Pabucu dama atılanlarla bir çağı paylaşmak…
Farkındalık

Pabucu dama atılanlarla bir çağı paylaşmak…

Bir sohbet sırasında kızım “Nasıl bir çağa denk gelmişiz” dedi. Ona neden böyle düşündüğünü sorduğumda bana son 20 yılda olan bitenleri saydı. Kendine göre haklıydı. Ona benim çağımın onun şahitlik etmediği yıllarından bahsettim. “Siz de az şey yaşamamışsınız” dedi. Her nesil kendi kıyametini yaşar. Değerler yıkılır, yenileri kurulur. Ancak gelin görün ki bizler bir yüzyılın değişimine de şahitlik ediyoruz. Üstelik bilim çağındaki gelişmeler bizi yepyeni bilinmezlerin içine ışık hızıyla götürüyor.

Biri biterken biri başlıyor.

“Bireysellik çağında birlik olmayı öğreneceğiz” derken bunun nasıl mümkün olacağını pek de bilemiyorduk. İnsanın geleceği öngörmesi için geçmişin izlerini iyi takip etmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu yaşadıklarımızı sadece biz mi yaşıyoruz? Yoksa bizden önceki nesillerin yaşadıklarından elde ettiğimiz genetik kodlar bize yol gösteriyor olabilir mi?

Mümkün Dergi’nin “Ustalık” başlıklı gelecek sayısı için yazımı deprem öncesinde sıcak cam çalışmalarımda edindiğim çıraklık felsefesi üzerine kurgulamış ve kaleme almıştım. Gelin görün ki bu arada kırılan fay hatlarının altında kalan yüreğimi oradan çıkarırken kadim Anadolu’dan yardım aldım. Bölgeye yardım sağlama çalışmalarında karşılaştığım farklı yaklaşımlar tarihte bir yolculuğa çıkmama neden oldu. Şimdi gelin birlikte Anadolu’nun kadim dünyasına, Ahilik kurumunu düzenleyen Nasrettin Hoca’nın rehberliğinde ziyarete gidelim.

NASRETTİN HOCA KİMDİR?

Halk arasında fıkraları ve nüktedan anlatılarıyla tanıdığımız Nasrettin Hocanın bir diğer adı “Ahi Evran”. Asıl adı Şeyh Nasirüddin Mahmud el-Hoyi, Azerbaycan’ın Hoy kasabasına mensup Türkmen reislerinden biriymiş. Moğol istilası sırasında Anadolu’ya gelmiş. O dönemde aynı sorun sebebiyle Mevlâna, Hacı Bektaşi Veli gibi daha birçok mutasavvıf topraklarımıza giriş yapmış. Anadolu Selçuklu Devleti’nin Moğollar tarafından işgal edildiği o dönemde halk sıkıntı içindeymiş. Bu insanların gelişi Anadolu’nun kültürünün yeniden şekillenmesini sağlamış. 13. yüzyılda yaşanan bu sıkıntılar sadece Ahi teşkilatının şekillenmesine değil aynı zamanda tasavvuf anlayışının ortaya çıkmasına da vesile olmuş.

Aynı dönemde İbn-i Arabi, Ebu Ca’fer, Muhhamed el- Berzai, Kirmani gibi ilim adamları da gelmiş.

Yanlarında farklı coğrafyalardan getirdikleri yaklaşımlarla halkın yaşadığı sıkıntıya merhem olmaya çalışan bu insanların ektiği tohumlar sonrasında Osmanlı Devleti’nin kurulması sırasında ve sonrasında bugünkü kültürümüzün bir parçasını oluşturmuş.

İlk STK gözüyle bakabileceğimiz Ahi teşkilatının ortaya çıkışı tam bu döneme denk geliyor.

Ahi Evran, 1227’de Sultan Alaeddin Keykubad tarafından Konya’ya davet edilinceye kadar Kayseri’de debbağlık (dericilik) ile meşgul olmuş. Ona verilen “Devran” lakabı ejderha anlamına geliyor. Bu lakabın veriliş sebebi kaynaklarda, ejderin ateşi gibi parlayan gözlerinden kinaye olarak yazılıyor. Ahî Evran, Anadolu Ahîliği’nin kurucusu olmamakla beraber Ahi teşkilatını organize ederek bir sistem oturtmuş bir kişi olarak biliniyor.

“Ahilerköy, kasaba ve şehirlere dağılmış vaziyette her yerde bulunurlar, gelen misafirler ile ilgilenirler, onlara yiyecek ve konaklama sağlama, onları eşkıya ve vurgunculardan koruma, haydutlara katılanları temizleme konularında benzerleri yoktur.”

PEKİ KİMDİR BU AHİLER?

Ahiliği anlamamız için tarihte biraz daha geriye gitmeliyiz. Ahi teşkilatının kuralları olarak nitelendirebileceğimiz “Fütüvvet” kavramı Emeviler döneminin ortalarına doğru çıkmış. Toplumların yaşadığı buhranlara bir çözüm getiren bu kavramları anlamak için şunu hatırlamalıyız: Bir sıkıntı ve sorun yaşayan toplumlar yenilenmeye, düzene girmeye ve dayanışma içinde olma mecbur kalmışlardır.

Fütüvvet kelimesi Arapça “feta” kelimesinden türetilmiştir. Bu kelime “delikanlı, cömert, faziletli” anlamına gelir ve çoğul hali “fityan”dır. Fütüvvet her ne kadar Emevi döneminde ortaya çıkmış olsa da yaşanan sıkıntıları çözmek için örgütlenmeler Abbasi döneminde gerçekleşmiş.

Bu dönemde ihtiyaç duyulan “iffet, cesaret ve cömertlik” gibi temel niteliklere sahip, ancak merkezi gücün zayıflaması nedeniyle toplumsal düzene ve siyasi otoriteye meydan okuyan genç ve bekar erkeklerden oluşan sosyal bir topluluk olarak karşımıza çıkıyor. 7. yüzyıl başlarında münferit bir kişiyi temsil eden feta, zamanla yüzyılın sonunda fityan bir birlik haline dönüşmüş. Aynı dönemde benzer özellikleri taşıyan “Saluk” lakaplı kişilerle de karşılaşılmış. Saluk adı verilenler, küçük kervanlara ve insanların yaşadığı mahallelere saldıran fakir haramilermiş.

Bu olaylar neredeyse bir yüzyıl kadar devam etmiş. Bir yanda otorite boşluğu, bir yanda istilalar altında ezilen halkın yanında yer alan fütüvvet ehli en nihayetinde bir teşkilat haline gelmiş. 9. yüzyılda örgütlenen bu topluluk kendi kurallarını yazmış ve hatta o dönemin yargıçları olarak tanımlanan kadılara da sahipmiş. Bazıları meslek dernekleri, bazıları ise sportif amaçla bir araya gelen üyeler halkın fakir kesiminden gelen erkeklermiş. Seçkinlerle bağları yokmuş, buna da karşıymışlar.

Onların geliştirdiği bu sistemi Moğol istilasından kaçanların sığındıkları Anadolu’ya getirmeleri, Ahilik teşkilatının temelini oluşturmuş. Bu birlikler ıstırap içindeki toprakların ayağa kalkması için gençleri, esnafı belli kurallar çerçevesinde hareket edecek şekilde düzene koymuşlar.

Ahiliğin tüm kuralları bu fütüvvetnâmalerde yer alıyor. Fütüvvetnâmelere göre, bu teşkilatın mensupları cömert, mütevazı, doğru, dürüst ve vefalı olmak zorundaymışlar ve hırsızlık, yalan, gıybet, hile ve kötü alışkanlıklardan men edilmişler. Ahiler, istisnalar dışında siyasi eğilimlerle birlik kurmaya pek yanaşmamış. O dönemde Anadolu Selçuklu Devleti’ni işgal etmiş olan Moğollara karşı halkın güçlenmesini sağlayan bir yapıdaymışlar.

Belki de dünyanın ilk sivil toplum kuruluşu olma özelliğiyle halkın yanında yer almışlar ve ekonominin düzelmesi için de çalışmışlar. İş hayatında düzenlemeler yapmışlar ve üretim ile tüketim arasında dengeyi kurma yetkisini de kullanmışlar.

Anadolu’nun Türkmenleşmesinde ve İslamlaşmasında çok önemli bir rol oynayan Ahilik kurumu, görevlerini yerine getirmek için askeri bir fonksiyon da taşımış. Ahiliğin temel hedefi hiçbir insanı aç ve açıkta bırakmamak ve onlara Allah’ın emaneti gözü ile bakmakmış. Her ne kadar bir esnaf topluluğu gibi görünseler de etkilediği çevreye baktığımızda fert ve kurumlar arasında iyi ilişkiler kurulmasını sağlayan bir yapıymış.

Ahî kelimesi, cömert anlamına gelen “aki” kelimesinden geliyor.

AHİ̂LİĞİN EĞİTİM ESASLARI

Ahîlik ile ilgili anlattıklarıma dikkatinizi verdiğinizde bugünkü manada insanların aradığı rehberlerin onlar olduğunu göreceksiniz. Önemli bir farkla, ilkesel hareket etmeyen…

  • Bireylere kendini tanıma yollarını göstermek
  • Kişiliğini geliştirmesine, fıtratı doğrultusunda hareket etmesine destek olmak
  • Bireyde gizli kalmış yetenekleri ortaya çıkarmasına yardım etmek
  • Ahlaklı bir yaşam sürmesi için yol göstermek
  • Mesleki, ahlaki ve dini eğitimlerle bireyin sağlıklı gelişmesini desteklemek

Ahilik eğitiminin çerçevesini çizen ahlaki kurallar önemli olsa da asıl önemli olanın bunların davranışlara yansımasını sağlamakmış. Davranışlara dönüşmemiş değerler, sahip olunmamış değerler olarak görülürmüş.

Fütüvvetname yazarlarından Kâşânî, “İşle doğrulanmayan her söz beyhudedir” demiştir.

Ahî, öğrencisine öğreteceği şeyi kendi yapa ki öğrencisi de görüp öğrene.

Bu nedenle teoride anlatılanların hayatın içinde uygulanmasına özen gösterirlermiş.

Ahilik eğitiminin üç sac ayağı vardır: Ahlak, bilim ve çalışma.  

Hz. Muhhammed’in “Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir” (Tirmizî, İman/12; ) hadisi Ahilik teşkilatının kurallarının temellerini oluşturmuş.

UYGULAMADA NELER VAR?

  • Kuvvetli ve galip durumdayken affetmek.
  • Hiddetliyken yumuşak davranmak.
  • Düşmana iyilik etmek.
  • Muhtaçken bile başkasına vermek.
  •  Zor durumda bulunanlara karşı şefkatli olmak.
  •  Yumuşak sözlü, güler yüzlü, hoşgörülü ve cömert olmak.
  •  İyi huylu, iyi ahlaklı olmak, güvenilir olmak.
  • Ahdinde, sözünde, sevgisinde ve dostluğunda vefalı olmak.
  • Karşılık beklemeden iyilik yapmak.
  • Dedikodudan, yalandan, kötü sözden uzak olmak.
  • Sır saklamak, gelmeyene gitmek.
  • Makam ve mevki sahibiyken mütevazı, güçlü ve kuvvetli olunca affedici olmak.
  • Nefsine hâkim olmak. Yasaklardan sakınmak.
  • Adaletli olmak, zulme, zalime ve haksızlığa karşı koymak.

Ahi Evran’ın düzenlemiş olduğu kurallar, mesleklerin ve sanatların bölüştürülmesinden, malların üretiminden satışına kadar olan süreçte müşteri memnuniyetinin yanı sıra meslek erbabı arasındaki rekabeti ve üretici-tüketici arasındaki anlaşmazlıkları da ortadan kaldırmış. İlimsiz amelin fayda vermeyeceği ilkesiyle hareket edilmesinin esas alındığı bu teşkilatta; ahinin üç şeyi açık, üç şeyi kapalı olmasının gerekliliği vurgulanmış. Sofrası, kapısı, eli açık; gözü, beli ve dili ise kapalı…

Ahi, vicdanı kendi üzerine gözcü koyan adam demekmiş. Helalinden kazanan, yeterince ve doğru yerde harcayan, ölçü ve tartı ehli olan, yararlı şeyler üreten ve dayanışma içinde olan… Kalbi Allah’a kapısı yetmiş iki millete açık olan, ahlakı sermaye edinip, akıl yolunda yürüyen, ilim isteyen ve ilmi ile amel edip yararlı çalışmayı elden bırakmayanmış.

AHİLİK RİTÜELLERİ

Ahilik teşkilatı sonraki dönemlerde Bektaşilik başta olmak üzere birçok tasavvuf ekolünü de etkilemiş. Teşkilata girecek olan yiğide ritüeller eşliğinde kurallar hatırlatılır ve yemin içtirilirmiş. Yola girecek olan talibe tuzlu su içirilerek öğütte bulunulurmuş. Ahi inancına göre tuz kalpteki hiddet ve inadı yok eder, su ise kin ve hasedi söndürürmüş. Tuzlu su uygulamasında, suya bir tutam tuz eklenir ve “bu şeriattır”, bir tutam daha atılır “bu tarikattır” ve üçüncü olarak eklenir ve “bu da hakikattir” denilirmiş. Bu suyu içmesi istenen talibe Pir, “Ey oğul harama bakma, yalan söyleme, haram yeme, haram giyme, haram içme, Nan (ekmek) ve Nemek’e (tuz) ihanet etme, hukuk kesbettiğin pirlerine çeşm-i hakaretle nazar etme, uluların önünden gitme, sabırlı ol, hemvâl (çok sabırlı) ol, komadığın yere el uzatma, emanete hıyanet etme, fakr ile kanaat et” şeklinde öğüt verirmiş.

Ahi geleneğinde birisiyle tuz-ekmek yemekle onunla ahde girilmiş. Ustalığını başarıyla tamamlamış olanlara kuşak bağlanırmış ve topluluğun kurallarına uyması salık verilirmiş. Ezoterik olarak olgunluk ve yetkinlik anlamına gelen Şedd kuşatma töreninde kalfanın kendi yaptığı eserini ustalığının ispatı olarak bulundurması şart koşulurmuş. Bu törende tuz, su, terazi, süpürge kullanılırmış. Su şeriatı, süpürge tarikatı (insandaki kötü davranışların dışarıya konulmasını içeren eğitimi), tuz hakikati, terazi adalet ve vicdanı temsil edermiş. Bazı metinlerde ise su tövbeyi yani yanlış olan davranışı fark etmeyi, süpürgenin bu yanlışın terk edilmesini, tuzun nefsin isteklerini kırmayı sembolize ettiği söyleniyor.

Ustalığa erişmiş olan Ahi, topluluk kurallarına uymaz, kalitesiz veya bozuk mal üretir ya da yüksek fiyatla satarsa bu durum hemen Ahi Baba’ya haber verilirmiş. Ahi Baba, Yiğit Baş’ını bu işte görevlendirir ve halkın gözü önünde dükkanına kilit vurulur, sağ ayağındaki pabuç dükkânın damına atılırmış. Bu durum Tellal tarafından sokaklarda halka duyurulurmuş. Bu kişi ya belirli bir süre ya da tamamen meslekten men edilirmiş.

Biz dönelim Ahi Evran Nasrettin Hocamıza. O günümüzde yaşamış olsaydı büyük bir ekonomist, sosyolog, psikolog olarak değerlendirilen birisi olurdu ki döneminde bu vasıflara sahip olduğunu da biliyoruz. 

Önce Hacı Bektaş Velî ile Ahi Evran’ın bir araya geldikleri yer olan Kırşehir ile ilgili bilgi verelim. Hacı Bektaş Velî, eski ismiyle Karahöyük, bugünkü adıyla Hacıbektaş’a geldiği zaman Kırşehir’in adı Gülşehri olarak bilinmekteymiş. Anadolu için Moğol istilasına rastlayan talihsiz bir dönem olmasına rağmen Kırşehir, o dönemde cami, mescit ve medrese gibi eğitim kurumları bol olan gelişmiş sosyal bir şehirmiş. Bu dönemde burada bilginler, müderrisler ve güzel ahlak sahibi erdemli insanlar yaşamaktaymış.

Hacı Bektaş Velî ile Ahi Evran’ın ilişkileri yaşadıkları ve bir araya geldikleri süre içerisinde, çok yakın bir boyutta seyretmiş. Hemen her konuda birbirlerine yardım ettikleri ve sıkı bir dayanışma içerisine girerek adeta birbirlerinin gönüldaşı oldukları görülmüş. Alevî-Bektaşî geleneğinde her iki ulu şahsiyetin birbiriyle musahip olarak kabul edilmesi de bu durumu teyit eden bir şeymiş.

Belki de bu yüzden Ahi Evran’ın öldürülmesinden sonra eşi Fatma Bacı, Hacı Bektaş Velî’ye gelerek onun çevresinde ve onun himayesinde hayatını sürdürmüş. Bu durum, Hacı Bektaş Velî’nin şehirli ve köylü esnafın ve zanaatkârın ocağı durumundaki Ahiler’le sıcak ve samimi bir münasebet içinde olduğunu gösterdiği gibi, Hacı Bektaş Velî’nin fütüvvet teşkilatı ve Ahilik geleneği ile de irtibatının bulunduğunu gösteriyor.

Nasrettin Hocanın 93 yaşında Moğol baskından korkan Kırşehir emiri Nureddin Caca tarafından 1262 yılında öldürülmesinin ardından da kurduğu sistem yaşamaya devam etmiş. Üstelik hanımı Fatıma Bacı da ondan öğrendikleriyle kadınlar arasında oluşturduğu “bacılık” sistemi de Anadolu mirasına eklenmiş.

“Vatan sevgisi imandandır” hadisinden yola çıkarak Anadolu’daki ilk dayanışma örneğini bizlere miras bırakan Ahiler, yeni dünya düzeninde birlik olmanın, asıl ustalığın yaşam biçimiyle örnek olmak olduğunu hatırlatıyor. Bugün bireysellik çağında Ahilik ilkelerini kendi dünyamıza adapte etmeyi başardığımızda başkasının pabucunun dama atılması bize kendi pabucumuzu ayağımızda tutmak için yapacaklarımızı hatırlatmalı.


©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

meltem-reyhan
Ege Üniversitesi Klasik Arkeoloji ve İstanbul Üniversitesi Antropoloji Bölümlerinde eğitim aldı. Dinler tarihi, sosyoloji, semboller, tasavvuf ve rüya konularında araştırmalarına devam ediyor ve kitaplar yazıyor. Kendi akademisinde öğrenci yetiştiriyor.