Farkındalık

“Kırılganlığım tahmin edilemez bir güce dönüştü”

Her birimiz hayata dair bir söylem taşıyoruz içimizde. Farklı renklerde, tonlarda, vurgularda söylemler. Hepsi bir araya gelince gökkuşağını oluşturuyor, gökkuşağındaki renkler dansa geçince beyazlaşıyor, birleşiyor. Büyük pencerede olan kendi içimizde de vücut buluyor bizi biz yapan yanlarımız, özelliklerimiz de dengeye gelince tadından yenmiyor. Metafizikçi yazar Esra Uyman ile hallerimizi, halden hale geçişimizi konuştuk. En çok da kırılganlıklarımızı… Kırılganlıklarımızın nasıl da güçlü yanlarımıza dönüşebileceğini, altında yatan hediyeleri. 

Uyman, soruları cevaplarken hep kendi hikayesi üzerinden dürüst ve net örnekler verdi çünkü “En iyi kendim üzerinden anlatabilirim” diyor. Yaşayarak, hayat içinde demlenerek öğrendiklerini aldığı eğitimlerle birleştirip sunuyor. Geçtiğimiz aylarda okuyucuyla buluşan kitabı Cahilin Bilinci de kendi yolculuğunun yazılarına yansımasından oluşan kronolojik bir yolculuk niteliğinde.

Yaşam yolculuğunuzdan söz eder misiniz?

17 sene moda tasarımcısı olarak çalıştım. İşimi çok severek ve tutkuyla yaptım. Yaşam beni, ben majör bir karar vermek zorunda kalmadan bu tarafa attı.  

Çocukluğumdan gelen aidiyetsizlik hissim vardı. Asla bu dünyaya ait hissedemedim. Bu aidiyetsizlik, işimle, eşimle ilgili değil yaşamın kendisi ile ilgiliydi. Bunu boşandıktan sonra anladım. İlk evliliğimde aradığım her şeye sahip olmama rağmen mutsuzdum. Hedeflerime ulaştım, yakışıklı, başarılı, varlıklı, kocaman kalbi olan bir adam ile evliydim, aşıktım. Kendi şirketim vardı. Mutluluk için gerekli gördüğüm her şey elimdeydi ama ben, hem ait değildim hem de mutsuzdum. 

Önce psikoloğa gitmeye başladım. Çözüm bulamayınca kişisel gelişim alanına giriş yaptım.  

Sonuçta fark ettim ki olduğumdan başka bir hayat yaşamaya çalışıyormuşum ve içinde var olamıyormuşum.  Sürekli “Yaptım, bitti, sırada ne var?” diye soruyordum. Bitirmem gereken bir liste var ve yaşam bundan ibaret gibi. Sonunu görmeye çalışıyordum. 

Arayışlarım ve niyetlerim beni çok değerli hocalar, rehberler ile buluşturdu. Hayatımın arayış kısmı beni kendi içine aldı ve başka bir şey yapamaz oldum. Sadece ait olduğum yeri ve “şey” i aradım. Her seferinde yaklaştığım ama asla tutamadığım bir hayal gibi. Hayat enerjimi, elimde olan her şeyi bu hayalin peşine yatırdım. Zaten yaşam da beni hep bu yolda destekledi, çıkmaya çalıştığım her an aşılmaz duvarlar yarattı. Beraber çalıştık yani, gerçek hocam yaşamın ta kendisi.

O eğitim, bu eğitim derken bir rehberim “Esra artık vermezsen kendini yakacaksın” dedi. Bu konuşmanın ardından bir şekilde insanlar “Bana yardım eder misin?” diye gelmeye başladı. Böylelikle de biriktirdiklerim, çözümlediklerim benden dışarıya akmaya başladı. Onlar aktıkça yeni şeyler öğrenmek, idrak etmek için alanım açıldı ve bu döngü bu şekilde devam ediyor. 

Beni bu yolculuğa çıkaran; içsel olarak, yaşayabilecek miyim gerçekten devam edebilecek miyim sorusuydu. 

Esra Uyman

“Yaşayabilecek miyim?” sorusunun cevabı ne oldu?

En son, hallerimde debelenirken Peru’ya gitmeye karar verdim. İlla Peru değil, esas amaç buradan uzaklaşmak. Ya fiziken öleceğim ya da bu kız değişecek başka bir insan gelecek onun yerine diye düşünüyordum. Dört ay orada kaldım. Sadece yürüyüp onu neden yapıyorum, bunu neden yapıyorum, bambaşka insanların arasında nasıl hissediyorum, oraya ait hissediyor muyum gibi sorular sordum. Sonuçta hiç yaşamadığımı fark ettim. Olmak yerine yapmak için bir sürü şey geliştirdiğimi, sürekli koşan tavşan olduğumu anladım. Gerçekten devam edebilecek miyim sorusu, ölümü anlayabilecek miyim sorusuna dönüştü.

O güne kadar aldığım bilgiler hücreme işlememiş, idrakı yokmuş. Oysa bir kelimeyle anlarmış insan. Benim de anladığım şu oldu: gerçekten her şey burnumun dibinde ve ben körmüşüm. Küçük bir solucan gibi sadece eşeliyorum. Nasıl oldu dersen? Aslında sadece bıraktım. Bir şey seçmek değil de ne olursa tamam dedim ölüme de yaşama da. 

Peru’ya gitmemi bir aşk acısı tetiklemişti ama hep bahane bunlar. Yaşadığım çocukluğun ve algıladığım dünyanın ne olduğunu anlatmaya başladım. Çok ilginçtir hep aynı yerden yaraları olan kişiler gelir çünkü ben oradan nasıl çıkılacağını biliyorum. Onlara anlattıkça, onlar yaşamaya başladıkça ben de yaşadım. Yaşama dönenlerle yaşam buldum.

Aşkın acıtan bir şey olduğunu düşünmüyorum. Acıtan şey, aşk ile gelen yüzleşmeler ve tutunmaya çalıştığımız diğer inançlarımız.

Aşk acısı senin için nedir? Acı çekmek kırılganlıkla ilgili midir?

Röportajdan hemen önce düşünüyordum “Aşk ne acaba? Gerçekten var mı?” diye. Çünkü sen kendi iradenle “yoluna” doğru yürümeye başlayınca, seni itecek büyük bir güce de gerek kalmıyor. 

Doğum da öyle bir şey ya… O kadar zorlu bir eyleme gönüllü olman aslında bedensel zihinsel ve ruhsal bir manipülasyondan sonra oluyor. Seksin verdiği zevkin peşinde üremeye doğru bir yol açılıyor. Beden çiçeğini açıp arıya gel gel diyor. Sen çiçeğin balına gidiyorsun ama çiçeğin ajandası başka. 

Aşkın da böyle bir araç olduğunu düşünüyorum bazen. Seni girmekten korktuğun tüm deliklere sokuyor. Sen bal peşinde koşarken, kendini karanlık mağaranda, terk ettiğin varlığın ile baş başa buluyorsun. Oraya nasıl geldiğini bile anlamadan.

Aşk acısı dediğimiz şeyin gerçekten herkes için sadece aşka ait olduğundan emin değilim. Aşkın acıtan bir şey olduğunu düşünmüyorum. Acıtan şey, aşk ile gelen yüzleşmeler ve tutunmaya çalıştığımız diğer inançlarımız. Sandığımız şeylerden ayrışma hali acı veriyor. Yoksa tek başına aşk, beklentiler olmadığında sadece sonsuz bir gülümse gibi.

Biraz da tanrı karşısına çıkmak gibi. En sevdiğinin karşısına en sevdiğin kıyafetlerin, süsün ile çıkıyorsun. O da seni beğeniyor. İşte tam burada neyi beğendiğini bilmediğinden ne boyalarını silmek istiyorsun ne de kıyafetlerini çıkarmak. Aşk seni buna zorluyor. Kendinin çıplaklık derecesini ve kendine dürüstlüğünü ölçebildiğin kerterizin senin. Bu yüzden korkuluyor, bu yüzden can yakıyor. Karşındakine kızamayacak bir durumda her şeyin sorumluluğunu almaya gönüllü olabileceğin bir fırsat yaratılıyor. Yapabilirsen, ilişkiden bağımsız, sadece o sonsuz gülümsemede kalabilirsin. Aşk senindir. Sen de çıplak ve safsındır. Ama direnirsen, kendini görüp kabul etmeye o zaman işte kırılganlıkların ortaya çıkar. Ki iyidir. 

Güvensizliklerin, kendini yetersiz gördüğün yerler, içindeki küçük çelimsiz çocuk çıkıverir. Maskeler düşer.  Burada “kırılganlıklarını” görüp sahiplenirsen, ejderhanın mağarasında duran gizli hazineyi eline alırsın. Kapatıp yok sayar ve olmadığına dair ikna etmeye çalışırsan, dağılır, parçalanırsın. 

İkinci eşime çok aşıktım. Beni beğensin, sevsin istiyorum ama sevilebilir olduğuma dair şüphelerim vardı. Bir gün kendimi şöminenin önünde küçülmüş, ip kadar kalmış otururken buldum. Küçücüğüm. Üfleseler, yerle bir olacağım. 

Bu halimi kimse görmesin istiyorum, çok utanıyorum. Zayıf, yetersiz, her sözü, nefesi dünyaya fazla bir kız çocuğuyum.

Sonra bir an, fark ettim!

Bu kırılgan halim sayesinde herkesin içini duyabiliyordum, onlar nasıl hissediyor ya da hissetmiyor anlayabiliyordum.  Maymuncuk gibiydim, en küçük en ince anahtardır maymuncuk, her kapıyı açabilen. 

Sonra ben o kırılganlığa tutundum. Benim gücüm o ip kadar zayıf kız çocuğu. Her yerden geçebilen, her şeyi duyabilen. Ondan utanmak yerine, onu çoğalttım.

En söylenmeyecek şeyi söylemeye, en yapılmayacak şeyi yapmaya başladım. Utandığımı ortaya koydum. Dolayısıyla o kırılganlık güce dönüştü. Tahmin edilemez bir güç, ne yapacağı, ne söyleyeceği belli olmayan ama söylediğinin ve yaptığının karşısındakiyle derinden bir bağı olan.

Kırılmak var mı bir şeye? Kişisel olarak var ama aslında yok.

Kırılmak fiziksel bir metafor ile bükülmeyen esnemeyen bir şeyin kopmasıdır. Esnemeyen şey, katı fikirler ve inançlardır. Savunma duvarlarımız kırılır. Kurduğumuz hayalin gerçek olmayan cam balonu kırılır. 

Kırılanlar gerçek olmayanlardır. 

Kalp kırılmaz, üzerini bize ait olmayan “gurur”, “onay” gibi şeyler ile bezemediysek.

Kırılganlıklarını görüp sahiplenirsen, ejderhanın mağarasında duran gizli hazineyi eline alırsın.

Arkadaşlarının arasında yalnız hissetmek, o grupta dışlandığını hissetmek de bir kırılganlık. Böyle bir durumda kişi o kırılganlıkla nasıl yüzleşmeli? Bu nasıl bir süreç?

Böyle durumlarda full egzersiz yapmayı öneriyorum. Uygulamak en iyi öğretmen. 

En korktuğun şeyi ortaya koy. “Ben buraya ait hissetmiyorum, dışarıda hissediyorum” diyebilmek. Hisleri söyledikçe var oluyoruz. 

Genelde hislerden değil, düşüncelerden bahsediyoruz. Öyle olması gerekseydi o zaman herkes okuduğunu anlatsın, hislerini paylaşmasın. Hisler paylaşılmazsa sohbet de ilişki de derinleşmez. 

Belki başkaları da aynı şeyi hissediyordur ve onlara da göstermiş olursun. “Ben buraya ait hissetmiyorum, ne söyleyeceğimi bilemiyorum” dediğinde ya da “kendimi aranızda dışlanmış hissediyorum” dediğinizde böyle bir şey yokmuş gibi davranarak harcayacağımız enerjiden çok daha azını harcamış oluruz. Aynı zamanda, bu şekilde kendini ortaya koyan birine kimse cevapsız kalamaz. Eğer ki kalıyorsa bu da güzel bir sonuçtur, arkadaşım dediklerimizi tekrar gözden geçiririz. Yaşamda beraber olmak, beraber yürümek istediğimiz ruhlar bunlar mı? Kendimizin en kırılgan hallerini ifade ettikçe “yakınlık” hissini yaşarız, aidiyet gelir. 

Sonrasında da böyle hissetmezler. Aslında o kırılganlık dediğimiz şeyleri pat diye söyleyebilmek önemli bir egzersiz. Onun dışında “seni seviyorum, özür dilerim” ödevi veriyorum. Birini günlük hayatta arayıp açıklama yapmadan “Seni seviyorum” demek, “Şu olay olduğunda böyle düşünmüştüm. Bu düşüncem için özür dilerim” demek, konfor alanında olmayan kişileri aramak bir kapı açıyor. Çünkü bunu yaparken de nerede, nasıl olduğunu görüyor. Genelde çocukluktaki bir yaşa dönüyor. Annesinden bir şey istediği yaşa, arkadaşlarıyla teneffüse çıkmak isteyip çıkamadığı, saklandığı yaşa dönüyor. O zaman o çocuğu konuşturmaya başlıyor, artık atıl bir parça değil yanı başında olan bir parça oluyor. O zaman suçlama ya da yakarış da olmuyor. Başkalarıyla ilgili olmadığı da çok belli olduğundan karşı taraf genelde kabul ediyor. “Aaa çok üzüldüm ne yapabiliriz?” diyorlar ya da “Bana ne seninle ilgili” diyenler olabilir, o zaman onlarla bir daha görüşmemek de güzel. Karşı tarafla ilişkinin nasıl olduğunu sadece kırılganlıklarında görebilirsin. Fark ettim ki hep güçlü ve yapan olduğum için etrafımda gerçekten ilişki kurduğum kimse de yokmuş. 

Ait olamama hissinden bahsetmiştik, tüm bu yolculuk size “Ben buraya aitim” dedirtti mi?

Dedirtmedi. Daha büyük bir şeye aitim. Ait değilim derken çok doğru söylüyormuşum; eğitim sistemine ait değilim, kurulan ilişkilere ait değilim. Her şeyi yaparım bu varoluş sürsün diye oysa nefret ediyorum sanırdım. Ait hissetmediğim şeyler varmış, onlar da doğal olmayan, insan zihninin yaratımı olan şeylermiş ve bunlara ait hissetmiyormuşum. O format benim habitatım için doğru değilmiş. Ait olduğum habitatta tüm formlar kabul edilebilir ve burada başka insanlarla başka bir bilinçte var ediyorum ve buraya aitim. Buraya ait hissedince dışında kaldığım formatın içine girip de çıkabilirim, ziyaretçisi olabilirim ve oradaki kuralları da gayet iyi biliyorum çünkü orada yetiştim.

İki evlilikten sonra ilişkiye dair tanımlarınız değişti mi?

Motivasyonum değişti. Eskiden motivasyonum bir kurtarıcı aramakmış. “Bunları tek başıma yapamam”mış. Yaşamın sorumluluğunu almak diye bir şey varmış, bunun içerisinde yardım etmesi için, benim yerime yapması için birinin gelmesi gibi bir duam yok artık. Eşliklerim olur ama başka bir deneyim peşinde koşuyorum. Her şeyiyle kabul edebileceğim itme-kakma olmadan yaşayabileceğin bir format var mıdır bunun peşinde koşuyorum, gerçek bir eşlik peşinde. 

Esra Uyman – Cahilin Bilinci

Cahilin Bilinci kitabınız nasıl doğdu?

Uzun zamandır Uplifers’ta yazıyorum. Bir gün kitabın isminin bir kısmını gördüğüm bir rüya gördüm. Hemen organize olduk. Şimdiye kadar yayınlanmış yazıların arasına çizimler ekledim. Çok yeni bir şey değil gibi geliyordu ama kendini arayan insanın nerede düşüp kalktığı, nerede neyi ne sandığına dair bir kronoloji oldu. Bu dünya sisteminde ciddi bir manipülasyonla eğitilmiş bir asker gibiydim ve oradan buraya geçerken neler oldu bunu anlatıyor. Öyle kibirlendiğim ve her şeyi anladığım zamanlar oldu ki ve ertesi gün hiçbir şey anlamadığımı anladığım. Eskiden bu işi yapan biri olarak o öğretmenlerin hepsinin her şeyi bildiğini, hepsinin inanılmaz ulvi insanlar olduğunu düşünüyordum. Ama baktım ki öyle değil. Burada da bir kimlik geliştirmiyor muyuz? Oysa sıyrılmaya çalıştığım bu değil miydi?

O zamanlar doğru olduğuna inandıklarımı da aynı şekilde koydum, değiştirmeden. Çünkü o şekilde düşünenler de olabilir şu anda. İlhamla gelen bir tılsımım var. Kitaba onu da koydum: tüm doğmamış çocuklarımın önderlik ettiği bir şey. Kitap kimin evine girerse çiçek açtırır çünkü o çocuklar da bana çiçek açtırmıştı. (kitabın ilk sayfasındaki çizim)

En azından bir çengel atar, en azından bir soru sordurur. İnsanın “sorusu gelmeden” hiçbir şey yapamıyoruz. İkinci ve üçüncü kitap da hazır. Sesli kitap da storytell de yayınlandı.

Tek bir şeye odaklan ve onu yap Esra diye eğitildim. Ben hiç öyle olamadım. Aynı anda heykel yaparım, yazı yazarım, moda tasarımı yaparım, dans ederim… Biri gerçekten sisteme aittir, biri tamamen sanatsaldır ve bir kişiye hitap edebilecek bir şeydir. El arabası diye bir şey keşfettik. 30 karpuzu taşıyabiliriz ve dünya markası olmamıza gerek yok. Oradan dal uzatabileceğimi düşünüyorum. 

4 ay Peru’ya gittiniz. Başka insanlarla başka ortamlarda nasıl olacağınızı keşfettiniz. Bunu önerir misiniz? Gerçekten bir yerden başka yere gitmeli mi? Süreci kolaylaştırır mı?

Görünmez olmak benim ölümümdü. Ben Peru’ya giderek sıradan, görünmez olmayı deneyimledim. Bunu yaşadığım aşk acısı destekledi, işimdeki düşüş destekledi. Buna tamam olunca, “kendimin kendimi görmesi” mümkün olunca her şey güzelleşti akmaya başladı. 

Başka insanların arasında da buradaki özellikleri, davranışları gösterdim. Paternim neyse onu tekrar ettim. Aslında olduğum şeyi, sürekli tekrarladığım rüyayı teyit ettim. Bu yüzden diyorum ki gitmeye gerek yok. 

Kendi paternimi, korkumu alaşağı ettikten sonra, ilişkilenmeler değişik yerlerden olmaya başladı. Hikayeler ve sonuçları değişti. 

Şimdi her yerde, aynı kişiler ile de olsa kendimin başka hallerini, onların başka hallerini görebilirim. Önceliğim görülmek değil, olmak çünkü.

Süreci kolaylaştıran şey şok etkisi evet ancak kolaylıkla da yapılabilir. Günlük alışkanlıkları ufak ufak değiştirmek ve kendini şaşırtmak seni korktuğun şeylerin kapı eşiğinden atlatabilir. 

Aynı saatte içtiğin kahveyi başka saatte içmek, eve gidiş yolunu her gün değiştirmek, sabit her gün yaptığın şeylerin yerlerini değiştirmek o kapıyı aralıyor. Sonrasında belki içinizden gelen, sizi utandıracağını düşündüğünüz şeyleri yapmak. Sokakta tek başına bağırarak şarkı söylemek olabilir. Bir arkadaşınıza bir sırrınızı pat diye söylemek olabilir. 

Bu baktığınız pencerenin yerini anlık da olsa değiştirir. Böylelikle başka seçenekler oluşur elimizde.

Bizi, bize dair anlatılanlar nasıl da etkiliyor. Küçükken zincirlenen fil gibi, denemeden kabul ediyoruz hapisliğimizi.

Tembel, utangaç, konuşamayan, sebat etmeyen bir çocuk olarak büyüdüm. Matematiğimin iyi olmadığını söylediler çünkü çarpım tablosunu ezberleyemiyordum. Oysa çarpım tablosu hafızayla ilgili matematikle değil. Oysa en iyi olduğum ders matematikti.

Tüm bu tanımlar içinde aldığın tüm tanımları tekrar elden geçirmelisin. Kendini tanımlamalısın.

Ben tembel olduğumu düşünüyordum. Okuldayken hiç ders çalışmadım. Çok iyi dinlerim ve dinleyerek anlarım. Bir arkadaşım “Yayıncın ne kadar tatlıymış, öyle olmasa çalışmazdın zaten” dedi. Ben de “Niye ben tembel miyim?” diye sordum. “Hayır iyi bir insan olduğu için” dedi. 

Hala o kayıtla cevap verdiğimi anladım. “Esra, 450 sayfa yazmış birine tembel diyebilir miyim?” dedi. Filin oturması da cahillik. Kendine soru sormaması ve denememesi. Herkesin her konuda kendini denemesi gerekiyor. Bize bizi tarif edenlerin aynası gerçekten temiz mi? Bizi pürüzsüzce hangi noktalarda görebiliyorlardı? Olduğumuzu sandığımız her tür kırıntıyı sorgulamlıyız. Kim bilir hangi küçük iplerle bağladık varlığımızı gerçekliği olmayan inançlara.

Kırgınlık sonrası küstüm oynamıyorum demek yerine inadına yaşamalı o halde insan?

Küstüm oynamıyorum, oyundan çıkıyorum dediğimizde kendimizden vazgeçiyoruz. Kendi deneyimimizden vazgeçiyoruz. Küsmenin altındaki ajandaya da bakmalı! Küstüğünde arkandan gelsinler, daha çok ilgi versinler mi istiyorsun? Oyundan çıkarak kimi cezalandırıyorsun? 

Sadece kendimize küseriz, “Yapamadın sen, artık yok sana” deriz. Başkalarına küssek ne olur? Kırgınlık egoyla ilgili, kırılganlık varlığımızla..

Sanmaktan bilmeye geçmek lazım. Kendimize minik minik oyunlar oynayarak bilmeyi keşfedeceğiz. İnsanlar tek başınayken çıplak aynaya da bakamıyorlar. Her yerini görüyor musun? Ayna karşısında hareket edebiliyor musun? Bu nasıl hissettiriyor? Genelde delilik hali gibi görünüyor oysa akıllı tanımı zırdelilik. 

Sistem insandan sorma kabiliyetini alıyor. Restoranda dahi ne yiyeceğimizi düşünmüyoruz “Bilmem, sen seç” diyoruz. Sormak için anlamak gerekir, anlamadığımız şeyi de soramayız zaten. Sisteme uyum sağlamaya çalışıyoruz. Oysa sana ait rengin olsun. Onun çiçeği de böyle açar desinler.

İnadına -sistemin dayatmasının inadına sen gibi yaşamak lazım hayatı. 

Herkes evrene katkısı olsun diye bir şey yapıyor, yeni iyilik kavramı. Sen kimsin de evrene katkısı olacak bir şey yapacaksın?

Uyumlu olalım derken kendimizi pasifize mi ediyoruz?

Tanrıcılık hikayesi bu. Bir şeyleri tanrı haline getiriyoruz. İyi insan nasıl olur? Başarılı insan nasıl olunur? Anne-baba nasıl olunur? Adab-ı muaşeret kuralları. Uyumlu olmak, soru sormadan evet demek gibi artık. Bu iltifat değil, hakaret gibi 🙂 Bir özellik göstermemek, diğerlerinin seçtiği bir rengi kendine uydurmak, kendi renginden vazgeçmek gibi. Oysa uyum değil, ahenk vardır. Gerçek olan da budur. 

Herkes evrene katkısı olsun diye bir şey yapıyor, yeni iyilik kavramı. Sen kimsin de evrene katkısı olacak bir şey yapacaksın? Düşüncen, ağlaman, birine yaptığın en kötü şey bile evrene katkı. Zaten onun içindesin, yaptığın her şey onun içinde. Belirli kalıpların içine sığdırmaya çalışmak ve onu yapmadığında, evrenin dışında hissetmek çok absürt. Bu bütünü anlamadığımızın işareti. Bütünün ne olduğunu bilsek aidiyetsiz hissetmeyiz. O zaman ölmek de bir yere gitmek de canımı sıkmaz. Hepsi bütün ve kendi içinde ahenk var. Yaşayalım, varoluşumuz, özden gelen varoluşumuz, olduğumuzu yaşama halimiz tek katkı ve tek ahenk. 

©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

damla_selin_tomru
Reklam ve halka ilişkiler alanında 12 yıl çalıştıktan sonra yaşam amacını keşfetme yolculuğuna çıktı. Bu yolculuk ona iki kitap, yeni bir alanda hizmet imkânı, kadim yerlere tur organize edebilme ve bu alanda röportajlar yapma hediyesini verdi. Heyecanla yeni hediyeleri bekliyor.