Röportajın 1. bölümü için tıklayınız…
DÖRT HAKİKAT BİLGİSİ
LA-İLAHE-İLLALAH
Özellikle Tevhit ayetleri ile ilgili açıklamalar yapıyorsunuz. Bu ayetler Kuran’ın kalbi sayılabilir mi? Bu ayetlerin açıklamasını anladığımızda aslında Allah’ın bizden istediği kulluğu mu gerçekleştiriyoruz?
Tevhit, “Allah’tan başka ilah yoktur (La-ilahe illallah)” cümlesidir. “Tek ve bir olmak” anlamındaki vahd (vahdet, vühûd) kökünden türeyen tevhîd “Bir şeyin bir ve tek olduğunu kabul etmek,” demektir. Hz. Peygamber “Ben ve benden önceki nebilerin söyledikleri en faziletli söz La ilahe İllallah sözüdür,” demiştir.
Kelimelerin en üstünü olan bu zikir dört şeyden oluşur. Olumsuzlama, olumsuzlanan, olumlamak ve olumlanan.
Dört ilahi nitelik ise alemin varlığının esasıdır. Bunlar: hayat, bilgi, irade ve sözdür.
Doğal dört ise cisimlerin varlığının esasıdır. Bunlar: sıcaklık, yaşlık, kuruluk ve soğukluktur.
Dört unsur türeyenlerin varlığının aslıdır. Bunlar: ateş, hava, su, topraktır.
Dört karışım canlının varlığının aslıdır. Bunlar: iki acı, balgam ve kandır.
Dört hakikat insanın varlığının aslıdır. Bunlar: cisim, beslenme, duyu ve konuşmadır.
İşte kul bunlara göre “La ilahe İllallah” derse alemin dili ve konuşmasında Hakk’ın vekili olur. Böylelikle alem onu zikrederken Hak da kendisini zikreder.
Tevhit ayetleriyle başlamamızın sebebi bundandır. Bu bahis İslam’ın ta kendisidir. Dediğiniz gibi kulluğun maksadı Allah’ı bilmektir, birlemektir.
İnsanın – ya da öğrenenin- nefsinde onu var eden Allah’ın birliği ve ilahlığında ortağı bulunmadığı hususunda bir bilginin gerçekleşmesi için gayrettir tevhit. Bütün insanlar Allah’ın mutlak birliğiyle onun vahdeti ve kendisinden başka ilah olmadığında görüş birliğine varmış, ardından ilahın mahiyeti hususunda görüş ayrılığına düşmüştür. Herkes nazari düşüncesinin sonucuna göre bir kâinat ileri sürmüş, ilahın sadece bu hükme sahip olabileceği kanaatine varmıştır. Halbuki o kişi ‘ilah’ dediğinin kendisinin kabul ettiği ve yarattığı bir şey olduğunu anlamamış. Kendi içinde ve itikat diye isimlendirdiği inancında yarattığı bir şeye ibadet etmiştir. Böylece insanlar ilahlar hakkında pek çok görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Tek bir şey ise kendiliğinde farklılaşmaz. O halde tek ilahın bu görüşlerden ya birisine ait olması gerekir veya onların hepsinden farklı olması gerekir. Durum böyle olunca insanlar taşları ağaçları yıldızları vb. yaratılmışları ilah edinmeleri kolay olmuş, bu durum onlara tesir etmiştir. Böylece her grup kendisine hâkim bir düşünceye göre bir ilah benimsemiştir. Allah ise bütün bunları reddederek demiş ki “Benden başka ilah yoktur” , “Yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar olsaydı, o ikisi bozulurdu,” Yer ve gök bozulmadığına göre – ki bu alemin varlığı ve sürekliliğidir- bu durum Allah’ın ‘bir’ olduğunu ve alemin bu ‘bir’den var olduğunu gösterir.
HER ŞEY CANLIDIR HER ŞEY ALLAH’I TESPİH EDER!
Hayy Kayyum Allah’ın İsmi Azamıdır diyorsunuz. Bunu bize de açıklar mısınız? Mukata harflerinin özelliği nedir?
Hayy ismi diğer isimlerin temeli gibidir. Nasıl temel olmadan bina yapılmazsa tıpkı bunun gibi Allah’ın bütün isim ve sıfatları Hayy ismi üzerine kurulmuştur. Alemin varlığı ve devamı Allah’ın ilahi isimlerine dayanıyorsa, bu ilahi isimlerin ardında da Allah’ın Hayy ismi duruyor. Diri anlamına gelen bu isim, Allah’ın zatına işaret eder. Hayat sahibi olan varlıkların tümü onun varlığıyla hayat bulur. İbni Arabi’ye göre her şey canlı olsun ya da olmasın diridir. Hepsi bir ilahi isme dayanırlar o da Hayy ismidir. Her şeyin Allah’ı tespih ettiğini, tespih eden her şeyin de canlı olduğunu söyler. Kayyum ismi her şeyi yaratma, layık olduğu kemale ulaştırma ve koruma hususunda sürekli bir şekilde ayakta tutan ve gözeten demektir. Allah Hayy ismiyle yaratıp Kayyum ismi ile ayakta tutar. Kayyum ismi, Hayy isminin ayrılmaz özelliklerinden olduğu için, ayetlerde birlikte zikredildiği görürüz. Aynı zamanda el Hayyül Kayyum Allah’ın ismi azamıdır ve İsm-i Azam Allah’ın en büyük ismi demektir. Rivayete göre Hz. İsa ölüleri diriltmek istediği zaman bununla dua ederdi. Hz. Peygamber’in de Bedir gününde secdede bu duayı ettiği, Allah ona fethi gösterinceye kadar da duaya devam ettiği Hz. Ali’den aktarılır.
İsm-i Azam’ın bilgisi aslında gaybtadır. Havas ve avam nezdinde her ikisinin de bildiği Allah’ın ismi azam olarak bilinen özel isimleri Ayet-el Kürsi ve Ali İmran suresinin başında yer alır. Hazreti Peygamber bu isimleri biliyor olmasına rağmen ilahi isim karşısındaki edebinden bu isim ile dua etmemiştir. Çünkü Hazreti peygamber Allah’ın nefsinde olanı bilmez belki de o kendisi için hayır içeren isimlerle dua etmiştir. Diğer peygamberler de -Allah’ın selamı onların üzerine olsun- Allah’tan istedikleri şeyler konusunda dua ederken bu özel isim dışındaki isimlerle münacat etmiştir. Eğer Allah’ın dua eden kişi hakkındaki ilminde kişiden razı ise ve dua edene bu konuda bir hayır söz konusu ise, tam dua ettiği esnada ona icabet eder eğer aksi söz konusuysa o zaman da dua edene duasında istediğini vermek yerine dereceler bahseder ya da kötülüklerini örter. Bu nedenle Hazreti peygamber ismi azam ile dua etmemiştir. Eğer bu isimle dua etmiş olsaydı duasına icabet edilirdi Allah’ın eşyaya dair ilmi geçersiz olmaz bu yüzden de Allah ehlini yani kendi yolunda olanları bu şekilde edeplendirmiştir.
MUKATTA HARFLERİ: EVLİYANIN İLMİ
Kuranı Kerim’deki mukatta harflerle ilgili alimlerin bir kısmı bu harflerin sırlı harfler olduğunu, bilgisinin de sadece Allah’ta olduğunu
söylemiş teviline gitmemişlerdir. Surelerin başındaki bu meçhul harflerin hakikatini ancak makul suretlerin sahibi olanlar bilir. Yani Allah dostu veliler bu ilmi ‘keşif’ yoluyla bilirler. El Hâkim Et Tirmizi bunu “evliyanın ilmi” olarak isimlendirmiştir. Ayrıca İbn-i Arabi her harfin ruhu olduğunu bu ruhla amel ettiğini söyler. Yani harfler melek cinsinden ruhların suretleri ve isimleridir. Kuran’ı okuyan kimse bu harflerle konuşup seslendiğinde o meleklere nida etmiş gibi olur. Onlar da ona icabet ederler. Yani kişinin ayette, surede okuduğu her kelamın doğruluğuna şahitlik eder ve okuyan kişi için dua edip, mağfiret isterler.
Yine bu harfleri ayın menzillerine de nispet etmiştir.
İNSAN RUHUNUN İKİ ELÇİSİ: İRADE VE DİL
Bütün sayıların 1’i ortaya çıkarmasının anlamı ve hikmetini anlatabilir misiniz? Elif Allah’ı Lam Cebrail’i Mim ise Hazreti Muhammed’i temsil ediyor diye anlattınız bu konuyu biraz açıklayabilir misiniz?
Bakara Suresinin başındaki bu üç harf ile bütün varlığa işaret ediliyor. Çünkü Elif, ilk varlık olan Zat’a (Allah’a) işarettir. Kuranı Kerim’de Şuara suresi 11.ayette ‘O’nun benzeri yoktur’ ifadesi de Zat’ı gösterir yani Elif’i simgeler. Bu özelliği ile 1’ e benzer. Sayının varlıkları ona ilişir. O ise hiçbirine bağlı değildir. Bütün sayılar 1’in bir araya gelmesiyle oluşur yani 1 bütün sayıları ortaya çıkarır. İki sayısına benzeri eklenmediği sürece, 1 herhangi bir mertebeyle sınırlanmadığı gibi, Elif harfi de sınırlanmaz. Elif bütün mertebelerde gizlenir. Böylece ismi bir yerde b olur bir yerde c olur.
‘Lam’ Cebrail olarak adlandırılan faal akla işarettir. Faal akıl ara varlıktır. Varlığın başından feyz alır varlığın sonuna feyz verir. Orta alemdir dolayısıyla sıfat mahallidir. Allah-u Teala’nın batındaki yani ruh ve mana planındaki elçisidir.
‘Mim’ ise varlığın sonunu temsil eden Hz. Muhammed’e işaret eder. Zahirdeki yani madde planındaki elçisidir. İnsanda da ruhun iki elçisi vardır. Batını elçi iradedir, vahyi dile getirir. Zahiri elçi ise dildir. İradenin tercümanı ve tabircisidir. Mim bütün sıfatlar ve fiillerle beraber Zat’a işarettir.
Burada Arapça harflerin sadece yazılışlarına baktığımızda bile söylemek isteğini çok daha iyi anlarız. Her harfin duruş ve şekli vardır. Elif’in dimdik ayakta duruşu ve harflerle bitişmemesiyle diğerlerinden ayrılır. Lam harfinin yukarıdan aşağıya doğru geldiğini, Mim harfinin ise lam harfinden aşağıya doğru uzandığını görürüz. Secde eder gibi. Bu harfleri simge olarak düşünürsek, manalarla olan uyumu da bizi hayrete düşürüyor.
Muhyiddin Arabi’ye göre Allah ve kul ilişkisi köle efendi kavramına benziyor. Ancak bazı kullar ilimle ve kullukta ileri mertebeleri ile bu kölelikten azat mı oluyor?
Hallerle ilgili bir durum bu. Yoksa Hak Haktır. Halk ise halktır.
Hürriyet, ruhu varlıkların boyunduruğundan çıkartan şeydir. Çünkü ruhun hakikatleri bilmemesinden kaynaklanan talebi, onu köleleştirmiştir. Allah ise, böyle bir talebin gerçekleşmeyeceğini bildirir. Allah’ın bilgisinde veya gerçeğin kendiliğinde bulunduğu hal hakkında bir bilgisi olmadığını ona öğretmişti. Ruh bu makamla nitelenip bu halle ortaya çıkarsa, Allah ona muradını verir ve var etme gücünü ve kuvveti ihsan eder. Bu makamla nitelenmekten aciz kalan ise, haliyle nitelenmekten daha acizdir. Çünkü hal ilahi vergi iken makam kazanılmıştır.
Allah kullarıyla birlikte yükümlülük altına girmiş ve şöyle demiştir. “Sizinle yaptığımız sözleşmeleri yerine getirin.” (Bakara 40) Allah bize kulluğumuzu inkâr ettiğimizi bildirerek yükümlülük altına sokmuştur. Kul olmasaydık bize yükümlülük yazılmazdı. İbn-i Arabi burada efendi ve köle örneği üzerinden benzetme yapmış. Allah’ı efendimiz, kulunu ise köle yerine koyarsak, hepimiz efendinin hükmüne bağlıyız. Hakikatimizden çıkıp, sahiplik, tasarruf alma, verme iddiasında bulunduğumuzdan emin olunca, bizimle kendisi arasında birtakım sözleşmeler yazmıştır. Bizden söz ve misak almış kendisini de bize katmıştır. Teşbihte hata olmasın yani bizi muhatap almış da kendisi de bizim karşımıza oturmuştur.
Sözleşmeli köle hür konumuna yerleştirildiğinde sözleşmeli köle olabilir. Hürriyet kokusu tahayyül etmeseydik, köle iken sözleşmeli köle oluşumuz mümkün olmazdı. Çünkü köle hakkında hiçbir sözleşme olmamakla birlikte kölenin hakkı da yoktur. Köle efendinin izniyle tasarruf edebilir. Efendinin emirlerini yerine getirirken de kendisinden bir söz ya da misak alınmaz. Kaçak köle misak altına alınır. Bu kaçaklığına karşı bir belgedir. Ariflere en ağır gelen ayetler içinde “Sözleri yerine getirin,” ifadesinin bulunduğu ayetlerdir. Çünkü bu ayetler köleyi Allah karşında kölelikten çıkarır.
HARİKULADE KAVRAMI
Keramet kavramını bize açıklar mısınız? Özellikle sıradan insanların bildiği kerametlerin tuzağını açıklar mısınız? Neden bilginin fazlasını istemeliyiz?
Keramet kelimesi Kur’an-ı Kerim’de “ekremekum” fiil kalıbında yer alır ve takva sahiplerine işaret eder. Hucurat Suresi 13.ayette bu kelimeyi “Allah katında en değerli olanınız (ekremekum) en takva sahibi olanınızdır.” Ayetinde görürüz. Takva da kelime anlamıyla “Bir şey vasıtasıyla korunmak, sakınmak” demektir. Bu yönüyle takva, ibadet ve ameller vasıtasıyla insanın kendisini ateşten korumasıdır. Ancak İbn-i Arabi bu kelimeyi “Allah vasıtasıyla korunmak, Allah’ı siper edinmek” şekline taşıyarak buna farklı bir anlam kazandırır. Böylece takvanın iki anlamı ortaya çıkar. Biri Hakkın siper olması, diğeri Hakka siper olmak. Hakkın hüviyeti yani kimliği kulun güçleridir. Böylece kul Hakka siper olur ve bilen bilmeyenden ayrılır. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Yalnızca derin akıl sahipleri öğüt alır,” ayeti bize bunu bildirir. Eşyaya tesir ettiği için bilginin önemi bellidir.” Yanında kitaptan bir ilim bulunan kimse ise; “Ben onu sana gözünü kırpmadan önce getiririm dedi.” (Neml Suresi 40) ayetinde belirtildiği gibi Hz. Süleyman’ın yanında hizmet eden Asıf’ın Belkıs’ın tahtını getirmesi olayı keramet türüne bir örnektir. Keramette kişinin ilminin yanı sıra himmet gücünün de olması gerekir.
İbn-i Arabî bize alemlerin çokluğundan bahseder. Bir alem kudret sıfatına dayanırken – ki orası hayal alemidir- diğer alem ise şu an içinde yaşadığımız alem olup, hikmet ve sebeplerin sonuçlarına bağlanmaya dayanır. Bizim alemimizdeki düzen, ardışıklık, alışıklık hep bir düzen içindedir. Bu düzeni Allah kendi kudretiyle yarattığı gibi bu alışkanlık ve nizamı yine kendi eliyle bozar. Buna “adetlerin aşılması” denir. İbn Arabi ve Sufiler “harku-l ade” terimini kullanırlar. Zaten bizde de harikulade kelimesi olağanüstü anlamına gelir. Adetlerin aşılması üç tür olur; Mucize, keramet ve sihir.
Keramet kulun himmet gücü, yani nefs-i kuvveti veya ilahi isimlerin özelliklerinden kaynaklanır. Kerametler kulun bilgisi dahilinde himmet gücüyle ortaya çıkarken, mucizelerde peygamberlerin gücünün hiçbir payı yoktur.
Haktan gelen keramet, Allah’ın el-Birr isminden, iyi kulları için karşılık olarak gerçekleşir. Sıradan insanlar kerameti düşünceyi okumak, geçmiş gelecek ve şimdiki zamanda bilinmeyenleri bildirmek, su üstünde yürümek, havayı yarmak gibi duyusal tarzda algılarlar. Manevi kerametleri Allah’ın seçkin kulları tanır ve bilir. Bunu herkes idrak edemez. Manevi kerametler, şeriat adabının korunması, güzel ahlakı yerine getirmek, kötü ahlaktan uzaklaşmak, vaktinde farzları yerine getirmek, kalbi bütün kötü niteliklerden arındırmak, Allah’ın haklarını kendinde ve eşyada gözetmektir. Allah onlara Hakkın karşısında olduğu bilinci anlamındaki huzur elbisesini giydirir. Bütün bunlar aldatma ve tuzağın giremediği velilerin manevi kerametleridir. Sıradan insanların bildiğini söylediğimiz kerametleri hepsinde gizli bir tuzak olabilir.
Allah kerameti amelimiz ve fiillerimizin karşılığı yapmıştır. Bir veliye keramet gösterme ve âlemde etkili olma imkânı verildiğinde, aldatılan kimsenin derecesi başkasının derecesinden bir derece eksilir. Hak bu dereceyi onun adına diler. Bunun üzerine Allah, onlarda kerametleri gösterme yolunu istemeyi yaratır. Hâlbuki bunun, payın eksilmesine yol açan ilahi bir tuzak olduğunu fark edemezler. Bunun üzerine gönüllerine onların elinde gerçekleşecek kerametlerin insanların Allah’a itaat edeceğini, yok edici günah denizlerinde boğulanları kurtaracağını, onları alışkanlıklarından kurtaracağını belirten bir ilham doğar. Bu ilhama göre, keramet göstermek, kendisiyle Allah’a davet edilebilecek en büyük işlerden biridir ve bu nedenle de nebilerin ve velilerin bir özelliği olmuştur. Sonra, içinden kendisini varislerden sayarak bu davranışın hallerin sonucu olduğunu düşünür. Bütün bu durumlar, gösterme güçleri olsa bile, Allah’ın velilere kerametleri gizlemeyi farz kıldığından, kendisini perdelediği gibi, kendiliğinden Allah’a çağırmakla memur oldukları için peygamberlere mucizelerini göstermeyi emrettiğinden habersiz kılar. Veli ise böyle değildir. O, sadece peygamberin davetini aktarmakla veya onun diliyle Allah’a davet eder. Yoksa Allah’ın herhangi bir peygamber adına meydana getirdiği bir dille insanları Allah’a davet etmez. Şeriat, kendisini bilen alimler nezdinde onaylayıcıdır. Öyleyse peygamber, Allah’ın bildirdiği meşru hükümlere göre Allah’a davet ederken bir basirete sahiptir. Veli ise peygamberin hükmüne göre davranır. Bu konuda ona uyulmadığı gibi aynı zamanda (kendiliğinden) basirete de sahip değildir. Öyleyse keramet göstermenin bir yararı da yoktur. Peygamber ise, öyle değildir, çünkü peygamber, şeriat getirir ve daha önce başka peygamberlerin eliyle ortaya konulan bazı hükümlerin hükmünü kaldırır. Dolayısıyla onun Allah’tan haber verdiği (iddiasında) doğru sözlülüğüne delil teşkil edecek bir mucize ve alamet göstermesi kaçınılmazdır. Bu sayede peygamber, süresinin dolması nedeniyle, başka bir peygamberin diliyle ortaya konulan hükmü ortadan kaldırır. Keramet göstermeye kalktığında veli, kendi özelliğiyle birlikte, bir vacibi terk etmiş olur. Böyle davranmak ise, (kerameti gizleme emrini) yerine getirdiğinde ve ona göre davrandığında elde edeceği mertebeyi eksiltir. Kimi veliler de vardır ki Allah’ın kendisine verdiği kerameti gizler ve bu işi Allah’a havale eder. Allah dilediği zaman onun adına kerameti ortaya çıkartır. Asıl keramet ise, Kur’an-ı Kerim’in zahiri ve batınını birleştirerek anlayabilmektir.
Röportajın 3. bölümü için tıklayınız…
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.