Farkındalık

İnsan Pi sayısına benzer, sayı gibi görünür ama sayı değildir

İnsan neden Pi sayısına benzer? Beşer nedir? Bişer kimdir? Herkes ayna, her şey bir işaret mi? İslam’ın gerçek anlamı nedir? Tasavvuf yolu herkese açık mı? İslam’daki salat kavramı ne anlama geliyor? Bugünün Tasavvufu, Asi Peygamberler, Sezginin Sonsuzluğu gibi kitaplarıyla sorgudan korkmayan, gönül aynasını açan hakikat yolcularına tertemiz bir meşale tutan Çağrı Dörter, Mümkün Dergi’nin sorularını yanıtladı.

Belki de daha önce hiç sorulmayan soruları…

Sevgili Çağrı Dörter’le bir araya gelişimiz BugününTasavufu kitabıyla olmuştu. Benim için ilahi lütuflardan biridir o an. Kitap üzerine konuşmaya geldiğinde, göz kamaştırıcı mı desem, hem göz kamaştırıcı hem de mavi bir su gibi huzurlu bir dinginlikte mi desem, genç bir adam girdi kapıdan içeri. Sohbet su gibi aktı. Sonra kitaplar da akmaya başladı. Aktıkça dereler denizlere karıştı. Şimdi okyanusa doğru gidiyor.

Çağrı ile bu sefer de Bodrum Gümüşlük’te bir öğle vakti uzun uzun konuştuk. Bir neşve aktı gitti.

Bugün geldiğin noktadan geriye baktığında hangi duraklar vardı hayatında. Neler öğrendin bu yolculukta?

Herkesin yürüyüşü kendine has ama mutlaka o duraklar paralellik gösteriyor. İstasyonlar hep aynı. Kimi başka şehirlerden, başka yerlerden geçiyor ama o duraklar hep sabit kalıyor. Bu açıdan herkesin yolculuğu hem benzersiz hem de paralellikler içeriyor. Benim hayatımda çok eskiden beri, kendimi bildim bileli bir nokta var. Bu nokta, sorgulama noktası. Herkesin başlangıcı sorgulama noktasıdır. Bu nokta kimi insanda 40 yaşında da olabilir, kimisinde 5 yaşında. Ama herkesin ilk başlangıcı sorgulama noktası. İnsan zaten kendi halinde bile değişiyor. 

İlk aşamada insanların bir aşka düşme durumu oluyor. Bir insanın aydınlanma diye bir şeyin var olduğunu bilmesi bile çok büyük lütuf. Çünkü o zaman kendini ona açabiliyor. Ve bu sorgulamadan sonra insan alıştığı o küçük kulübesini terk etmek zorunda. Paylaşımlarda da örnek veriyoruz. O kulübede rahat ve konforluyuz. Ne kadar kulübe de olsa seni yağmurdan koruyor. Bir nevi yuva orası ama orayı terk edip yürüyüşe çıktığında yağmur yağıyor ıslanıyorsun, fırtınada kalıyorsun. İlk aşamada insan soru sormaya başladığında aslında eskisinden daha iyi bir yere gitmiyor. Eskiden en azından iyi kötü inançları vardı. Sonra fark ediyor ki bunların hepsi zan olabilir. Dinler de yaygın halde sembolleri içeriyor. Onların anlamını din görevlisi dahi bilmiyor. Hâkim değil, iş taklide dönmüş. Hepsi için söylemiyorum ama çoğunluk böyle maalesef. Bu yolda çok âşık olması lazım yoksa gönül anlamında hiç yol alamıyor insan. Ezber tekrarlıyor, onun da tasavvuf yolunda bir değeri yok. Her insanın sıfırdan başlayıp akli miracını tamamlamasıdır ruhsal miraç, aydınlanma dediğimiz. Miraçtan bahsediyoruz, bu herkese açık. Zaten nur-u Muhammedi o miracı yapar deriz, nitekim yapmak istediği de oydu. Bu miracı gerçekleştirebilirsiniz bu sizin hakkınız. Ben kimim? Allah nedir, nerededir? Bunu bilebilecek tek varlık da insan. Bu sorguyu yapana, ister dünyada olsun ister başka bir gezegende yaşasın, bu varlığın hepsine insan deniyor. Farkında olan varlıklar canlıdır, hayvanlar da farkında ama farkında olduğunun farkında olan canlıya insan diyoruz. Kendini dönüştürebilen canlı insan. Kedi köpeğe dönemiyor, ağaç olamıyor ama insanın içinde bütün bu sıfatlar var ve bu sıfatlar arasında yolculuk yapabiliyor. Ama genelde bu sınırsız dönüşüm kapasitesini hiç kullanmayabiliyor. Birkaç sıfata tutunuyor. O sıfatlarla yaşıyor ve gidiyor. Küçük kulübesini terk etmiyor.

Sen hep “Bu yol herkese açık” diyorsun ama bir bakıyorsun en küçük bir adım bile atmak istemiyor insan.

Adım atmayana açık değil. Anadolu erenlerinden İsmail Emre’ye diyorlar ki; “Efendim, biz böyle bir güzelliğe, zevke düştük, kendi varlığımızı öğreniyoruz, bunun zevki hiçbir şeyle değişmiyor ama birçok insan bunları hiç sormuyor bile.”

“Evladım” diyor, “Herkes sorsaydı hiç ekmek yapacak insan kalmazdı, ölürdük açlıktan.” Espriyle karışık o fonksiyonu gerçekleştirebilmesi için sormamak ona kolaylaştırılıyor, o kendi halinde. Sistem, senin zamanın gelmedi, demiyor. Zamanı gelmemekle sormamak aynı şey.  

İŞARET: VİCDANIN UYANMASI

O halde seviye diye bir şey yok.

Kesinlikle! Hepsi benzersiz. “Her ne varsa alemde, o var ademde” sözü üzerinden bacaklar, eller, kollar gibi hepsi yolu oluşturuyorlar. 

Bu yolu sürenlerin tarih içinde sayısı bile çok tutarlıdır değişmez. Soran artıyor ama yolu sürmeye gelince bir yerde bırakıyor insan çünkü uzun maraton, senelerce sürebiliyor. Bir ömür sürüyor ama insandan fedakârlık ve emek istiyor, kendini dönüştürmek zor bir şey olduğu için. Herkes o yolda kalamıyor, yoruluyor. 

Bir ayet var galiba, “Kim neyi severse o ona sevdirilir” diye. Mesela resim yeteneği olan bir insan ders almadan çok güzel resim yapıyor ama öteki yapamıyor… Herkesin sıfatları var. Herkesin bir görevi var. Peki biz görevimizi doğru yapıp yapmadığımızı nasıl anlayacağız? 

İnsanın vicdanının uyanmış olması gerekiyor. Zaten Hak noktası insanla konuşur denir, insanın vicdanı uyanmışsa ondaki o gönül rahatlığı onun işareti. Hiçbir şey yapmasa bile insan varoluşuyla çevresini etkileyen bir varlık. İlla bir şey yapmasa bile çevresine zarar vermemekle aktif olan bir varlık. Her insanın da içsel olarak çekildiği bir şey oluyor. Kimisi hayvanlara çekiliyor. Kimisi çocukları okutmaya, kimisi zorda olanlara başka bir şekilde yardım etmeye. O yüzden her insanın çekildiği bir şey oluyor. Zorla yapmasına gerek yok. Zaten o geldiği anda açılıyor, insanın her zaman da aktif olması gerekmiyor. Bir süre kendi içine çekilip dinlenme ihtiyacı oluyor insanın. Zamanı geldiğinde de açılıyor.

Vicdan uyanması nasıl oluyor?

Vicdan uyanması şey gibi; kimi insan vardır, örneğin kalp kırar, duyarsız davranır. Bakarız çok da sıkılmaz çünkü vicdanı uyanmamış, bir nevi olgunluğa girmemiş. İçinde, o sıkıntıyı görmeyecek kadar bir karmaşa var ve dolayısıyla o vicdan sızısının farkında değil. Vicdanı uyanmış derken kendisine dışardan bakabilen ve insanlara nezaket içinde ve özenli davranabilenleri kastediyoruz. Onlar zaten varoluşlarına aykırı bir şey yapınca vicdan tarafından uyarılırlar. Ötekinin içi çok gürültülü olduğu için vicdanının sesini duymak istemez.

Ama bu temel bir şey değil mi? Bizden istenen bir şey değil mi vicdanın uyanması? 

Duyarlılık geliştirmek her insan için açık. Çok uzak görünen insanlarda biz buna tecelli diyoruz. Açığa çıkan bir olayla bir anda kendilerini hesaba çekebiliyorlar. Özeleştiri yapabiliyorlar, “nefs-i levvame” dediğimiz, Bugünün Tasavvufu’nda da yazdığımız gibi kendini eleştirmeye başlamadan bu yola girilmiyor.

BEŞER, BİŞER OLURSA İNSAN OLUR

Kuran’da da “nefs-i levvame”ye bir sesleniş var. 

Levvame ve daha ötesi, sonraki nefsler ayrıdır. Emmare şeytaniyet noktasıdır, ona hitap ayrıdır. 7 tane nefs mertebesi var hepsine hitap ayrıdır ve dolayısıyla biz hangisinde isek o ayetler bizim muhatabımız, ötekiler değil. Dolayısıyla insanlar şaşırıyor, diyorlar ki şu ayetle şu ayet uymuyor. Farklı nefs mertebelerine hitaptır ve o nefs mertebelerinin yaşantıları ve gerçekleri farklı olduğu için onlara göredir. Örneğin Nefsi Emmare en yaygın nefs mertebesi olduğu için onlara deniyor ki “Allah’tan sadece hayır gelir, şer sizin nefsinizdendir.” Sen kendin şer yaratıyorsun. Genel örnek olarak araba örneğini verelim. Sen arabayla giderken zikzaklar çizip risk alarak araba kullanıyorsan, “Allah başıma kaza verdi,” deme hakkın yok diyor. Sen kaza yapmaya kaşındın. Allah’a atamazsın suçu diyor. Ondan sonraki nefs mertebelerine gelelim, yolun karşısından gelen, hiç suçu olmayan bir insan var, arabayı düzgün kullanıyor ve fakat karşıdan gelen hakimiyetini kaybedip ona çarpıyor. Ona hitap başka, diyor ki “Hayır ve şer Allah’tandır.” İki ayet arasında fark var gibi görünüyor, halbuki değil. Hayır ve şer Allah’tan. Şer yaratan nefs mertebesi için diyor ki sen şer yaratıyorsun. Ötekine ise varoluşu içinde Allah’tan geldi. Araba örneğinde olduğu gibi çarpan kendi şerrini kendi yaratmış oluyor, onu Allah’a atma. Ötekinin bir suçu yok, o zaman ona diyor ki suçu kendinde arama, bu senin kaderin, bu Allah’tan geldi, senin suçun yoktu. Buna “ilahi kaza” diyoruz. Nefs-i Emmare’nin ise bunun kendi cehaletinden olduğunu bilmesi lazım. Kendinden olduğunu bilip pişmanlığa giren şer yaratmayacak artık. Anadolu erenleri çok güzel söyler: “Beşer, ‘bişer’ olursa, şer’ini kaldırırsa insan olur.” Şer doludur beşer, önemli olan onu insan etmek. Beşer kendine sıkıntı yaratacak davranışlara girmediğinde başına gelenleri Hak’tan bilir ve onlar daha anlamlıdır onun için. Der ki, “Benim gitmem gereken yere daha geç gitmem gerekiyormuş” ama öteki zaten kendi şerrini kendi yarattı. Burada bir anlam derinliği yok. Önce kendisi ve çevresi için şer yaratmayı bırakması lazım. O zamana kadar hepsi kendi nefsinden.

Spritüel çalışmalarda atalara, karmalara filan gidiyoruz mesela. Belki o yüzden başımıza kötü bir şey geldiğinde ona bağlıyoruz. Tasavvufta böyle bir şey var mı yoksa her varlık doğduğu anda kendi varlığıyla mı bunu yaşıyor? Buna sen nasıl bakıyorsun? 

Tasavvuf açısından parmak izi değişse de bir enerji farklı şekillerde açığa çıkabilir. Reenkarnasyon gibi değildir ama daha farklıdır. Burada olduğumuz insan bu bedenle de bağlı ve benzersizdir. Beden kaydı aradan çıktığında geride kalan öz başka bir kıyafet giydiğinde başka biri olur ama bir yanıyla eskinin birikimini de taşır, soruya göre reenkarnasyon hem yoktur hem vardır diyebiliriz. 

Ailedeki insanlar mesela borç bırakmış felaketlere sebep olmuş. Tasavvufa göre bu borç çocuğa geçer mi?

Tasavvufta geçmez. Bir yanıyla da o borçtan dolayı yaşanan sıkıntıdan pay alacağı için geçer. O ailenin içinde olduğu için onun sonuçlarını yaşar. Yoksa bir intikam almak şeklinde değil. 

Asi Peygamberler ve Sezginin Sonsuzluğu kitaplarının çıkış noktası ne oldu sende?

Gerçekten o etkiyi yaratabilmesi için doğrudan bir deneyim, bir temas gerektiriyor. O temaslarla çıkan kitaplar. O yüzden okurlar, bunlar kitap değil bunlar başka bir şey, diyorlar. Arkasında mana titreşimi var. Alıp da aktarmak değil bu kitapların hiçbiri. Aynı zamanda mana hali de var. Tasavvuf geleneğinde söylenmiş haliyle; şeylerin o kuyudan çıkarılan suyla aktarımı diyelim.

Geçenlerde Pi Sayısı ile ilgili bir yazı yazmıştın? Pi sayısının gizemi nedir?

İnsan-ı Kâmil tasavvufta aydınlanmış insan. Hakla bağ kurmuş insan.

Varoluşun en önemli sorusu nedir? Ben kimim? Biz neden buradayız? Bu düzen niye var? Bu soruların cevabını doğrudan almış, şüphesiz İnsan-ı Kâmil üzerinden gitmiştik. İnsan-ı Kâmil, Pi sayısına benzer, başlangıçta sayı gibi görünür ama aslında sayı değildir. Pi sayısından da gittiğimizde aslında bu bir sayıdır. Sayının da başı bellidir ama Pi sayısına baktığımızda 3,14 ve sonsuza giden bir sayı görüyoruz. Ama onun derinliklerine indiğimizde kendini tekrar etmeyen bir sayı dizisi görüyoruz. Sayı dizisi tekrara girmediği için sonsuza kadar gittiği varsayılıyor. Başı bildiğimiz alemde başlıyor sayı gibi ama sayı değil çünkü sonu yok. Tamamen somut alemde başlayıp soyut aleme uzanan bir şey. İnsan-ı Kâmil de öyle. Bu alemde onu temsil eden bir fiziki bedeni var, çevresiyle paylaştığı bir karakteri var. Fakat derinliklerine girdiğimizde bildiğimiz bir varlık değil. Derinliklerine girdiğimizde Hakk’a kadar giden bir yolu içeriyor ve çok başka şeye dönüşüyor. Tanımlayamayacağımız bir varlığa dönüşüyor. Çünkü İnsan-ı Kâmil’in bir yanı Hak noktası. Bundan dolayı gördüğümüzün bize perde olması lazım yoksa çok sıkıntı olur. Bir söz vardır. İki tür küfür var; bir tanesi insanın kendi hakikatini, batını geleneklerde manevi gelenekleri reddetmesi. Küfür üstünü örtmek demek. Daha çok çiftçilerin yaptığı şey için kullanılır Arapça’da. Üstünü örter ve o tohumdan yeni bir şey çıkar. Kefere kökünden gelir. Hakikatin de üstünü insan, ancak bir şeyi reddederek örtebilir. “Ya bunlarda iş yok” filan der. “Ben kabul etmiyorum, ben gördüğüme bakacağım” diyebilir. Bir de kutsal küfür var, muhtemelen çok az bilinen. Çünkü tarihte buna göndermeler yapılmış ama kutsal küfür olarak söylenmemiş. Yunus Emre’nin “Ol ne küfürdür ki imandan içeri” dediği. Hak’la bitişik olanın küfrü? Bu nasıl olabilir. Ancak emir üzerine olur. Kutsal küfür diyoruz buna. Hakk’ın emriyle Hak’la bitişen insan orada yüksek bir sır alır içine ve bunu korumak zorundadır. Başka insanların zarar görmemesi için zamanı gelmeden açılmaması için ve bunun koruyucusu olduğu için üstünü örter onun. Bu da küfür işte. O yüzden tasavvufta yüksek mertebeli öğrencilere denir ki “Bilin ki İnsan-ı Kâmil en büyük kafirdir”. Ama neden? Çünkü kendisinin bizzat ne olduğunu saklar. Kendisini bize meczup gösterir, kendi üstünü örter. Kendi hakikatini örter. Hiçbir şeye davet etmez. Olaylara da katılır. İçindeki hakkı örter zorunlu olarak çünkü örtmezse yanlış anlaşılır bu sefer, dikkat insana kayar zorunlu olarak. Bu sefer herkes içindeki Hak’tan dışarıya yönelmiş olur. 

HERKESİN KENDİNE HAS MİRACI VARDIR AMA HEPSİ BİRBİRİNE UYAR

İnsan bu kutsal küfre uğradığını hissediyor mu?

O sessiz miracı yaşayana açılır alemlerdeki sırlar. Herkesin kendine has miracı vardır ama hepsi birbirine uyar. Ama aktarımlarda Yunus’un aktarımı başka olur, Hacı Bektaşi Veli’nin aktarımı başka olur, İsmail Emre’nin aktarımı başka olur. Ama birbiriyle çelişmez. Mesela İsmail Emre der ki “Küfür içinden izlerim, iman benim,kime ne?” Başka velilerin dilinden de benzerlerini duymuşuzdur. Bilinç örtülüdür ama o günlük bilince döndüğü için o zaten küfür içinde ama başka yolu yok. O alemin şuuruyla dünyadaki işleri yapmak olmaz. O çok derin dalınçlarda yaşanan şeyler. Ama böyle bir kutsal küfür bulunur.

İnsan kendi iç alemine döndüğü zaman biraz daha konforlu oluyor ama hayatın içinde biri bir şey söylüyor, orada bir olay oluyor, denge bozuluyor. O zaman konfor alanına da kaçmak istiyor. Bunun nasıl bir dengesi olacak? 

İnsan salınan bir varlık. O yaşantıdan sonra, o derin deneyimden sonra geride bıraktığı kıyafetleri de giydiği için Esma dizilimi var. “Esma-i Hass” dediğimiz dominant Esma dizilimi var. Onun çevresinde bir yemek gibi ona katkıda bulunan ikincil, üçüncül halkalar var ve o yüzden her insan benzersiz. Her esmadan belli bir oranda var ve bu ona belli bir karakter veriyor. Onu giyindiğinde artık sapla saman farklı. Artık birlik aleminde değil. O romantik sözler yaşamın içinde karşılık bulmaz. İşte “Zaten hırsız da bizden, o da bizden” diyen insan daha yolun başlarında. O hal meczupluk hali. Kafa uçar biraz böyle. Herkes onu bir yaşar ve sonra anlar meselenin öyle olmadığını. Bu alemde tam tersi hırsız hırsızdır, asıl ustalık gerektiği gibi yaklaşıp onun da hakkın bir parçası olduğunu bilmektir. Hırsıza kapıyı açmak değil, hırsıza karşı önlemini almak fakat onun da varoluşun bu noktasında böyle bir zerre olduğunu ve o zerrenin de bütünden ayrı olmadığını bilmektir. O zaman marifet başlar. İlk aşamada her şeyi ayırıyorduk, demek ki sonra birleştireceğiz dedik, işte tam o sırada hepimizin uçup, bu da bizden, o da bizden dediğimiz noktaya vardık. Ama onun ortasını bulduğumuzda ibre dengeye geliyor. 

İSLAM ASLINDA NE DEMEK?

Peki bu anlamda İslam kavramını nasıl açıklıyorsun?

“Her doğan İslam fıtratında doğar” sözü genelde yanlış anlaşılıyor. Organize bir din içine doğmuyor bebekler. İslam fıtratının ne olduğunu anlamak gerekiyor. Bir teslim hali diyor. Tıpkı İsa makamının “Melekler kadar saf olmadıkça Tanrı’nın melekut alemine giremezsiniz” dediği gibi. Hepsinde safiyete işaret var.  O yüzden deniyor ki “Her doğan İslam fıtratında doğar ama zaman içinde dini değiştirilir.” Mütekamil bir din anlayışıyla buna baktığımızda dinin aslında insanın içindeki hal olduğunu, bir tavır olduğunu anlarsak durum anlaşılır. O mütekamil şeyden bakınca diyor ki her doğan bebek İslam fıtratıyla doğar yani safiyet içinde olur. Sonra Esmalar gelmeye başlar ona, bir şey öğretilir. Kimisi egosunu öne çıkarmayı öğrenir, kimisi tamamen ruhani gözle bakar hayata, yani Musa ya da İsa meşrebine girer. Dini değiştirilir dediği o titreşimden çıkar, bir kıyafet alır. En son yine safiyete gelince kemalata ulaşacağı için yine herkesin son dini barıştır. Yani kendisiyle ve çevresiyle barıştır. Bunun da Arapça karşılığı İslam’dır. O yüzden ‘slm’ yazıyoruz. Çünkü ‘slm’ Müslüm, İslam, salim, selim hepsi aynı kökten türüyor ve hepsi birbirini holografik olarak tamamlıyor. Yani huzurlu, kendi içinde ve dışında barış olan insan. Böyle baktığımızda “Ben İslamım” demek başka ama kaç kişi bu hale sahip? Daha dinin adından geçemiyor, içinde kin, kibir, gadap[1] öfke başkalarını yargılamak kaldığı sürece İslam haline giremiyor. Batında insanın İslam olması zahirdeki gibi değil. Zahirdeki bütün o şekil ve ritüeller de batında bu hali sağlamak için. Eğer batında sağlamıyorsa, sadece kabukta kalıyorsa o kabuk karın ağrıtır ayetlerde de yazdığı üzere. Diyor ki “Vay haline onların ki şeklini yaparlar ama esasından bihaberdirler.” Lanet tonuyla anıyor. Bir de kibre düşersin, ötekileri küçük görürsün, bugün de görüyoruz ya, her dinin ritüel ibadetini yapan insan diğerlerine diyor ki “Biz ibadetimizdeyiz, bak onlar yapmıyor,” halbuki kimin içeriden Allah’a yakın olduğu bilinemez. İbadetle Allah’a yakın olunsaydı, dünyada en büyük zalimlikleri yapanlar da Allah’a yakın olurdu. Neden onları değiştirmedi ritüel ibadet? Çünkü esasını yapmadılar. Demek ki büyülü bir değnek değil, şekiller ritüeller. İnsanın içinde özünü anlama şevki yoksa kabukta kalıyor. O kabukla da Hakk’a ulaşılmıyor. Bu net zaten. Ayetlerde de belirtilir. İsmail Emre diyor ki “İstediği kadar insan dışına abdest aldırsın bedenin sonu zaten leş”, Hakk’a gidecek yanımız, ruhumuz; o ne kadar temiz olacak? Biz bir saklama kabı alsak, onun içini de pislikle doldursak ve sıkı sıkı kapatsak ve ab-ı hayat deryasına atsak, acaba tertemiz oldu diyebilir miyiz? Abdestin, her şeyin de dıştan alınmayacağını öğrenelim, her şeyin bir iç karşılığı var. Ritüellerin de. Ona ulaşılması gerekiyor. 

Aklıma gelmişken, bu bilgelik içinde Anadolu’nun bir özelliği var mı?

Şu anda toprak altında kalmış ama Anadolu bilgeliği çok derin bir bilgelik. Metin Bobaroğlu da bunu çok güzel vurgular; Anadolu, tarihte savaş olmadan birçok kültürün bir araya geldiği, birbirini zenginleştirerek birbirine baskı yapmadığı tek yer. O yüzden öyle bir zenginlik var ki… Bir zamanların Mısır’ı gibi. Daha sonra taassup geldiğinde üstü kapanıyor bunun. Yoksa Anadolu toprakları bu potansiyele sahip. Dünyanın farklı yerlerinden geldiler Anadolu’ya. 

ANADOLUNUN GÖREVİ KÖPRÜ OLMAKTIR

Anadolu’nun bir görevi var mı?

Anadolu fiziksel olduğu gibi içsel anlamda da köprü olmak. Baktığımız zaman çok ilginç bir şey görüyoruz. Doğuya doğru kaydığımızda inançlar önde, manevi bir hal önde. 

Zaman zaman şekilperestliğe de kayabiliyor. Ama manevi bir hal, bilimin önünde tutuluyor. O insanların içtenlikleri korunmuş fakat yaşam şartları kötü. Sezgi dünyası… Batı’ya baktığımızda zamanında Hristiyanlığın karanlık döneminden çok çektikleri için tepki olarak akıl önde. Fiziksel yaşam şartları iyi ama manevi olarak susuzluk çeken bir coğrafya görüyoruz. İnsanların şartları iyi ama derinliklere inemiyorlar, yüzeyde kalıyorlar. Anadolu’ya baktığımızda ikisinin tam ortasında, ister istemez ikisinden de pay alıyor. Fiziksel özellikleri bir yana akıl ile sezginin birleştiği yer. Bizim bütün kitaplarda olduğu gibi. Anka’nın Kanatları akıl, Aşk ve Ejder sezgi, Asi Peygamberler akıl, Sezginin Sonsuzluğu sezgi kısmını anlatıyor. Hep iki kanat. Bugünün Tasavvufu’nda ikisini birleştiriyoruz. Bu topraklarda ikisi de var. Batı’dan gelen akıl var, doğudan gelen sezgi var. İkisi de tek başına insanı kemalata götürmüyor. İkisinin ideal karışımı olan bir yerde yaşıyoruz. Bunun ikisini aynı anda yaşıyoruz. 

AKIL VE SEZGİ DENGESİ

Kemalat için akıl ve sezginin denk mi olması gerekiyor?

Dengede olması gerekiyor.

Peki sende nasıl? 

Başlangıcı hep akıldı ama sonra sezgi geldi. Sezgi kanadı bol olan insan duygusal çalkantılar içinde boğulur, onu akılla stabilize etmesi gerekiyor. Akıl çok öndeyse duygusal, sezgisel tatlara giremez, onu açması gerekiyor. Her insanda bu ikisinden biri öndedir. 

Zahirde, Batılı gibi yaşayan insanlar mutlular mı?

Baktığımızda kurallar kanunlar oturmuş, daha konforlu bir yaşam sürüyorlar ama dünyada en yüksek mertebede yaşanan toplumlarda en yüksek intihar oranlarının olduğunu görüyoruz. Ve orada yaşayan insanların ve buradan oraya giden insanların, “Tamam her şey çok güzel de ruh yok” dediğini görüyoruz. Herkesin ruhu elbette var da ama onların kastettiği coşku yok. Neşe var, arada gece bir yere gidiyorlar, eğleniyorlar. Bizdeki bazı kavramlar hiç yok onlarda, mesela zevk yok ama eğlence var. Biz Batı’da onu açıklamaya çalıştık. Keyif yok mesela, iyi zaman geçirdim denir. “It was fun” derler, bu kadar. Bizde keyif ve zevk dediğimizde başka bir şey kastediyoruz. Orada bir tat var. O tatta sadece boşa geçirilmiş bir zaman yok, bir şey kalıyor bizde o keyfi yaşadığımız zaman. 

SINIRSIZ OLANA HİÇBİR SINIRLA GİDEMEYİZ

Peki Doğu için sorayım?

Doğuda saat bile yoktur, vakit vardır. Vakit ne? Saat 2’de buluşuruz değil, biz buluştuğumuz zaman saat iki olur. “Gelirim öğleden sonra…” Bir Batılıya bunu söyleme, hiçbir şey anlamaz. Doğu’nun ve Batı’nın karşılaşması çok keyiflidir. Doğu mana üzerine zaman harcayınca bir şeyini kurban etmiştir. Orada da akıl biraz geride kalıyor. Ortadoğu’da yaşam şeklinin biraz dağınık olduğunu görüyoruz.

SALAT NEDİR?

Peki ritüelden çıkmadan kâmil olunuyor mu? 

Bu çelişkili bir soru, sınırsız olana hiçbir sınırla gidemeyiz. Ama dinlerde bunlar var, bize söylemediler ama biz araştırıp bulacağız inşallah. Bunların hedefleri verilmiş durumda ama yanlış çeviri kurbanı… Mesela der ki “Sana yakîn bilgi gelene kadar şekli ibadetlerine devam et.” O ibadetten bir hedef var. Orada bir açılım olacak. Hak’tan bir mesaj gelecek. Ama çeviriyi söyleyeyim: Ölene kadar… Bu sanki biraz şey gibi, sanki orijinalinde eksik var da ben Hak adına bunu böyle yapayım. Bunlar ölene kadar yapsın bunu. Ama insanlar haklı olarak der ki mesela peygamberler kendi getirdikleri ritüelleri sonuna kadar uyguladı. Onlar istisnasıdır. Veliler ikiye ayrılır, bir tanesi içindeki hali direkt dışa yansıtır, diğeri içindeki haline bir örtü örter ve topluma uygun bir hal yansıtır. Topluma uygun davranan veliler onların itikatları zedelenmesin diye onlarla birlikte şekillere katılırlar. Peygamberler zaten o şekillerin oturması için yapmak zorundadırlar, onlar zaten Hakk’a kavuşmuştur, ona kavuştuktan sonra öteki yöne dönmek onlarda ters bir etki yapar. Şimdi bu konuyu daha fazla açmayalım, onlar tam tersine fedakârlık yaparak katılırlar. Örneğin Hazreti Muhammed bir kere, sadece bir kere kaçırmıştır şekli ibadetlerden birini, ondan sonra halkın ciddi bir bölümü raydan çıkmıştır. Sembolizmanın korunması için şekle de ihtiyaç olduğu için bunu yaparlar. Ama Arapçası’nda orjinalinde “yakîndir”, bunun bir sınırı vardır. Herkesin kendi seçimidir, isteyen hep yapabilir ama mesele bunun bir hedef olduğunu bilmektir. Muaviye döneminden sonra iş sadece şekle verilmiştir ki insanlar sadece bundan haberdar olamasın. Çünkü Muhammedî hal özgür ve özgündür, kimse onu kontrol edemez. Kitle kontrolü için Muaviye ve Yezit döneminde şekle dönüş olmuştur. Birebir cahiliye ve müşrik dönemine dönüş olmuştur. Müşrikler de şekli ibadetleri yapıyorlardı. Namaza kadar. Namaz Zerdüşt dininden beri vakitlerine kadar olan bir şey, Hazreti Muhammed düzenleme getiriyor. Namaz, oruç, hac, kurban; bütün şekli ibadetler vardı, başka şekillerde de olsa. O zaman Hazreti Muhammed bunların üstüne ne koydu? Asıl bunun cevabının verilmesi lazım. Zaten bir şekilde herkes yapıyordu. Asıl unutturulmak istenen o. Bunları öne çıkardılar. Örneğin ayetlerde durum çok başkadır. Mesela namaz değil, salat kavramı geçer. Namaz, salat’ın bir bölümüdür ve yüzdeye vurursanız yaklaşık yüzde 10-15 kadarını kapsar. Salat, Hakk’a yönelmektir. Hakk’a yönelmeye bir sınır koymaz. Her şey kendi içinde tutarlıdır, “Biz bu kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık” der. Peki o zaman neden salat’ın şekli yok? “Biz bu kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık” diyorsa, ayeti reddetmiş olursun. Salatın şekli olmaz. Salatın şeklî olanı da vardır, herkes için değişebilir bu. Onun dinî olanı da vardır, formüle edildiği değerli sembollerin barındırıldığı namaz. Öte yandan insanların yaparken Hak’la bağ kurduğu eylemleri vardır. Bunlar da salattır. Ama salatın çoğu neyi kasteder diye sorarsanız, insanlara ve bütün canlılara faydalı olacak eylemler bütünü. İnsanı Hakk’a bağlayacak olanın ağırlığı budur. Biz bu yüzde 85’i unutup sadece yüzde 15’lik kısmını salatmış gibi görürsek bir yemeğin bütün formülünü bozarız. Bir tutam tuz ve yarım kiloluk bezelye yemeğine yarım kilo tuz, üç tane de bezelye atalım, hadi yiyelim bakalım. Ondan sonra niye tat alamıyoruz diyoruz? Çünkü dindeki gerçek formül üzerinde durmuyoruz. Formülümüz Emevi döneminin şekli öne çıkarması. Şekil de gerekli ama şeklin de bir fonksiyonu var. Aracı amaç yaparsak daha bizim karnımız çok ağrır. Hakiki olanın peşinde olan, zanlarının kırılmasını da göze alacak. Ben öyle zannediyordum bana dokunmayın dediğimiz zaman çocuk olarak kalacağız ruhani olarak. O zaman zaten kimse dokunmaz. Asıl putlar hiçbir zaman taştan yapılanlar değildi, en tehlikeli putlar insanların zanlarıdır, kutsal sandığı şeylerdir. Sonra bir öğreniyor ki bunlar zorlama yoluyla dine sokulmuş ve aslında dinin kendisinde yokmuş. Zilzal suresi yani zelzele, dünyadaki zelzeleyi anlatmaz. Ayetler dünyadaki zelzele ile ilgilenmez; ezeli ve ebedi şeyleri anlattığı için… Böyle bir dinden sorgulamaya gelmişiz. Asi Peygamberler’de bir söz vardır, “Sorgulamadan inanan, inandığını din sanır.” Sorgulamadığımız zaman evrenin en büyük kumarını oynuyoruz, makinelerle oynanan kumar bunun yanında masum kalır. Biri bana bir şey anlatacak, herkesin anlattığı da başka, ben onun ilah modelini Allah zannedeceğim, dini gerçek zannedeceğim. Bunun tutma şansı yok. Esas olan her zaman sorgulamak. İnsanlar haliyle çekiniyorlar, imanımız sarsılır mı diye. Diyoruz ki, sarsılıp yıkılan şeyler hakikat değil, hakikat sorgulamakla çürütülemeyecek olandır.  Allah dediğimiz varlık her şeyi kaldırsak bile var olan bir varlıktır. O’nun sorgulamadan çekinecek yanı mı var? O bizim zanlarımız. Bize din diye zanları sundukları için sorgulamayın derler. Zanlar yıkılır, din yıkılmaz. O nedenle derin sorgulamalardan sonra elimizde kalacak şeyden başlarız yolculuğa. Hakikat yolunda olanın farzı, sorgulamak. 

Bir zamanlar sevgili Hüsrev Hatemi ile hormonların gizemli dünyasını konuşurken, o sırada çok bilimsel çalışmalar yapılıyordu, hatta bilimin iddia ettiği şeyler beni bile kokuttu ve Hüsrev Bey’e, “Bilimin inancı sarsmasından korkmuyor musunuz?” diye sordum. O da bana “Laboratuvarda çalışan hekim de Allah için çalışır, niye korkulsun ki bundan” demeye getiren bir yanıt verdi. Şimdi senin anlattıkların da bana bunu hatırlattı…

Biz sanıyoruz ki içsel bir şeyler var, bir de dışsal şeyler var.  Fakat Allah’ın isimlerinden biri zahir. Görünen her şey onun bir yanı. ‘Allah batındır’ı anladık, ‘Allah zahirdir’i anlamazsak nasıl olacak? Dengeyi kuramadık. Hal var tamam ama bir de akıl, ilim var. Bütün kavramlar iki ucu da barındırdığında kâmil oluyor. İlimle ortaya çıkan şeyler de Allah’ın ilmi. İnsanlar eski dönemlerde diyorlarmış ki -bugün bile yer yer oluyor- Allah’ın bize biçtiği bir ömür var, doktora gidip Allah’ın işine karışmayayım çünkü doktor beni düzeltecek. Peki o zaman doktorun üzerinden işleyen ilim kimin ilmi? Doktor kendi başına ilah mı? Doktor, bunu alıp içersen bu hastalığı ortadan kaldırır diyor, e bu Allah’ın ilmi. Bunu bildikten sonra bunu uygulamamak haram. Hep vardı, yüzyıllarca doktora gitmeyen, Allah’ın işine mi karışacağım diyenler. İstersen bağır çağır, dağlara hoparlörler kur, yine Allah’ın işine karışamazsın, zaten hepsi onun içinde. Sen de onun işinin farklı renkte bir parçası olursun, beyaz olamazsın da siyah bir parçası olursun. İstesen de karışamazsın. Her şey onun bir parçası. Doktor üzerinden işleyen onun Şafi esması, şifa verici. Doktor üzerinden görünce tanımazsak işte küfre düşmüş oluyoruz. Onu zahirde de tanıyacaksak, hasta olduğumuzda bize doktorun üzerinden ulaşan da onun ilmi. Bunu Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu’nda çok iyi anlatır. Der ki “Doktor üzerinden ulaşan da zahiridir ama batında da bağışıklık sistemi olarak işlev görür. İkisine de yatırım yapılması gerekiyor.” 

Tasavvufa göre “tevhid” kavramı nedir diye sorsam

Tevhid bütün dinlerin, ilimlerin bütün bunların çıkış noktasında aynı varlığa bağlı olan, aynı varlığın farklı yüzlerini yansıtan ilimler. İnsanlarsa aynı varlığın farklı niteliklerini yansıtan canlılar. Bütün bu varoluşun aslında tek bir vücut olduğunun idrakiyle yaşanması. Ama bu idrakte her mertebeye de hakkıyla cevap verilmesi. Her şey bir vücut diye direksiyonu bırakmıyoruz, arabayı kullanırken bunların ince ayarları var. Zaman alıyor bunları öğrenmek. 

DİRİ BİLGİÖLÜ BİLGİ

Biraz da kendi yolculuğundan da bahseder misin?

İşin ilim kısmı geceli gündüzlü okumalar. Hızlı okuma yapıldığında insanlarda kitapların yüzde biri ile beşi arasında bir miktar aklında kalıyor. Aslında okumamış oluyor. O yüzden anlayabileceği gibi yavaş okuma, derinlemesine okuma diye bir kavram var. Aynı kitabı defalarca okuma belki. Bu kitabın içinde bir hikmet var, her okuduğunda değişir bu tür kitaplar. Değiştikçe çünkü başka satırları yakalar insan. Önce yüzde beşini anlar sonra yüzde 10’unu sonra daha fazlasını. Doğru bir kitabı iyi okuduğunda aslında 200-300 kitabı okumaktan çok daha derine geçer. Bunu keşfettiği bir nokta var insanın. Ama ilmin tamamlanması gerçekten emek. Geceli gündüzlü emek. O yılları hepimiz yaşadık. Sabah üçlere kadar okuma yapıp sonra işe gidiyorduk. Gece gündüz. Arada tatil beldelerine gidip hiç denize bile girmeden okuma yapıyorduk. Dışardan bakıldığında deli misin diyorlardı, oysa bunları yapmak denizden aldığın keyiften yüz kat üstü. Bu işte emek ve ilim kısmı. Bunları hazmetmek sonra hayata geçirmek bölümü var, genelde ilimle uğraşırken insan nefsiyle çok uğraşamıyor. Önce diyor ki ben şu işi anlayacağım. Yunus Emre ne demiş, Mevlâna ne demiş bir anlayayım. Neye şahit olmuşlar? Bunları yaparken insan genelde değişmiyor. Hatta biraz da kibirleniyor, ben bu kadar ilim araştırdım diye. Bir hitap vardır, “Cehennemin kapısını alimler açacaktır” diye. Yine bir başka hitap var. Çelişkili görünen iki sesleniş. Diyor ki “İlim Çin’de dahi olsa gidip alınız.” Diyor ki hürmet gösterin. Her dinde, her inanışta bir hikmet vardır, o hikmet olmasa bu yollar yüzyıllarca ayakta kalmazdı. Tamamen batıldır diyen insan gaflettedir, hepsinde onun bir yüzü var. Üstü örtüldü, o raydan çıktı, başka bir şeye döndü tamam ama her dinden raydan çıkmış şekilde uygulandığı yerler de var. Hakkıyla uygulandığı yerler de var. Dolayısıyla her öğretinin bir hikmeti var. Biz bunlara kapalı olursak tevhidi de anlamamış oluyoruz. Çünkü dinler bize anlatıldığı gibi kapalı, belli sınırları olan bir şey değil. Sonradan bu böyle oldu. Çünkü İslam bir halin adı, çok güzel bir halin adı, Kemalat halinin… Önce bir ilmi tamamlıyoruz, doğru ilmi. İşte bundan Bugünün Tasavvufu’nda bahsettik. Bir ilim var ki bizi insanlardan koparıp kibre düşürüyor, azapta kalıyoruz. Ama bir de ilim var ki insanı insaniyete götürüyor. Yunus Emre’lerin, Mevlana’ların, Hacı Bektaşi Veli’lerin, Anadolu erenlerinin İnsan-ı Kamil’lerin izlediği ilim. Ona diri bilgi diyoruz biz. İnsanı dönüştürebilecek bilgi. Ve bu insandan alınabiliyor. O yüzden mayalanması gerekiyor. Bu bilgiyi kitaptan alamıyoruz. Kitaptan aldığı da Bugünün Tasavvufu’nda tarihte belki ilk defa kavramsal olarak o şekilde bahsediliyor: Köprü bilgi. Temelde iki bilgi olarak bahsedilir. Bir tanesi bilmesi ile insana bir etki yapmayan bilgi, “Uzaklarda, gezegenlerde şöyle varlıklar olabilir.” Olsa ne olur, olmasa ne olur, sen gene aynı insansın. Bir de diri bilgi yani bilgelik. Felsefenin asıl kelime kökü ‘bilgi sevgisi’ değildir, o da yanlış çeviri, doğrusu bilgelik sevgisidir. Sonundaki -lik eki insan gerektiriyor, yine insandan açığa çıkıyor bilgi. Dolayısıyla o bilgelik; onda şahit olacağız… Ve tasavvuftaki ikinci bilme mertebesi: Aynel yakin… Şahit olarak bilme, o zaman karşımızda bir bilge var. Bilgiler var mı yok mu bir insanda, kimsede görmüyoruz, sonunda birinde görüyoruz. Ne olduğunu bilmeden bir bağ kuruyoruz. Bilimin ayna nöronlar dediği. Şahit olduğumuz insandaki hal, bizdeki o hali tetikliyor. Ancak insan-insan ilişkisinde yapılır. Bir de bize bunun böyle olduğunu anlatan bilgi. O zaman köprü bilgi diyoruz. Bize bunun böyle olduğunu anlatan bilgi. Dolayısıyla bu bilgilerle birlikte bir dönüşüme uğramamız gerekiyor. Nefsimizle savaş. O yüzden işte bütün dışsal savaşlar bitikten sonra Hazreti Muhammed’in “Küçük savaşlar bitti” dediği büyük savaşa başlıyoruz. İnsanın can çıkar huy çıkmaz dediği kendini dönüştürmeye çalışması. 

Mesela bazı insanlar hiç kitap okumadan bu ilgileri içe dönme yoluyla alabiliyorlar. Onlardaki durum nedir?

İnsanlara bazı haller veriliyor. Her insanda sezgi kanalı farklı oranlarda olabiliyor. Fazla olduğunda bunlara ümmi deniyor, ama onun da bir eksi tarafı var, denir ki bir aynaya çok yakın olunca da kendinizi göremezsiniz.

Belli bir yakınlık dışarıdaki bir aynayla çalışmadan olmuyor. İnsanın katacağını hiçbir şey katamıyor. Kendi içinde kendine yetebilir ama insan tadı almanın vereceği kemalat olmaz. Ve açılsa bile bazı şeyler, açılan bile bir insana muhtaç diyelim. Bizim bizzat şahit olduğumuz birçok dostumuz var, açılıyor fakat nefs mertebeleri günlük nefste olduğu için insanla çalışınca ancak bir yere varabiliyor. Kendi kendini bir aynada görmesi lazım yoksa nefsin çok fazla hilesi ve hurdası var. Onu görmediği için içsel olarak açılım yaşasa bile bu çok fazla yitip gidiyor.

HERKES BİZE AYNA MI?

Herkes bize ayna değil mi?

Değil. Dediğimiz anlamda normal nefs sahibi bir insan varoluşun bir kısmını yansıtır. Sadece İnsan-ı Kamil dediğimiz ayna düz ayna. Biz baktığımızda kendimizi olduğu gibi onda görüyoruz. Ötekinin ipiyle kuyuya girilmez. Birine baktık bizi olduğumuzdan zayıf, diğerine baktık bizi olduğumuzdan şişman gösterdi. Biz şimdi yemek mi yiyeceğiz, rejim mi yapacağız? Birine uyarsak oburluktan çatlarız diğerine uyarsak açlıktan ölürüz. Doğru her insan bir aynalama yapar ama doğru bir aynalama olmaz. Tekrar tekrar aynı insanlardan duyduğumuz eleştiriler bize ayna olabilir. Orada bir grup görüşüne ihtiyacımız vardır yoksa her insan tek başına keyfi bir aynadır. Siz dediniz ki “Mehmet çok sinirli biri.” Başka birine sorduk o da dedi ki “Gerçekten çok sinirli biri”. İki kişi de şüpheli. O zaman diyoruz ki bu sıfat onda var. Ama herhangi birinin dediği o insanı yansıtmaz. Kamilde ise nefs olmadığı için direkt o insanı yansıtır.

Mehmet çok sinirli biri ben de Mehmet’e kızıyorum diyelim ki o bendeki siniri açığa çıkarmıyor mu? 

O aynalık yapmıyor. Çünkü sinirli bir insan, sakin bir insana da sinirlenir. Hatta o sakin kaldıkça daha çok sinirlenir. O biraz slogan olmuş bir şey. Gerçeği şu, her insan, çok sakin bir insan bile bazı tetiklemeler sonucunda onun yaptığı şeye gelebilir. O yüzden diyor ki kibirli olma. O, insan olarak senin aynan. Ama Ahmet Mehmet’le karşılaştığı için o aynan değil. O zaman Hitler ile karşılaşan bütün masumlar da yandı. O zaman İstanbul trafiğini ne yapmalı? Ben gördüm, erenler de İstanbul trafiğinde sinirlenebiliyor. E kusura bakmayalım, orada açık bir insan var diye İstanbul trafiğini Allah ortadan kaldırmaz. Yoldayız, biri bize ters davranabilir, bir başkasına ters davranmayabilir, bunu kimse bilemez, o içindeki halle ilgili olabilir. Her şeyi işaret saymayacağız, yoksa çok zor olur. Ancak dikkatimizi çekecek kadar tekrarlanıyorsa ona bir bakmamız lazım. Bir akıl muhakemesi olmalı. Ayağımız her takıldığında bu bir işaret olmayabilir.Bir de genel akış var Hak’tan gelen.

Diyelim İstanbul’da kirli hava var, iç dünyası temiz olan da ondan pay alıyor. İstanbul’un kaderinden pay alıyor. Bizim içimiz çok sakin olsa da buradan bir araba geçecek ve bir gürültü gelecek, bu bir işaret değil. Ama biz sakin bir yere gittik, oraya bir cümbüş geldi, başka bir yere gittik oraya bağıran çağıran insanlar geldi, üçüncü yere gittik oraya da geldi. O zaman bir işaret kabul edebiliriz. Kimi her olayı bir işaret kabul ediyor ve bundan çok yoruluyor. Ama hepsi Hak’tan geliyor.

Ölmeden önce ölmek, “fenafillah” aydınlanma meselesi nedir?

Örneğin araba kullanmayı öğrenince araba kullanırken yine nesneye dönük bir çağrı içindesin. İş adamı oluyoruz ya da iş kadını. Biz değişmiyoruz. Ama kendine döndüğünde kendi üzerinde saflaşma oluyor. Burçlar bile değişiyor. Üzerindeki kıyafetleri çıkarmaya başlıyoruz. Çıkara çıkara sonunda çıkarılamayacak olana ulaşmaya başlıyoruz. En son kıyafetin çıkarılmasından sonra kalan Hak. “Sen çıkarsan aradan, kalır seni yaratan” da deniyor. O da onun şubesi gibi bir bakıma. O deneyim içinde bir temas, zat dediğimizi varlık buradaki makamıyla doğrudan temasa geçmiş oluyor. Yani kendinden kendine bir temas yaşanıyor. Teması yaşayan da kişi gibi değil. Fenafillah, yaşayanda yok oluyor. Oraya doğru giderken gitgide görünmez olan birini görüyoruz ve Hakk’a ulaştığında biri yok artık. Garip bir şey, o zaman geri dönen kim? Bunlar dile gelmez, cevaplanamayacak şeyler. Yüzyıllardır bir kişi çıkardı ve derdi ki “Onlar anlatamadılar ben anlatayım.” Ama olmadı. Anlatamaz çünkü anlatılamayacak bir şey. Samimiyetle öyleler. Var olan en büyük paradoks halini alır o İnsan-ı Kamil. İnsan-ı Kamil, var olan en büyük paradokstur. Ve o arada duruyor. Ne bildiğimiz gibi bir insan, ne bilmediğimiz gibi bir insan. Acayip bir varlık.

Aşka artık gerek yok diye bir cümleni duydum!

Yok. Bu yol aşksız olmayacak bir yol. Ancak o temastan sonra aşktan sonrası da var. İsmail Emre de bunu aktarır. Erenler de bunu aktarır. Aşk çok önde tutulmuştur. Aşıkla maşuk ikiliğinde olan bir şeyde yine ikilik var. Olmazsa da olmaz. Aşk yokken ikilik var ama çekim yok. O yüzden maşuk bir yerde duruyor. Aşk olduğunda aralarında bir köprü kuruluyor ve ona doğru yürüyor. Ama kavuştuktan sonra ne olacak, ikilik kalkacak. İlahi muhabbet ve sevgi yayını yapan bir hal vardır arada. Metin Bobaroğlu’nun tanımıyla aşktaki o dalgalanmalar ve çalkantılar yoktur artık, o dingindir. Yüksek bir dinginliğe bakarız ve o dinginlikte Hakk’ı görürüz. O dinginlikte Hakk’a gideni görürüz. Aşktan sonraki halde ilahi sevgide eşyanın hakikatine şahit olduktan sonra o yayına ulaşabilir. Varlıkları içerden bilmezse, varlıkları sevemez. Öncelikle ona gösterilmesi gerekiyor tüm o varlıkların içinde neyin olduğunun.

Çağrı Dörter Kitapları Sıralı Okuma Listesi

Anka’nın Kanatları

Aşk ve Ejder

Bugünün Tasavvufu

Asi Peygamberler

Sezginin Sonsuzluğu

©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

kevser-aycan-saroglu
Kul, insan, kadın, gazeteci, yazar, editör, yazar kâşifi, rüya avcısı. Amerikan Dili ve Edebiyatı mezunu. Medya sektöründe çok uzun yıllar muhabir, editör, köşe yazarı olarak görev yaptı. Halihazırda büyük bir yayınevinde yayın danışmanlığı yapıyor. Kendisini ‘ebedi hayat öğrencisi’ olarak görüyor.