Biz Kuvâ’nın ta kendisiyiz!
Farkındalık

Biz Kuvâ’nın ta kendisiyiz!

Geçen gece kızımla “devlet” kavramını konuşuyorduk. Hani şu anayasanın üçüncü maddesinin tartışıldığı gün var ya, onun gecesi. Kızım devlet kelimesini sözlük anlamı üzerinden ele almıştı ve ilgili maddede devlet kelimesinin kullanılmasına lüzum olmayabileceğini söylüyordu. Dilsel olarak haklılığı tartışılabilirdi ama konumuz herhangi bir cümledeki fazla kelimeleri atmak değildi elbette. Aynı günün sabahı ben de kişisel Instagram hesabım üzerinden bizim için “devlet” kelimesinin, sözlük anlamının çok daha ötesinde bir yerde durduğunu anlatmıştım. Kızıma da bunu anlatmanın bir yolunu bulmalıydım.

Biz aile içinde kendimize “Kapucuoğulları” deriz. “Kapucuoğullarııııı, yemek hazır,” gibi ya da “Kapucuoğullarııııı hadi plan yapalım” gibi. Bu isimde bir whatsapp grubumuz hatta bir Kapucuoğulları şarkımız bile var, akşam eşim eve gelince hep bir ağızdan söylediğimiz. Komik ama var işte. Kızımla devlet konusunu konuşurken dedim ki, “Aile nedir?” Kelimenin sözlük anlamı, “Evlilik ve kan bağına dayanan, karı, koca, çocuklar, kardeşler arasındaki ilişkilerin oluşturduğu toplum içindeki en küçük birlik”tir. Peki deseler ki, “Size ‘aile’ demeyeceğiz siz anne, baba ve çocuklar olarak zaten aile kavramına uyuyorsunuz, üstelik Kapucuoğullarısınız da sence bu ifade, ‘aile’ kavramının beraberinde getirdiği tüm diğer şeyleri kapsar mı?” Kapsamaz, dedi.

Çünkü sevgili dostlar, kavram başka bir şeydir, terim başka bir şey, kelime ise başka bir şey. Devleti, kavramsallığından sıyırıp önümüze sadece bir kelime olarak bırakırsanız bu elbette onu bir kılçıktan farksız kılmayacaktır. Onu kavramsallığından çıkarıp sadece terim olarak alırsanız da bu defa elimize sadece suyunun suyu kalacaktır. İşte o gece kızıma, göğsüm kabararak, bunu anlatmaya çalıştım. Ve en sonunda gözlerim dolarak dedim ki “Ben bunları sana anlatıyorum, sen de kendi çocuklarına ve eğer ölür gidersek kardeşine anlatacaksın. Bu da benim sana vasiyetim olsun.”

Sevgili dostlar. Dünya üzerinde başka bir ülke var mıdır bilmem, halkı ülkesini her an korumak ve milli değerlerini savunmak zorunda olsun… Çocuklarımızla konuşurken, genele şerh düşerken, yeni gerçekler kadim doğruları ezip geçerken bizler, oraya buraya şuraya şerh düşmek zorundayız. Devleti, halkı, Türk kavramını, milleti, toprağı, hava sahasını, denizleri, yeşil biberi ve erişteyi ve tarhanayı lüzumu olan her anda cansiperane bir şekilde korumalıyız. Bu bizim sadece Ata’mıza değil atalarımıza borcumuzdur. Unutulmamalıdır ki bizim için hiçbir kelime sadece bir kelimeden ibaret değildir; onun kavramsal karşılığını arayıp bulmak gibi bir sorumluluğumuz var.

“Ben zannediyorum ki, millet fertlerinden hiçbirinden fazla yüksekliğe sahip değilim. Bende fazla bir girişim görüldüyse bu benden değil, milletin bileşkesinden çıkan bir girişimdir. Sizler olmasaydınız, sizlerin vicdani eğilimleriniz bana dayanak noktası olmasaydı; bendeki girişimlerin hiçbiri olmazdı. Ben milletin vicdanında ve istikbâlinde ihtisas ettiğim büyük tekâmül istidadını, bir millî sır gibi vicdanımda taşıyarak peyderpey, bütün heyeti içtimaiyemize tatbik ettirmek mecburiyetinde idim.”

Mustafa Kemal Atatürk

Umde

Kavramlar öyle önemli ki… Kim ne demiş, kim ne demek isterken aslında aynı anda başka ne demek istemiş. Onu neden öyle dememiş de böyle demiş. Bu soruları sormadan, hiçbir tarihi sözü tam anlayamayız.

Deha adlı dizinin son bölümünde çok güzel bir sahne vardı, Devran rehberine soruyor, “İnanıyorsun bana değil mi? Hep yanımdasın?” Rehberi cevap veriyor, “Bir şartla, çıkarların için değil ilkelerin için savaşacaksın!” Nedir ilke? Her türlü tartışmanın dışında sayılan, ana düşünce, temel inanç, baş kural. İşte “umde” bu. Öyle lafın gelişi değil, tüm hücrelerinde gezinen ilkeler. Aklına, adaletine, yüreğine, menfaatlerine, nefsine hükmeden ilke ve ilkeler: umde

Peki şimdi ben nereden çıkardım umdeyi? Mutlaka bilirsiniz, Atatürk 1921’de Associated Press muhabirine Ankara’da verdiği demeçte şöyle diyor, “Türkiye Türklerindir. İşte milliyetperverlerin umdesi budur. Biz, hukukumuzun (haklarımızın) müdafaası için mücadeleye devam etmeye karar verdik.” Biliyorum böyle şeyler söylendiğinde bazılarımız hemen itiraz etmek istiyor ancak tam bu noktada Atatürk’ün ne demek istediğini anlamak için Anayasanın 66.maddesine gitmemiz gerekiyor. Ne diyor 66.Madde: Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür. Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türk’tür. Vatandaşlık, kanunun gösterdiği şartlarla kazanılır ve ancak kanunda belirtilen hallerde kaybedilir. Hiçbir Türk, vatana bağlılıkla bağdaşmayan bir eylemde bulunmadıkça vatandaşlıktan çıkarılamaz. Vatandaşlıktan çıkarma ile ilgili karar ve işlemlere karşı yargı yolu kapatılamaz.

Atatürk’ün bahsettiği milliyetperverlik de bizim kalbimizdeki Türk’ün karşılığı da budur: Kalbinde Kuvayi Milliye ruhunu taşıyan, Misak-i Milli’yi ırklar ötesi içselleştirmiş; bu bayrak altında yaşayan ve Türkiye Cumhuriyeti kimlik kartını cüzdanında taşıyan herkesin, istisnasız herkesin eşitliğini savunan; din, dil, ırk, vicdan, ibadet, ifade ve irade özgürlüğüne inanan, aileliğini bu kalbi birlikten alan herkes. Çünkü ancak bu sayede Kürtler, Lazlar, Çerkesler, Gürcüler, Ermeniler, Rumlar ve (66.maddenin ikinci cümlesindeki) Türkler vb. olarak biz, tek vücut, tek akıl, tek irade olabiliriz. İşte “her milliyetperverin umdesi budur” denildiğinde söylenmek istenen de budur. Hep birlikte biz, Anadolu ruhunun taşıyıcılarıyız. Biz, sensiz bir eksiğiz diyenler, eksik olmak istemeyenleriz. Hepimizin birbirimizin kalbindeki yeri başka, tadı başka, görevi başka, hizmeti başka. Bakmayın sanki ayrı ayrıymışız gibi paketlenilmeye çalışılmasına, biz, biziz. Kuvâ’nın ta kendisiyiz.

“Efendiler, tevessül ettiğimiz büyük icraatta, milletimizin yüksek kabiliyeti ve yüksek aklıselimi başlıca mürşidimiz ve membaı muvaffakiyetimiz olmuştur.”

Mustafa Kemal Atatürk

KUVÂ

Kuvâ, güçler demek, kuvvetler. Çocukluğumuzdan beri duyduğumuz Kuva-yı Milliye de milli kuvvetler, ulusal güçler demek. Kuva-yı Milliye’nin en önemli özelliğini öğrendiğimde çok etkilenmiştim. Kuva-yı Milliye, merkezi bir örgütlenmeye sahip değildi. Her biri yerel, bölgeseldi ve birbirlerinden bağımsız ama birbirlerinin varlığından aldıkları güçle hareket ediyorlardı. O bir kutsal ruhtu, derin bir direnişti.

Atatürk’ün Kuva-yı Milliye ruhunu anlamamızı sağlayan, Nutuk’ta da yer alan şu açıklaması çok önemlidir: “Biz, yaşamak isteyen, onur ve şerefi ile yaşamak isteyen bir milletiz… Bilgin, cahil, istisnasız bütün millet fertleri, belki içinde bulundukları güçlükleri tamamen anlamaksızın, bugün yalnız bir nokta etrafında toplanmış ve kanını sonuna kadar akıtmaya karar vermiştir. O nokta: tam bağımsızlığımızın sağlanması ve devam ettirilmesidir. Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasî, malî, ekonomik, adlî, askerî, kültürel vs. her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımızın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, millet ve memleketin gerçek manası ile bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir.”

“Vatanı müdafaa ve muhafazadan ibaret olan vazife-i asliye, doğrudan doğruya milletin kendisine teveccüh etmiş bulunuyordu. Millet, orduya kendi içinden teslim etmiş evladını, düşman tecavüzüne maruz kalan mıntıkaların müdafaasına, düşman tasallutuna uğrayan kardeşlerinin hayatının muhafazasına, memur etmeğe mecbur olmuştu. İşte buna Kuva-yı Milliye diyoruz ve bütün kâinat böyle diyor.”

Mustafa Kemal Atatürk

Ruhumuzda Umut Var!

Bugün 27 Ekim 2024, Pazar. Bir yandan içeride çamaşırlar yıkanıyor. İçim kıpır kıpır, bu yazıyı yazacağım diye. Sabah neşeyle krep yaptım evdekilere, sonra ortalığı toparladım, bulaşıkları yıkadım, yemek pişirdim. Normalde, her işi yoluna koyup bir keyif kahvesi içerdim. İçmedim. Onun yerine, bilgisayarımın başına geçtim. Günlerdir söylemek istediklerimi yazayım diye. Peki neden? Hava çok güzel, evimiz huzur dolu, çıksam dışarı çıkabilirim, istesem güzel bir film açabilirim ama hiçbiri beni burada oturup bunları yazmak kadar heyecanlandırmıyor bugün. 29 Ekim geliyor çünkü. Cumhuriyetin 101.yılı. Binlerce yıllık tarihimizin, asil kilometre taşı. Ve biz, sevgili dostlar, çok önemliyiz. Benim kalkıp bu yazıyı yazmam çok önemli, sizin ne yapabiliyorsanız 29 Ekim ruhuyla onu yapmanız, çok önemli.

Bakın Atatürk ne diyor: ”Güçsüz ve korkak insanlar, herhangi bir felaket karşısında milletin de uyuşukluğa düşmesine ve çekingen bir duruma gelmesine neden olurlar. Güçsüzlük ve kararsızlıkta o kadar ileri giderler ki, adeta kendi kendilerine hakaret ederler. Derler ki, biz adam değiliz ve olamayız! Kendi kendimize adam olmamıza imkân yoktur. Biz kayıtsız şartsız olarak varlığımızı bir yabancıya teslim edelim. Balkan Savaşı’ndan sonra milletin ve özellikle ordunun başında bulunanlarda başka türlü, fakat yine aynı zihniyeti benimsemişlerdi. Türkiye’yi böyle yanlış yollarda çökme ve yok olma uçurumuna sürükleyenlerin elinden kurtarmak gerekir. Bunun için bulunmuş bir gerçek vardır. O gerçek de şudur: Türkiye’nin düşünen beyinlerini yepyeni bir imanla donatmak. Bütün millete taptaze bir manevi güç vermek.”

Umudumu Adsızlardan Alıyorum

Evet kesinlikle çok yorgunuz. Evet, yarını görememek geceleri uykularımızı kaçırıyor. Evet fakirleştik. Evet, işler çok yolunda gitmiyor. Evet, şaşırdığımıza şaşırdığımız günlerdeyiz. Evet çocuklar, kadınlar öldürülüyor. Evet, berbat bir hayvan yasası var. Evet, her gün dünyanın en saçma haberleriyle uyanıyoruz. Evet ne o partiden hayır var ne bu partiden. Evet, sağcısından da solcusundan da ayrı bıktık.

Ve evet, ben hala ümitvarım. Bu ümidi, tarihimizden alıyorum. Üstelik sadece Atatürk’ten de değil. Tarih boyunca nice ümitsiz şartı zekice yönetmiş kahraman kumandanlardan, devlet adamlarından, padişahlardan, sultanlardan alıyorum. Ümidimi, göçebe atalarımın yine ve yeniden “var ve bir” olabilme becerilerinden alıyorum. Ümidimi bir ölüp bin doğanlardan, her savaştan açık alınla çıkanlardan, üzüm hoşafından, kuru ekmekten, yamalı gömlekten, sıyrılmış yemenilerden alıyorum. Ben ümidimi, İstiklal Savaşı’nın “adsızlarından” alıyorum. Kim mi o adsızlar, “Muharebelerin mihnetlerine alın terleri ve gözyaşları ile katılmış yarı aç, yarı tok, lime lime kıyafetli analar, gelinler, kızlar, çocuklar ve ihtiyarlardı. Hep birbirlerine sokularak, hep birbirlerini kendilerine siper ederek, önlerinde hayal meyal kağnıları, böğürleri birbirlerine geçmiş öküzleri, inekleri ve ellerinde üvendireleri ile uçsuz bucaksız bir kadınlar, çocuklar ve ihtiyarlar ordusu…”[¹]

Demeyin

“Bu millet adam olmaz.”
“Bu ülkeden hiçbir şey olmaz.”
“Bir daha düzelemeyiz.”

Demeyin. Atatürk’ün şu anısını çok severim, “Gece hiç uyuyamadım… Acaba bu vaziyet bizim için ne gi­bi ihtimaller doğurabilir diye düşündüm durdum. Uykum kaçtı. Her ne ise, hayır­lı olsun. Yaşarsak önümüze çıkacak güçlükleri, bağlandığımız prensipler çerçevesi içinde yenmeye çalışırız ve yeneriz.” Bu “hayırlısı olsun” demelerin altındaki irade koyma cesareti, beni inançlı biri yapıyor. Biz de çalışır, biz yeneriz. Üstelik çalışıyoruz da. Epey oluyor, bir arkadaşımla Bağdat Caddesi’nde yürüyorduk. Kendisi çok değerli, alanına önemli katkılar sunan bir profesördür. İlkesel olarak reddettiği işleri, başkalarının kabul ederek elde ettikleri serveti hayıflanarak anlatıyordu. “Ülkenin çivisi çıktı be Serda,” dedi, üzülerek. “Öyle deme” dedim, “biz daha çıkmadık. Böyle mıh gibi duruyoruz bak. Evet bu sebeple kısa vadede kaybediyor gibi görünebiliriz ama yerimizden oynamamamız çok önemli. Rahatla. Sen doğru olanı yapıyorsun.”

Sevgili dostlar, Kuva-yı Milliye ruhu kalbimizde atıyor, bu ruhun kimyası varlığımızı parlatıyor. Buradayız ve çok iyi iş çıkarıyoruz.

Karşı koyduğumuz, reddettiğimiz, şerh düştüğümüz ve kapsadığımız, savunduğumuz, muhafaza ettiğimiz her şeyle buradayız. Detay detay, ince ince kavradığımız, sarıp sarmaladığımız, hatırlattığımız, unutturmadığımız, anlattığımız ve açıklığa kavuşturduğumuz her şeyle buradayız. Kollarımızı göğsümüzde kavuşturup beklerken de burayız, başımızı göğe kaldırdığımızda da. Her defasında, çekmeceden besmeleyle çıkardığımız bayrağımızı balkonlarımızda asarken de buradayız, İstiklal Marşı’nda gözlerimiz dolarken de.

Kuvâ biziz sevgili dostlar. Umut kuvâdan yapılmadır; kuva, umuttan. Her yıl olduğu gibi bu yıl da 29 Ekim’i iman dolu göğsümüz kabararak kutluyoruz. Cumhuriyet Bayramımız kutlu, kalbiniz umutlu olsun.


[1] Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam.


©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

serda-kranda-kapucuoglu_
Kitap projeleri, yayın danışmanlığı, yazar koçluğu ve geliştirici editörlük yapıyor. Jungian Koç. Birdenbire adlı ilk romanını 2022’de yayımladı. Kurucusu olduğu ZB Akademi’nin Serda Kranda Akademi markası altında hem kurumlar hem de bireyler için editörlük ve yazarlık atölyeleri düzenliyor, editoryal danışmanlık veriyor. 21 Gün Okuyanları adlı okuma kulübünün kurucusu. Mümkün Dergi’nin ve 360 derece editörlük ve yayın danışmanlığı hizmetleri veren Mümkün Ajans’ın kurucu ortaklarından. Edebiyat, felsefe, mitoloji ve psikolojiyle ilgileniyor. 1979 İstanbul doğumlu. Evli, kedili ve iki kız annesi.