölüme nihayet geliyoruz. Bana kalsa daha sayfalarca yazarım ama yayıncıyı da fazla kızdırmadan özetliyorum ancak kitabın tamamının özümsenerek okunmasını öneriyorum.
1.KABUL: Kişinin kendisine dair şefkatli bir merak içinde olması ve acı çeken yardıma muhtaç birine gösterdiği gibi yargılamayan bir kabulle kendine yaklaşması.
2.FARKINDALIK: Duygusal zekayı bastırmadan, ruhsal durumumuzu sürekli dikkatle izlemek ve içsel algılara, sözlerin taşıdığı anlamdan daha çok güvenmeyi öğrenmek. Kendimizi nasıl hissediyoruz? Neremizde hissediyoruz? Farkındalık aynı zamanda vücudumuzun verdiği stres sinyallerini, zihnimizin gözden kaçırdığı ipuçlarını vücudumuzun bize nasıl ilettiğini öğrenmek anlamına da geliyor.
3.ÖFKE: Bence en çarpıcı olan yer burası. Öfkeli anne babaların duygusal stresi yüksek çocuklar yetiştirdiğini tahmin edebildiğimize göre öfke nasıl iyileşmenin anahtarı olabilir? Gerçek anlamını bilirsek olabiliyor. Patlama şeklinde ortaya çıkan şeyin adı aslında öfke değil, yıllarca bastırılmış duyguların sonucu olan hiddet. Sağlıklı öfke ise patlamadan gerçekleşen fizyolojik bir deneyim. Ne ses yükseliyor ne beden kasılıyor ne omuzlar sıkışıyor. Sağlıklı öfkede aksine gevşeme yaşanıyor, dizginlenmeyen duygular değil, kişinin kendisi sorumlu olmayı sürdürüyor ve kimsenin sınırı ihlal edilmiyor.
4.ÖZERKLİK: Dr. Maté, “Tabiatın daha yükseklerdeki hedefi özerk, kendi kendini yöneten bir ruhtur. Akıl ve zihin ağır fiziksel zararları atlatabilir fakat ruhsal bütünlük ve özgürlük tehlikeye girdiğinde fiziksel olarak bedeninde çökmeye başladığı görülür. Basit biyolojik perspektiften bakıldığında tabiatı nihayet hedefi fiziksel organizma olmalıymış gibi görünse de hastalığın bizzat kendisi bir sınır meselesidir. Çok ciddi sınır ihlalleri yaşayan insanların en büyük risk altında olduğu görülür” diyor.
5.BAĞLILIK: Bağlılık dünya ile kurduğumuz bağlantımızdır. Bağlantı kurmaya çalışmak iyileşme için bir gerekliliktir.
6.KENDİNİ ORTAYA KOYMAK: Var olduğumuzu ilan etmek, yani sadece yapmak istemediğimiz şeyleri yapmayı reddetmek değil, eyleme geçme ihtiyacını bırakmak anlamı da taşıyabilir.
7.OLUMLAMA: Kendi yaratıcı benliğimizin hakkını vermek, içimizdeki şeyin dışarıya çıkmasına izin vermektir ve evren ile bağlantımızı fark etmekten bahsediliyor. Burada manevi esaretten kurtulup, Nasreddin Hoca gibi gözümüzün görebildiği sokak lambasının altından başlamak yerine yeni yollar aramak da gerekebilir.
KUKLA İKEN NE SALAKTIM!
Bu cümle bana ait değil ama aynı zamanda bana ait. Ciddi bir hastalık deneyim ile karşı karşıya kalana kadar birileri ya da bir şeyler tarafından güdümlendiğimi fark etmeyi reddetmiştim. Kitapta adı geçen sahte bir bağımsızlığı yaşıyordum. Stres yaşadığım konular olsa da bunların kendi seçimlerim olduğuna inanıyordum. Tamam inanmıyordum, kendimi buna inanmaya zorluyordum. Tanıyı aldığım an içimden geçen ilk cümle şu oldu: Artık hiçbir kimse için istemediğim hiçbir şeyi yapmak zorunda değilim.
Maté, benim adımı da anarak şöyle diyor: “Rüzgârla savrulan bir yaprak misali güdülenmiş insan kendisinden daha güçlü kuvvetlerin kontrolü altındadır. Stresli yaşam biçimini kendisini seçmiş olduğuna inansa ve hatta faaliyetlerinden keyif alıyor olsa dahi özerk iradesi işlememektedir. Yaptığı seçimler görünmez bağlarla bir yerlere bağlıdır. Sadece kendi güdülenmişliğine karşı çıkamıyor bile olsa halen hayır diyemeyen bir haldedir. Nihayetinde bu durumdan uyandığında kafasını Pinokyovari bir şekilde sallayıp, ‘Kuklayken ne salaktım’ der.”
Buraya kadar okuduysanız hem sizin için harika oldu hem de teşekkür ederim. Belki de kendiniz için “Evet bunları yaşadım ama atlattım” dediğiniz yerler vardır. Atlatmış görünmek Maté,’nin önemli bulduğu husus. Kitapta yer alan bir hikâyede, çocukluğundan ve ailesinden bahseden bir kadın, “Hepimiz bu deneyimi duygusal yara almadan atlatmış görünüyoruz” diyor. Öyle görünüyoruz ama ya öyle değilse? İşte burada yine negatif düşüncenin gücü devreye giriyor. Negatif düşüncenin gücü, inanmak istediğimiz kadar güçlü olmadığımızı kabul etme gücünü gerektiriyor. Stres kaynağını oluşturan şey başkalarının beklentileri ve maksatları değil, bizim bunlara dair kafamızda taşıdığımız algılar. Gerçekten atlattım mı? Hayatımın en derinlerinde yatan korkularıma göre mi yoksa başka birisini mi beklentilerini karşılamak için mi yaşıyorum? Cevabı aslında biliyorsunuz.
KIRGINLIK HİSSEDECEĞİNE SUÇLULUK HİSSET
Kapanışı da Maté,’nin sosyal medyada video olarak da yer alan ve kendisini de bir zamanlar bir başka terapistten duyduğu şu destekleyici önerisi ile yapalım:
“Birçok insan için suçluluk, kendileri için bir şey yapmayı tercih ettiklerine dair bir işarettir. Suçluluk ile kırgın hissetmek arasında bir seçim yapmanız gerektiğinde her defasında suçluluğu seçin. Bir şeyi reddetmek sizde suçluluk duygusu yaratırken rıza göstermek ardında bir kırgınlık bırakacaksa suçluluğu tercih edin. Kırgınlık ruhun intiharıdır.”
OKUMA VE İZLEME TAVSİYELERİ
Dr. Gabor Mate’nin Türkçe’ye çevrilmiş kitapları: Çocuklarınıza Tutunun, Dağınık Zihinler, Vücudunuz Hayır Diyorsa,Normal Efsanesi.
Ayrıca şu sıralar MUBİ’den Türkçe altyazılı bulabileceğiniz Travmanın Bilgeliği adlı belgeselini de izleyebilirsiniz.
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.