Farkındalık

Kutlu Olsun!

Günaydın!

Size bu satırları sabahın erken saatlerinden yazıyorum. Bugün Pazar. Güneş henüz doğmadı, çalışma odamın penceresinin baktığı avluda kuşlar ötmeye başladı. Demek ki eli kulağında. Gün doğmadan uyanabilmeyi önemsiyorum. Karanlık dünya önce mora, sonra pembeye ve sonra sırayla turuncudan sarıya ve sonunda da bildiğimiz beyazlığına evrilirken bu şahane geçişe tanıklık etmek bana kim olduğumu hatırlatıyor. Kim olduğumu hatırlamak neden mi önemli? Hayat devamlı bunu bize unutturma anlarıyla bezenmiş olduğu için. Evet doğru. Tastamam böyle düşünüyorum. Günlük hayat bize kim olduğumuzu unutturmaya ant içmiş gibi akıyor.

Kimim ben? Yani sabahın şu saatinde hatırladığım benliğim kimdir? İlla ki gerçek bir benliğin tanımına ve tarifine muhtaçsam, o beni nasıl tanımlarım? Başka bir deyişle gecenin güne dönüştüğü o kuvvetli anlarda duyduğum (ve sonra güneşin yükselmesiyle beraber kaybolan) hisleri taşıyan kimdir?

İçimdeki çocuk klişesine gülüp geçiyorum çoğu zaman. Bu da şundan: ben çocukken de içimdeki o kişiyi hissederdim. Yine sabahları erken uyanmayı severdim ve sabahın ilk ışığında tek başıma kaldığımda duyduğum huzur aynı bugün olduğu gibi içimdeki bir başka (gerçek ben?) halimle buluştuğum içindi. O zamanlar, kiminle buluştuğum konusunda soru işaretlerim yoktu. Öz, gerçek benlik, ruh gibi sözcüklerle içimde bulunduğum hali tanımlama derdinde de değildim. Hissettiğim şey gayet netti: Büyüklüğümle buluşuyordum. Büyüklüğüm. Yani yetişkin halim. Yani şimdiki ben. Bu o kadar doğal, o kadar kesin bir bilgiydi ki o zamanki ben için, şimdi hatırladığımda ben de o çocukla buluştuğumu biliyordum. İçimdeki çocuk değil de zamanın bir yerinde (ilerisi, gerisi?) benimle buluşmayı becerebilen çocuk diyelim. Evet böyle. Sabahın karanlığında zaman benim için de o çocuk için de eriyor ve bir üst üste binmiş iki görüntü gibi yeniden bir oluyoruz. O zaman anlıyorum ki benim için önemli olan şeyler hiç değişmedi. Beni mutlu eden şeyler de… Üst üste binmiş iki resimdeki iki insanın iç dünyası birebir aynı. Birinin (yetişkin olanın) o dünyayı anlamlandıracak ve anlatabilecek sözcükleri var, diğerinin (çocuğun) o dünyayı tüm keskinliği ile hissedecek duyguları. Üst üste binmiş bu iki hal yaratıcılığın kilidini açıyor bende. O saatleri kaçırıp da güne güneşten sonra başlarsam iki cümleyi bir araya getirip yazamıyorum.

Bu arada merhaba! Ben Defne Suman. Dün 47. doğum günümü kutladım. Çok yoruldum. Tatlı bir yorgunluk ama yorgunluk işte. Telefona, bilgisayara bakmaktan, bakarken konuşmaktan, mesaj yazmaktan doğan bir yorgunluk. Atina’da yaşıyorum. Salgın ve karantina olayları yüzünden bir senedir Türkiye’ye gelemedim. Ailemi ve arkadaşlarımı kucaklayamadım. Bu eksikliği gidereceğine bence iyice ortaya çıkartan siber buluşmalardan çok yoruldum. Ama başka yolunu da bilemiyorum. Bir taraftan da sevgiyi, bağı hissetmek için yine koştuğum yer bilgisayar ekranım. Bu çelişkiyi şimdilik bir yana koyalım.

47.yaşımın konusu saçlarımdı. Görüntülü telefon görüşmelerinin her birinde saçlarım hakkında yorumlar yapıldı. Saçlarımdan dem vurulmadan konuşulamazdı sanki. Ergen olsam acayip bozulacağım bu meseleyi 47. yaşımda bir parça daha olgunlukla izliyorum. Olgunluk dediğim hayret. Hayrete izin veriyorum. Kendimi aradan çıkartıp insanların bir diğerinin görüntüsü hakkında konuşmaya neden bu denli muhtaç olduklarını anlamaya çalışıyorum. Saçlarımı bir senedir boyatmıyorum. 20’li yaşlarımdan beri ateş kırmızısından, koyu sarıya, siyahtan kestaneye, kızıla geçip durmuştum. Son on yılda tek derdim dipten, muntazam tek sıra halinde çıkan beyazları benden başka kimse görmeden yok etmekti. “Dibi gelmiş” saç bir utanç konusuydu. Hatta boya olayını biraz ihmal ettiysem ve oraya bakan bir çift göz görürsem hemen atlardım: “Evet boyatmam lazım en kısa zamanda”.

Önce kuaföre gidememekle başladı. Sonra sosyal medyada bir arkadaşımı gördüm. Bir senede uzatmış, tamamen gri olan saçlarıyla poz veriyordu. Cesaret diye düşündüm. Ne cesaret! Hep böyle olmaz mı! Birtakım adımlar birilerine özenerek başlar. Ben yogaya öyle başlamıştım. Özendiğimin bile farkında değildim. İrlandalı arkadaşım Poppy, filanca sokaktaki yoga kursuna gittim, demişti laf arasında. Ben o zamanlar Tayland’da yaşıyordum. Poppy de benim gibi Tayland’ın o küçük kentinde İngilizce öğretmeniydi. Ben de her gün yoga okulunun önünden geçiyordum ve kara tahtaya yazılmış bir haftalık yoga kursu ilanını görüyordum. Poppy’nin o yoga kursunu tamamladığını duyduğum günün ertesinde ben de okulun kapısını çaldım. Öncesinde aklımda bile yoktu. (Sonrasında her şeyi bırakıp yoga öğrencisi olmaya adadım kendimi ve şimdi on sekiz yıllık yoga hocasıyım. Bunları da size beraber geçireceğimiz aylarda uzun uzun anlatırım. Şimdi saçlara dönelim.) Saçlarda da aynısı oldu. Sosyal medyadaki arkadaşımı gördüm. Sonra bir baktım, ben de boyamıyorum. Atina’daki lock down’ların soluk almamıza izin verdiği daracık aralıklarda açılan kuaförlere gidişimde sadece kırıklarımı aldırıyorum. Böylece boyalı uçlar kesilirken gürül gürül beyazlı, kırlı dipler geliyor.

Bu bir cesaret midir gerçekten? Doksan yaşındaki halam dünkü görüntülü telefon konuşmamızda, “Yakışmış ama tabi yedi sekiz yaş atıyor otomatikman” dedi. Yaşlanmak, yaşını göstermek bir cesaret işi midir? Görünen o ki öyle. Bir yandan aynadaki görüntünüzü, tartıdaki sayıları, birtakım ağrıları kabullenmek. Kendimizin başka bir (genç) versiyonu olmayı hayal etmeyi bırakmak. Bir yandan sizden şu ya da bu yolla, daha genç bir versiyonunuz olmanızı isteyen insanlarla karşı verilen sesli ya da sessiz mücadele.

Hoş geldin 47 yaşım.

Fabrika ayarlarına geri dönmek için, etraftan ve kafamdan gelen eleştirilere, verimsiz yorumlara dürüst ve yalın bir yanıt verebilmek, o yanıtı kolayca, nereye konduğu bilinen bir makas gibi gerektiği anda çıkartabilmek için sabahları, gün doğmadan, sessizce oturup zaman denen boyutun erimesini, çocukluğum ile büyüklüğümün üst üste binip kısa bir süreliğine beraber derine dalmalarını, önemliyi önemsizden, geçiciyi kalıcıdan, sahiciyi yalancıktan ayırmalarını bekliyorum. Bu kısacık süre benim saçlarım konusundaki yorumlara gülerek mi, öfkelenerek mi yanıt vereceğimi belirliyor.

Hoş geldin orta yaşım ve kır saçlarım!

Seni olduğun gibi kabullenmek, seni kutlamak mümkün. Hem de çok mümkün!

Doğum günümüz kutlu olsun.

©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

Defne Suman
Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde lisans ve yüksek lisans eğitimini tamamladı. Uzakdoğu’da gönüllü öğretmen olarak çalıştı. Kocası ve kedileriyle Atina’da yaşıyor. Türkiye’de Shadow Yoga Okulu’nun kurucusu ve baş öğretmeni. Romanları dünya dillerine tercüme ediliyor.