ANLADIĞIMIZ AMA YANLIŞ ANLADIĞIMIZ BAZI SPİRİTÜEL İFADELER
Farkındalık Mümkünat

Anladığımız ama yanlış anladığımız bazı spiritüel ifadeler

Bu yazı hem biraz eğlenmek hem de farklı bakış açıları vermek için derlenmiştir. Eklemek istediğiniz maddeler varsa yorum bırakın ki sonraki yazıda birlikte yorumlayalım.

ALMA VERME DENGESİ

 Elbette her eğitmenin, danışmanın, gurunun kendi yorumu olacaktır ancak ilk duyulduğu an “Hep vermek olmaz almayı da bilmek lazım” şekilde anladığımız ifade. Tabii ki ilk aklımıza gelen de para oluyor. Oysa bunun iş hayatı kadar romantik ilişkisi var, aile hayatı var, var da var. İş pratiğe gelince de kafalar epey karışıyor. Genelde birçoğumuz bu işe emeğimizin karşılığı için para isteyebilmek ya da bir yemek davetini, hediyeyi kabul etmek seviyesinden başlıyoruz. Para gibi bir ölçüt olduğunda iş kolay. Aldım, verdim, ben seni yendim.

Ya ölçülebilir karşılığı olmayan ilişkiler ne olacak? Tartı, metre, birim yoksa ne yapacağız? İşte buralarda alma-verme dengesizliği çok küçük yaşlarda içimize yerleştirilmiş bir sistem tarafından yönetiliyor, otomatik bir verici ya da alıcı olmamız kaçınılmaz oluyor. Verince eksilmiş hissetmeler ya da ancak alınca rahatlayanlar… Ver demeler, bana ver demeler… Pazarlıkla verenler, koşullu alanlar… Şunu vereyim de şu işim hallolsun, şunu alayım ama bak sonra mutlaka ben de şunu vereceğimler… Bir de bu dengenin karşımızdaki tarafından bozulduğunu bildiğimiz halde bunu söyleyememeler… Örneğin alma-verme dengesini korumak adına bize jest yapmamayı seçmiş birinin bu hiç yaşanmamış gibi bizden bir jest istemesi… Far görmüş tavşan gibi olduğumuz ve dengeyi bozup verdiğimiz malum o yer… Üstelik hiçbir şey söyleyemeden. Kalp sıkışık, gözler sulu… Daha çok çalışmamız lazım, çok.

Bir de tabii hayatın bize verdiklerini fark etme ve hayata bizden bir şeyler verme kısmı var. Bugüne kadar verilenleri zaten öyle olmalıydı şeklide otomatik kabul edip talep ettiklerimizi hemen almak istemek! Üzgünüz, sistem arızalandı, lütfen tekrar deneyiniz.

Hayat dedik, insanlar dedik, peki ya kendimiz? Bizden bize neler alınıp veriliyor? Başkalarına verdiğim merhameti, ilgiyi, sevgiyi kendime verebildim mi? Kendime borcum nedir, faizi ile birlikte hesaplansın lütfen. Bu yasanın tek şartı kendine dürüst olmak galiba… İnsan kendini bilir ve en iyi de kendini kandırır.

AYNA OLMAK

“Ben sana ayna oluyorum, davranışlarını değiştirmelisin” ya da “Bu narsist hayatıma girdiğine göre ben de mi narsistim acaba?” İşte zurnanın zırt dediği yerler…

Evet hayat, ilişkiler, deneyimler bize ayna tutar. Bize bizi aynalar ama bu aynalama karşımızdaki insanların tüm olumsuzluklarının bizde de olduğu çıkarımından ziyade bizim bu olumsuzluklar karşısında nasıl hissettiğimiz ve nasıl davrandığımız ile ilgilidir. Güzelliklere tahammül edemiyor da olabiliriz, güzelliklere tahammül edemeyen birinin yıkıcılığına ses çıkarmıyor da… Bize haksızlık yapan birine itiraz etmek, dur demek yerine kırılganlığımızı içimize gömüp kendimizden her gün daha çok vermeye devam da ediyor olabiliriz. Ki bir noktaya kadar bu da sürdürülebilir, uyanıncaya kadar. Ancak gün gelip aynaya gerçekten bakmak, yapılması gereken her ne ise yapmak en doğrusu olacaktır.

Sürekli taleplerde bulunan ve asla takdir etmeyen bir yönetici, manipülatif bir eş, sınır tanımayan bir komşu ya da kibirli bir arkadaş bize sadece kendimizi yeterince ifade edemediğimizi, kendi hakkımıza girdiğimizi, hak talep etmekte zorlandığımızı, yalnız kalmaktan korktuğumuzu, sınırlarımızın ihlal edilmesine izin verdiğimizi ve benzerlerini aynalıyor olabilir.  Eğer bir kişi, “Sen bende bunu görüyorsan ben seni aynalıyorum, demek ki sende sorun var” diyorsa arkamıza bakmadan uzaklaşıyoruz. Çünkü bize gerçekten ayna tutacak olan tek kişi kalbi tertemiz olan bir gönül dostu olabilir ancak. Gerisi hep manipülasyon.

ALANINI KORUMAK

İşte yelpazenin bir ucundan diğerine bir sarkaç gibi savrulduğumuz konu. Yıllarca -fiziksel ya da enerjisel- alan ihlaline izin vermiş, hayır diyememiş, istemiyorum diyememiş bizler, alanımızı korumak fikrini edindiğimizden beri bazen sertleşebiliyor, kendimizi koruyalım derken kalpler kırıyoruz. Canımız sıkkınken alan korumak adına kendimizi kapatıp neşemiz yerindeyken başka alanlara balıklama dalıyoruz mesela. Bu konu asında “ağzından çıkanı kulağın duysun” lafı ile de çok bağlantılı.

Efendim, aklı fazla gelip sormayana akıl vermeler, moral bozmalar, kendi derdini saatlerce anlatıp enerji çalmalar, hele ki alma-verme dengesi meselesini halledemediysek otomatik kurtarıcı rolümüzü harekete geçirenler kadar çat kapı gelenler, kendi programına uygun olduğu için herkesin uygun olmasını bekleyenler, temas bağımlıları, telefon kuşları, mesajlaşma çılgınları ve daha nicesi… Bazısı biziz, bazısı bize yapılanlar. İşte bunlar hep alan işgali. Bu dersi seneye alttan alsak yeridir.

KENDİNİ İFADE ETMEK

Buraya kadar saydığımız tüm maddelerde kendimizi ifade etmediğimiz için başımıza bir sürü şey geldiğini anladık. Evet, söylemek lazım, evet konuşmak şart, evet insanlar konuşa konuşa da… İşte burada bir “da” eki var… Kendini ifade etmenin de bin bir yolu var.

Aylarca, yıllarca susmuşların hiddetinden tutalım, dolaylı anlatanların anlaşılmıştır zanlarına uğrayıp, çatışma istemeyen sinsirellaların imalarından çıkalım. İşte bunlar hep iletişim kazası. Oysaki kendini ifade etmek sakin, anlaşılır ve net bir şey. Yani duyanın şöyle bir kendine geldiği, hatta size hak verebildiği bir alan bırakan, söyleyeni rahatlatırken duyanı çok da yerin dibine sokmayan bir hal. Şu malum şeyi ile kavgalı olanların, hakkımı arıyorum adı altında yaşadığı yerden gittiği restoranda, alışveriş yaptığı marketten oturduğu dost sofrasına kadar her yerde esip gürleyenlerden bahsetmiyoruz. Zaten onlar da kendilerini sağlıklı ifade etmeyi öğrenebilmiş olsalardı kimse bu gerginlikleri yaşamak zorunda kalmazdı.

BOLLUK BİLİNCİ

Ta daaaa! Evrende herkese yetecek kadar bolluk var da bize yok mi? Yok. En azından bir süre yok. Önce biraz çalışmak gerek. Bazı ritüeller, olumlamalar, objeler, doğal taşlar, takılar iyi hoş, bir süre ya da bir miktar faydası olabilir. Ancak bolluk bilinci çok daha derinde yatan bir yokluk bilincinin fark edilmesi ve onarılmasından geçiyor. Bu da atalardan girip çocukluktan çıkılan bir yolculuk. Üstelik bu da yeterli olmayabilir. Bu meselenin bir kaçış rampası daha var, ilahi sistem bazen de insanı bolluğun fazlasından koruyor, dengesi şaşmasın herkesin tadı kaçmasın, eldeki -kıymeti henüz pek bilinmeyen- manevi bolluk gitmesin diye.

Bolluk bilincine geçiş vizesi Almanya Konsolosluğundan daha çok ret verebilir. Zira bolluk tanımı herkese göre değişir, kimi yatlar katlar hayal ederken kimi için bankada bir miktar birikim yeterlidir, kimi ise sevdikleri ile bir ömür birlikte yaşamak ister. Sağlığım iyi olsun da gerisini ben hallederim der sağlığını kaybetmeyi deneyimlemiş olanlar.

Nedir bolluk sizin için? Çok para hayali ile başladığınız bu yolculuk yıllar sonra para ile ölçülemeyecek değerlerin niyetine girmeniz ile sonuçlanabilir, bir bakmışsınız o sırada para da akmaya başlamış. Ha diyorsanız ille de nakit, ille de döviz, ille de yatlar katlar, o da mümkün, pakette ne varsa kısmetinize… Paket yine sizden size gelecek bir hediye, artısı eksisi ile. Çok para mutsuzluk getirir inancı sabitse, siz yine bir niyet güncelleyin, Maazallah! Ah bu inançlar! Biriktirdikçe zengin olacağına inanan ile paylaştıkça para geleceğine inananın günün sonunda banka hesabı aynı seviyede olabilir. Peki hayatı kim yaşamıştır, geriye hoş bir sadâ hangisinin hayatından kalmıştır?

POZİTİF DÜŞÜNMEK

İşte hepimizi bu iki kelime mahvetti! Nice kaygılar, acılar, ifade edilmesi gerekenler bastırıldı bu uğurda. Kocaman bir bilginin minicik bir parçasıydı Secret kitabı. Bilinçaltı programlama teknikleri, buzdolabına yapıştırılan son model otomobil fotoları, fit bedenler derken baktık olmuyor toptan bıraktık çoğumuz. Bir kısmımız dirayetli çıktı da tekrar tekrar başa dönmesine rağmen yolu yürümeye devam etti, anladı, bize de anlattı gittiği yol kadarını.

Efendim, baskılanan her şey sonunda fışkırıyor malum. Basınç bu, bazen de patlar Allah muhafaza, daha ağır bedelleri olur. İnsan zihninin negatif dediği gerçekleri kabul etmeden pozitif düşünmek kocaman bir balonmuş meğer. Ama şöyle düşünebilmek ne de güzel olur: “Evet, şu negatif düşünce kalıplarına, korkulara, kaygılara sahibim, işimi sevmiyorum, param yetmiyor ancak bunların hepsinin üstesinden gelmem mümkün ve bunu yapmak için emek vermeye, yüzleşmeye, kabul etmeye ve dönüştürmeye hazırım. Yolda kazalar yapabilirim, biraz geri düşüp sonra tekrar başlayabilirim ama bu yol benim yolum, bana özel ve şimdi ilk adımımı atıyorum.” İşte harika biz pozitif düşünce örneği. İrademize, gücümüze, hayatın, ilahi olanın desteğine inanmak.

NİYET ETMEK

Niyet ettim oldu. Olur, olmaz dersek taş oluruz. Küçük küçük olur, bazen kocaman olur, bazen hiç olmaz. İşte o zaman kafalar karışır. Çünkü niyeti bir piyango bileti ile karıştırırız çoğu zaman. Burada eylem parasını verip bileti almaktır. Gerisi bizden habersiz olur. Birileri bir yerlerde toplanır, noter gelir, bazen izleyiciler falan olur, kızlar düşen topları seyirciye gösterir, bizim rakamlar tutar ya da tutmaz ve bitti. Çok meraklıysak o an, öylesine bilet aldıysak “Aaa benim bir bilet vardı” deyip günler sonra kontrol ederiz ki tarih sahibi bilinmeyen nice ikramiyelerle de doludur.

Niyet öyle mi oysa? Netlik ister, ne istediğini bilmeni bekler. Hadi ne istediğini buldun, eksiksiz ifade ettin diyelim -ki bu eksiksiz ifade önemli- dört oda bir salon deniz manzaralı evinin niyetine huzuru eklemediysen müthiş gürültücü üst komşu ile kapıştığın an kafanda yanan ampul için artık çok geçtir: “Ay ben huzur dilemeyi unuttuuuuum!” Niyet işi detay, emek ve sabır ister. O evi zihin gözünde gördün mü, içinde kendini vizyonlayabildin mi, ne hissettiğini hissedebildin mi, bunu haftalarca yapabildin mi, tam da uykuya dalmak üzereyken ya da uyanır uyanmaz ya da meditasyonda, sonracığıma bugün gitsen alacakmışsın gibi ev ilanlarına bakmaya başladın mı, sen bu konuya odağını vermeye başladığın andan itibaren önüne çıkan fırsatları -bir broşür, bir teklif, bir telefon vb- fark ettin mi, hakkını verdin mi?  Haydi şimdi baştan başlayalım o zaman. Ama bunu çok daha kolay yapanlar var diyorsan, evet var ama onların rezonansına bu yazıyı denk gelmeyecek bile, biz kırk fırın hedefine devam edelim, tercihen glutensiz.

KODLAMAK

Bize özel kodlanmış bilekler, kolyeler, taşlar ve daha nicesi… Kişiye özel tasarlanmış enerjiler. Hepinizin enerjisine saygı duyuyoruz ama biz neciyiz burada?

Bu listede yer almayan ancak çok önemli olan bir başka kavram da “gücünü kaptırmak”. Başımız biraz sıkışmaya görsün hemen yaparız bunu. Şurada bir falcı varmış, kurşuncu bilmem kim çok iyiymiş, şu astrolog şöyle bildi falan demeye görsün birisi, başımız dardaysa en az birine koşarız. Bunların hepsi tercih edilebilir elbet, ancak özellikle kendini güçsüz hissettiği an insanın ilk işi bir başkasından güç almaya çalışmak olur. Oysa bir durup nefes alsak, gözlerimizi yavaşça kapasak, düzenli nefesler alsak, sonra sol elimizi kalbimize koysak ve içimizden deriiiin bir “Eyvallah” desek. Olana da olmayana da eyvallah. Sonra da bizi en mutlu eden anı, olayı düşünüp kalbimizde o anın coşkusunu hissetsek, fiziksel bedenimiz bu coşkuyla çoşsa, tüm hücrelerimize sağlıklı bir akış başlasa ve biz bunu her gün beş dakika yapsak… Aradığımız cevaplar kalbimize inmeye başlasa… Kendi gücümüzü böylece hatırlasak ve tüm o güzel ürünleri sadece niyetlerimizin bir hatırlatıcısı birer çapa olarak kullansak, tüm o diğer insanlardan sadece destek alsak ama gücümüzü kendimizde tutmaya ve büyütmeye devam etsek çok daha güzel olmaz mı?

AKIŞTA OLMAK

 Ne dedik az önce, olana da olmayana da eyvallah! Hani komik videolar var, akıştayım dedikten beş dakika sonra yazıyor üstünde ve çılgın bir nehirde bir kano oradan oraya savruluyor. Evet bazen akış böyle ama bazen de öyle, sakin, dingin… Hayatın tüm akışlarını kabul etmek, içinde dengede kalmaya gayret etmek, bazen salıvermek bazen de sımsıkı dimdik tutunmak, bir kurt gibi kışı geçirmek ama yediği ayazı unutmamak… Akış bu işte… Hayattan kusursuz, dingin, hep mutlu ve huzurlu bir akış bekliyorsak nehir sertleşiyor belki de. Tüm akışlara eyvallah diyebildiysek sakinleşiyor şakacı şey. BBG evine hoş geldiniz, biri bizi gözetliyor.

ANDA KALMAK

Akıştaysan zaten andasın, anda değilsen akışta da değilsin. Durgun bir gölün üzerindeki iskelede oturuyorsun, ayaklarını suya uzatmışsın. Hava limonata gibi, sadece doğanın sesi duyuluyor. Biraz ilerideki o şirin mi şirin evde akşam için en sevdiğin yemekleri pişiriyor o en sevdiğin kişi. Başını biraz yukarı kaldırıp gökyüzüne bakıyor ve huzurla gözlerini kapatıyorsun ardından. Dışarıdan bu kareye bakan herkes senin bir anda kalma uzmanı olduğunu düşünür oysa gerçek öyle mi? Geçen hafta patronun öyle bir laf etti ki sana, hala sinirlerin bozuk, aklına geldikçe bedenin geriliyor, rahatlamak için suya bakıyorsun, bir oh çekiyorsun, çok şükür burada oluşuma diyor gözlerini kapatıyorsun ve adamın yüzü gözünün önünde! Telefonu evde bıraktın buraya gelirken ama adam aramış mıdır, mesaj atıp o istediği saçma işle ilgili bir şey sormuş mudur diye düşünmeden edemiyorsun. Anda Kalamayanlar Kulübü’ne hoş geldin.

Zihin bu, her bir parçası bir yerde bırakıp toplamak kolay mı? Zor demeyelim hadi şimdi bir de zorluk bilinci başlığı açmak gerekecek, pratik istiyor diyelim. Eğer anda kalmayı bir guru, bir mürşit gibi yapabilmek daha doğrusu oralara yaklaşmak istiyorsak mindfulness pratiklerine başlamak en iyisi. Aksi takdirde andayım deyip dünyanın her bir yanında olmak olası.

Diğer yandan eğer sevdiğiniz bir işi yapıyorsanız, odaklanmış bir halde işinizi üretirken, örneğin bir yazı, bir çizim, bir tasarım yaparken hiçbir şeyin sizi bölmediğini, düşüncelerinizin akıp gittiğini ve müthiş bir şekilde anda olduğunuzu fark etmeniz mümkün. Haydi şimdi alalım o hali ve şuraya getirelim. Bir kez yaşadık neye benzediğini biliyoruz, yapabiliriz.


©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.