BİLMENİN BAŞKA BİR YOLU MÜMKÜN MÜ?
Farkındalık

Bilmenin başka bir yolu mümkün mü?

Bir süredir düşünüyorum, daha doğrusu içimi izliyorum ve sorguluyorum. Diyorum ki bilmenin birden fazla yolu olmalı. Bilmek derken aklımıza ilk gelen “bilgiyi bilmek” değil aslında sadece kast ettiğim. Hakikati bilmek diyebilirim, eğer çok iddialı olmayacaksa. Öyle bir bilmek hali ki sonunda anlamak, bildiğimizi sandığımız her şey bizi kısıtlayabilir aslında ve bildiğimizi sandığımız birçok şey yalanın kendisidir zaman zaman. Ve hakikat, dille kolay kolay ifade edilebilecek bir şey değildir. Hakikat deneyimin kendisidir sanki ve onu anlatmaya çalışsan da anlatamazsın. Sadece… Bilirsin.

Kasım’ın son haftası yine geldi çattı ve Vernon Frost geldi Türkiye’ye. Ben de yine mükemmel bir ilahi yönlendirme ile kendimi o alanda buldum çevirmen olarak. İlk akşam herkesin beklediğinin aksine hiçbir çalışma hazırlamamıştı Vernon. Geldik ve oturduk o koca çembere sadece. Vernon konuşmaya başladı ve bir an sadece benimle konuştuğuna yemin edebilirdim. Çünkü dedi ki: “Bugüne kadar öğrendiklerinizi, eğitimlerinizi, aldığınız sertifikaları bir kenara bırakın, unutun çünkü artık siz o kişi değilsiniz.” Yüzüme koca bir gülümseme yayılmıştı. Biliyordum. Ama öyle bir bilmek değil. Bir yargı değil, bir fikir değil. Sadece biliyordum, bildiğimizi sandıklarımızdan da çok daha fazlasıyız aslında. Ve şimdi biraz bunu anlatmaya çalışacağım.

“Bilmeyi, bildiğimizi göstermeyi o kadar çok önemsiyoruz, kendi değerimizi bildiklerimizle o kadar çok bağdaştırıyoruz ki. Aslında asıl tehlikeyi fark etmiyoruz.”

Yaklaşık 2 senedir bireysel danışmanlıklar veriyorum, ondan önce de 3 sene kadar insanları tüm duyularımla izleme fırsatı bulduğum bir asistanlık dönemim oldu oyunculuk derslerinde. Oyunculuk deyip geçmeyin. Bir insan sahneye çıktığında ve ona görmek için baktığınızda gördükleriniz sizi çok şaşırtabilir. Eğer bilmemeyi seçerseniz. Bu bilme hali en çok gözlemlediğim ve en çok dikkatimi çeken şeylerden biri benim. Sadece bir bilgiyi, bir tekniği, bir kuralı, bir işleyişi bilmek değil, kendini de bilmek var işin içinde. Ve içlerinde en komiği de bu, kendini bilmek. Bildiğini sanmak diyebiliriz belki de ancak. Bilmek ve bilmemek… Ne kadar da önemsediğimiz şeyler farkında mısınız? Bilmeyi, bildiğimizi göstermeyi o kadar çok önemsiyoruz, kendi değerimizi bildiklerimizle o kadar çok bağdaştırıyoruz ki. Aslında asıl tehlikeyi fark etmiyoruz. Bilme isteği ve bildiğini kanıtlama arzusu bizi körleştiriyor. Oysa tehlike şu: Bildiğinde, yeni bir şey öğrenemezsin. Bilmek, sınır çizmek aslında, kutunun kapağını kapatmak. Bilmek, bu böyledir demek. Şu anda “bu böyle olabilir” ama oysa bilgi de katmanlıdır, tıpkı bilinç gibi. Bilinç yükseldikçe bilginin de katmanları açılır önümüzde. O zaman biz tam olarak neyi biliyoruz ve bildiğimizi kanıtlamanın ne önemi var?

Bilmenin Başka Yolları Var

Bireysel danışmanlıklar vermeye başlamadan önce hepimiz gibi ben de manayı bulmak için bir sürü yol denedim. Hala deniyorum yanlış olmasın, yol yürümek için var. Sadece öncesini vurgulamak istedim çünkü danışmanlık verme kararını almam kolay olmadı. Çünkü hiçbir zaman yeterince iyi bilemeyeceğimi biliyordum. Yeterince bilgi yoktu, yeterince eğitim almamıştım, yeterince okumamıştım. Yeterince yeterli olmamıştım. Soru şu: Bir insan yeterince bilgi bilebilir miydi? Ne zaman yeteri kadar bildiğine ikna olurdu? Eğer bu zamandaki toplumumuza hatta insanlığa bakarsak bir şeyin üzerine okul okumak, kursa katılmak, sertifikalar almak bir şeye dair bilir kişi olmanın yolları. Bunları da yargılamıyorum, yanlış anlaşılmasın. Ben de aynı yolları deneyimliyorum. Ama merak ettiğim başka bir şey var. Sizi de meraklandırayım istiyorum: Bilmenin başka yollarını hiç düşündünüz mü? Bir insan hakiki bilgiye başka hangi yollardan ulaşabilir?

Buradan kendi tezime bağlamak istiyorum konuyu. Kendi hayatımda artık deneyimlediğim için ve kendi deneyimimi bildiğim için şu tezi öne sürüyorum: Hakikatin bilgisi her zaman oradadır. Ancak ona uzanıp oradan bilgi indirmek elbette başka bir meseledir ama mümkündür. Yani öyle bir bilme hali hayal edin ki soruyu soruyorsunuz ve cevabı görünmez, sonsuz bir kütüphaneden çekip akıyorsunuz. Sonrasında onu bu dünyanın sembolleri ile aktarmaya ve anlatmaya çalışmak başka bir mesele. Buna her zaman da gerek yok bence. Bence, hakiki olan yalnızca deneyimlenerek ve hakiki olanın kendisi olarak yayılır. Elbette bazı hocalar bu bilgileri sembolik dile ve anlatıya indirgemeye ve bu şekilde aktarmaya çalışıyorlar çünkü bu onların görevi. Buradan da aklıma hemen şu sözü geliyor Vernon’ın: “Size anlattıklarımı anladığınızı sanıyorsunuz ama aslında zihninizin hiçbir fikri yok. Fakat bilgi artık sizde, yaşamınızda deneyimleyerek anlayacaksınız.” Deneyimleyerek.

Rasyonelleştir, Güven, Bil

Neden şimdi ben bunu dert edindim biliyor musunuz? Çünkü bilme hastalığı sanki bir salgın gibi. Zihinlerimiz ikna olma olmak ve ikna etmek için her şeyi yutuyor. Hep aç hep daha fazlasını istiyor. Çünkü ne kadar bilirse o kadar rahat edecek, ne kadar bilirse o kadar iyi bir savunma mekanizması geliştirecek, ne kadar bilirse o kadar kontrol edebilecek. Bunu gerçekten istiyor muyuz? Kendi zihnimin bu doymak bilmeyen aç gözlülüğünün beni nasıl da yıllarca savurduğunu, her şeyi rasyonelleştirme çabamın nasıl da beni manadan uzaklaştırdığını ve sonunda da nasıl yetersiz hissettirdiğini sonradan fark edebildim. Ve bu, çok fazla insanda gözlemlediğim bir şey. Neden? Çünkü bende karşılığı var. Gördüm ki insanlar yeni bir şeyle karşılaştıklarında hemen bunun yeni olduğunu kabul edemiyorlar. “Ben zaten bunu daha önceden biliyordum, daha önce böyle bir çalışmaya katılmıştım, zaten ben okunacak her şeyi okumuştum, her şeyi denemiştim” gibi koca bir ego tuzağına düşüyorlar. Bilmeye kafayı takmış zihinlerimiz, bildiği şeyi salamıyor, kendini yeni bilgiye açamıyor, çünkü eskisini ve eskisi etrafında inşa ettiği yapıları, kurguları serbest bırakmak zorunda kalabilir sonunda. Ancak bu zihnin pek hoşlandığı bir şey değil, öyle değil mi? Bunu çok önemsedim ve bilmemeye çalıştım sonra.

Bilmeye ihtiyacım olan şeyin, ihtiyacım olan anda ulaşılabilir olacağına inanmayı ve buna inanmamın önündeki engelleri serbest bırakmayı çalıştım. Çünkü eğer buna inanamazsam, kendi içsel rehberliğime de hiçbir zaman inanamayacaktım. Çünkü inanamamıştım daha önce. Defalarca onayını aramıştım içime doğan bilgilerin. Anlatmaya çalışmış, göstermeye çalışmıştım. Ve hocalarım / yol / evren / kaynak / Allah, komiktir ki o onayı bana hiçbir zaman vermedi. Hala da aynı eğilimi gösterdiğim anda aynı şekilde bu ihtiyacımı hiç karşılamıyor. Çünkü içimde bir yerde “biliyorum” ki bu bilgi hakiki olan ve ona güvenmekten başka bir çarem yok. Ona güvenmek benim için çok önemli çünkü ben insanlarla çalışmak istiyorum çocukluğumdan beri. Onlara alan tutmak, dokunmak istiyorum. Bunu yapabilmeye, ancak bunu zaten hali hazırda yapabildiğimi kabul ettiğimde başladım biliyor musunuz? Evet aldığım eğitimler, katıldığım onca atölye, kendi kişisel deneyimlerim, hepsinin çok büyük katkısı olmuştur ama buradan geri dönüp baktığımda şunu gönül rahatlığı ile söyleyebilirim: İhtiyacım olanlar her zaman oradaydı fakat ben onlara nasıl ulaşacağımı bilmiyordum, en önemlisi ise bildiklerimi de bildiğimi kabul edemiyordum çünkü rasyonelleştiremiyordum.

“Eğer içsel olarak bildiğimiz hakikati rasyonelleştiremiyorsak ona güvenemiyoruz, fark ettiniz mi?”

Rasyonelleştirmekten kastım, sahip olduğum sembollerle, inançlarla, fikirlerle, bilgilerle açıklayamıyorsak, o zaman bu bilgi, neyin nesidir? Günün sonunda şuraya varıyor benim için her şey: “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir.” Ve bunda bir sakınca yoktur. Bence bilinmezlikte ilerleyebilme cesaretidir aslolan. Bilinmezliğin içinde, çok klişe belki ama, “anda kalarak ve kalbin rehberliğinde”. Çünkü eğer ki bunu pratik edersen, farkında olursan, anın içinde akmayı öğrenirsen ve gerçekten rahatlarsan, ihtiyacın olan yönlendirmeye ihtiyacın olan anda ulaşırsın. Üstelik bilinmezlikte, öğrenecek sonsuz şey vardır. O yüzdendir ki aynı filmi 5 sene sonra tekrar izlediğimizde, okuduğumuz kitabı bir süre sonra tekrar okuduğumuzda, kendi yazdıklarımıza bile 3-5 sene sonra tekrar dönüp baktığımızda tamamen farklı şeyleri seçeriz içinden. Yeni bilgiler vardır bizim için, çünkü bilinç seviyemiz değişmiştir, dolayısı ile başka seviyelerde bilgiler açılmıştır önümüze.

Çözümüm ise şu: Hiçbir zaman yeterince bilemeyeceğimizi ve bildiğimizi sandıklarımızın çok ama çok kısıtlı olduğunu kabul etmek. Yalın bir şekilde 0 noktasına geri dönebilmek ve hayata, insanlara, olanlara, filmlere, kitaplara, istisnasız her şeye ama en önemlisi kendimize o noktadan bakabilmek. İşte o zaman önümüzde bizi gerçekten büyüleyecek hakikati ve özümüzü bulabileceğiz. Sevgi olsun!


©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

Aslıhan Aydoğan Büyükakgül
1988 yılında doğdu. 21 yaşında Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu. Çalışma hayatına özel sektörde başladıktan 5 sene sonra, istediğinin bu olmadığına karar verdi ve hayallerinin peşine düşmek için işinden ayrıldı. 27 yaşında oyunculuk dersleri almak adına çıktığı yol onu kendi özüne doğru olan yoluna da yönlendirdi. Bu süreçte birbirinden farklı birçok eğitim aldı. Bu eğitimler hem bilişsel bilgileri, hem mistik ilimleri içermekteydi. Şimdi ise oyunculuğun yanı sıra tüm bu deneyimleri esentezleyerek tasarladığı atölyeler, danışmanlıklar ile kişiler ile birebir çalışmalar yapıyor.