Öğrenci hazır olduğunda öğretmen ortaya çıkarmış. 2021 yılında Turist Rehberliği yüksek lisansımı yaparken Nükhet Davletov’un öğrencisi oldum. Katıldığım derslerinde Türk Şamanizmini hem kendisinden hem de eşi Dr Timur B. Davletov’dan dinlenme, öğrenme şansım oldu. Yayımlanmış kitaplarını bir çırpıda okudum. Özümüze doğru bir yolculuğun hem kapılarını araladılar hem de rehberim oldular. Sonra dedim ki bu bilgileri kendimde tutmam haksızlık olur. Tam da bu sebeple Nükhet Davletov ile bu derin röportajı gerçekleştirdim. Kendisi tüm cömertliğiyle engin bilgilerini ve deneyimlerini paylaştı. Her satırı dolu dolu, her bilgi çok kıymetli. Şamanizm’de kadınların yerinden, ölüm ritüellerine, ayahuaskadan Türk Şamanizmi’nde esrime tekniklerine uzanan bur röportajı dilerim ki bir çırpıda keyifle okursunuz.
Öncelikle bize kendinizden kısaca söz eder misiniz?
Ben bir Türkoloji doktoruyum. 2010-2014 yılları arasında Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde lisans programımı tamamladıktan sonra Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsünde devam ettirdiğim yüksek lisans eğitimimi 2016 yılında, doktora eğitimimi ise aynı enstitüde 2020 yılında bitirdim. Fikir ve proje sahibi olduğum “Yenisey Ölüm Maskeleri” fotoğraf sergisi ilk olarak Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsünün desteğiyle Ocak 2017’de akademisyenler, öğrenciler ve sanatseverlerle buluştu; takip eden üç yıl içinde ise 10’a yakın üniversite ve STK’da “Şamanizm ve Hakas Ölüm Maskeleri: 2000 Yıl Önceki Türkler” başlıklı bir konferans programı eşliğinde gösterildi.
Sibirya’nın yerli Türk halklarından Hakaslara mensup olan eşim Dr. Timur B. Davletov ile birlikte Hakasçadan çevirip hazırladığımız Bilgeler Sözü: Hakas Türklerinin Atasözleri ve Deyimleri adlı çalışma, 2018’de TÜRKSOY Yayınlarından; Kün Sarığ Han: Bir Hakas Kadınının Destanı adını verdiğimiz destan çevirisi ise 2021’de TKAE Yayınlarından çıktı. Eşim Timur B. Davletov’un Şaman Masalları: Üç Âlem Gezgini adlı kitabını yayıma hazırladığım sırada bu eserden esinlenerek Türk mitolojisindeki kahramanları fotoğraflama projesini geliştirdim. Bu çalışma da 2019’da Magma dergisince tanıtıldı. 2020-2021 akademik yılında Dr. öğretim üyesi olarak göreve başladığım Kapadokya Üniversitesi’nde hâlen lisans ve lisansüstü seviyede Şamanizm, Eski Türk Yazıtları, İslam Öncesi Türk Kültürü, Türk ve Yunan mitolojileri üzerine dersler veriyorum.
Şamanizm, mitoloji gibi kişinin kendini ve evreni tanıma, tanıtma, inanma yolculuğuna olan merakınız ve bu alanlardaki akademik yolculuğunuz nasıl başladı?
Lisans derecemi Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden aldım. Bu bölümün iki zorunlu dersi, bana aşırı keyif veriyordu. Biri Yunan mitolojisinin anlatıldığı Mitoloji dersi, diğeri de İngiliz Edebiyatının Yerli Kaynakları adlı bir ders. Bu dersin içeriğinde de Kelt ve İskandinav mitolojileri, daha sonraki Hıristiyan dönem ve kutsal kitaplarla ilgili temel bilgiler vardı. Tüm bunları ilk yıl Prof. Dr. Burçin Erol, Prof. Dr. Hande Seber gibi müthiş hocalardan dinleme şansına sahip oldum. Özellikle Yunan Mitolojisi dersi beni o kadar etkilemişti ki aynı içeriği farklı bir ağızdan da dinlemek istedim. Hemen bir sonraki dönem bölüm dışından, Sanat Tarihi bölümü öğrencilerine açılan Yunan ve Roma Mitolojisi dersini aldım. Dersi o zamanki bölüm başkanı Prof. Dr. Sacit Pekak hoca veriyordu. Bir lisans öğrencisi için ne kadar ufuk açıcı bir deneyim bu düşünün. Edebiyat bölümünde size Homeros okutarak, Hesiodos okutarak metin odaklı bir mitoloji anlatılır, Sanat Tarihi’nde ise sahada bulunan, toprağa değmiş hocalar size o mitlerin geçtiği yerleri de gösterirler. “İşte Marsyas’ın yüzülen derisinin gerildiği mağaranın ağzı!” Böyle mitoloji anlatılır da insan etkilenmez mi? Hem de bu binlerce kutsal mekân, her şey dâhil konseptli otellerin gölgesinde kalsa da şu an yaşadığımız topraklarda bulunuyor.
Bunlara ek olarak Arkeoloji, Türk Halkbilimi ve Antropoloji bölümlerinden de benzer içerikli seçmeli dersler aldım ve aslında farklı disiplinlerden hocaların, temelde benzer olan konuları, yani insanın inanç dünyasını, dinleri, bu dinlerin hikâyeleri olan mitleri, öğrencilerine nasıl bir dille, nasıl bir yaklaşımla anlattıklarını incelemeyi çok sevdiğimi fark ettim. Birinin anlatmadığını diğeri tamamlıyordu sanki. O zamanlar yaptığım bu yatırımın faydasını şu an gördüğümü düşünüyorum. Mesela bir Türkolog olarak Türk Mitolojisi dersinde yalnızca Türk Mitolojisi anlatmıyorum. Aynı şekilde Kapadokya Üniversitesi’nde Turist Rehberliği Yüksek Lisans programı öğrencilerine verdiğim Yunan Mitolojisi dersinde de Türk mitolojisinden, Sibirya Türk Şamanizmi’nden örnekler veriyorum. Siz biliyorsunuz, mesela konu at ise, Pegasos ve Bellerophontes bugünkü Çıralı’da Khimaira’yı öldürdükten sonra Sibirya Türklerinden Hakasların destanlarında kahramanla beraber alt ve üst dünyalara varabilen kanatlı, mitolojik atlardan bahsetmezsem insanlığın ortak bağlarını nasıl fark edecek öğrenci? Ya da en zengin mitolojinin eski Yunan’a ait olduğu şeklindeki o hatalı düşünceden nasıl kurtulacak? Derslerimi alan kişilerin inançsal ve kültürel mirasın bütününü görmesini, bu bütünü görürken benzerlikleri ve farklılıkları tespit edebilmesini, bugün kendi çevresinde sürdürülen inanış ve uygulamaların farkına varmasını istiyorum. Akademik yolculuğum işte böyle başladı ve devam ediyor.
Şamanizm ve Ölüm adlı kitabınızı yazmak için çıktığınız yolculuğu, bu yolculuk esnasında sizi şaşırtanları bizimle paylaşır mısınız?
İlk kez Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nün desteğiyle 2017’de açılan “Yenisey Ölüm Maskeleri” adlı fotoğraf sergimin hazırlıkları sırasında kendimi ölüm konusunun içinde buldum. Bu maskeler MÖ 2 – MS 5. yüzyıllara tarihlendirilen Taştık arkeolojik kültürüne ait, Güney Sibirya’da Hakas topraklarında keşfediliyorlar. Doğrudan ölünün yüzüne yapılmış olmaları sebebiyle 2000 yıl önce Güney Sibirya’da yaşayan Türklerin fenotipik özellikleri hakkında bilgi sağlamaları açısından çok önemliler. Bahsettiğim proje için bu maskeleri sanatsal bir üslupla yeniden yorumladık. İşte ilk kez bu çalışmayla Hakas Şamanizmi ve ölüm konusunu araştırmaya ve daha sonra doktorada da bu konuda çalışmaya başladım.
Tabii Türkoloji’de Sibirya Türkleri ve Hakaslarda ölüm konusunu işleyen çalışmalar vardı, ancak bunlar esas olarak literatür taramasına dayanıyor ve genellikle sahadan güncel bilgiler içermiyordu. Bahsi geçen çalışmalarda sıklıkla Orta Çağ seyyahlarının kayıtları ve 19-20. yüzyılları kapsayan kaynaklara başvurulduğunu görüyoruz. Örneğin Hakaslar arasında bu eski kayıtlarda Türk runik metinlerinde geçen ölüm tanrısı Erlik’ten bahsedilse de Türkiye Türkoloji’sinde bu figürün günümüzdeki, 21. yüzyıldaki durumuna dair yeterli güncel bilgi yoktu ne yazık ki.
Aynı şekilde Türkçe literatürde yer almayan, fakat alan araştırması sırasında kaynak kişilerden kaydedilebilen birtakım inanış ve uygulamalar da söz konusu. Bu sebeple Hakas Türklerinde ölümün Şamanizm bağlamında sahada incelendiği bir araştırma yapılması gerekliliği ortadaydı. Masadan kalkıp yola bu motivasyonla düştük. Eşimin de aynı alanda çalışan Hakas bir akademisyen olması en büyük kolaylığı sağladı diyebilirim, çünkü bana sahada eşlik etti, tercümanlık yaptı ve çalışmada bilimsel birikime bir katkı olarak yer alacağını düşündüğüm her düşüncemi ilk olarak kendisiyle paylaştım. Alan araştırması sırasında yerel halktan biri yanınızda yoksa doğru bilgi edinme şansınız düşebiliyor.
Buna rağmen Şamanizm’in bir din olarak yaşatıldığı Hakas topraklarında ölüm gibi korkulan bir konuda araştırma yapmak pek de kolay olmadı. Örneğin Hakas Dili, Edebiyatı ve Tarihi Bilimsel Araştırma Enstitüsü’nün eski yöneticilerinden görüşme gerçekleştirmek istediğim 1948 doğumlu bir Hakas Türkolog, üzerinde çalıştığım konunun tehlikeli bir konu olduğunu ve kısa süre önce bir yakınının vefat etmiş olması sebebiyle sorularıma cevap veremeyeceğini çünkü ölümü kendisinin üzerine çekmek istemediğini söyledi. Ayrıca genç bir insan olduğum için mümkünse çalışmamın konusunu değiştirerek doğum ya da bayramlar gibi bir konu seçmemi önerdi ve bu meseleler üzerinde çalışan başka bir akademisyenin, çalışması bittikten kısa süre sonra vefat ettiğini de söyledi. Aynı şekilde bir kardeşinin kendini asarak intihar ettiğini bildiğimiz bir katılımcı, Hakas Şamanizm’indeki intihar ruhu hakkındaki sorularımı, cevaplarını bilmediği gerekçesiyle geçmemizi istedi.
“İnsanların hassas olduğu konularda onları konuşturmak her zaman kolay olmuyor.”
Şaman Hakaslar arasında kötü bir varlık, hastalık ya da olaydan bahsetmenin o olumsuzluğu kişinin kendisi ya da ailesi üzerine çekebileceği inancı çok güçlü. Bu gibi sebeplerle din konusunda araştırma yapmak zor olabiliyor. Mesela bugün Hakasların İrlǐg dedikleri ölüm tanrısı Erlik ile ilgili bilgilerimizin yetersiz sayılabilecek bir düzeyde olmasının bir sebebi olarak da alt dünyanın Tanrısından korkan inançlı kişilerin araştırmacılarla bu konu hakkında konuşmakta isteksiz olmaları gösteriliyor. Hristiyanlaştırma sürecini yansıtan XIX. yüzyıla ait arşiv belgelerinde Hakasların, kendilerini tektanrıcılığa çağıran Rus Ortodoks Kilisesi misyonerlerine Erlik Han’ın Hristiyan tanrısından daha güçlü olduğunu söyledikleri bilgisi mevcut. Aynı dönemde Hakaslar arasında etnografik malzeme toplamış olan Nikolay A. Kostrov’un İrlǐg ile ilgili sorularına cevap veren kaynak kişiler de onun çok korkunç olduğunu, kendisini tarif etmenin mümkün olmadığını söylemişler.
Şamanizm’de ölüme bakış nasıl? Ölüm için ne gibi ritüeller yapılıyor? Ölüm sonrasına inanılıyor mu?
Şamanizm’in ölüme bakış açısını anlamak için yaşama nasıl baktığını da anlamak gerek. Şamanizm ve diğer pagan dinlere göre ölümden sonra sizi cennet ve cehennemin bulunduğu bir öbür dünya beklemez. İyi ve kötü herkesin gitmek zorunda olduğu bir alt dünya bekler. Ancak ölüm yine de bir ayrılıktır, sevdiklerinizden, ailenizden, eşiniz ve çocuklarınızdan, yurdunuzdan, hayvanlarınızdan, evinizden ayrılmaktır ve bu ayrılık büyük bir acı verir. Bu nedenle esas olarak güneşin ve ayın ışığını alan, canlı yaşamının sürdüğü orta dünya çok kıymetlidir. Kişiler evrenin bu bölümünde kalıcı olmaya çalışırlar.
Şaman eski Türkler, ölüme ve yok olmaya direnmenin birkaç yolunu bulmuşlardır. Bunlardan biri adını yaşatarak ölüme direnmektir. Ancak bunun için kahramanlıklar yapmak, tehlikeli maceralara atılmak gerekir. Ozanlara, destancılara anlatmaya değer bir hayat hikâyesi vermek gerekir. Diğer yollar ise çocuk sahibi olarak soyu ve yaşamı devam ettirmek veya Güney Sibirya’daki Yenisey yazıtlarında olduğu gibi adınızı, erdemlerinizi anlatan bengü taşlar, yazıtlar bırakmaktır. Kitabımda da söylediğim gibi Şamanizm de devasa anıtları ve yazıtlarıyla diğer dinler gibi ölümü ve ölümlülüğü hatırlatıyor fakat insanlara öbür dünya için bir tür hazırlık yapmaları konusunda bir uyarıda bulunmaktan çok, sahip olunan yaşam süresini sevdikleri kişiler ile birlikte erdem dolu bir biçimde geçirmeleri doğrultusunda bir hatırlatma bu. Dolayısıyla, Hakas-Minusinsk Vadisi’ndeki bu anıtları memento mori anıtları olarak nitelemek yerine, mavi gökte parlayan güneşin ve ayın, koşturan sürülerin ve yılkıların varlığını; ezelden beri var olan canlı yaşamını vurgulayan ve bu sayede sonuna gelinmiş bir yaşamın kutsanmasını hedefleyen memento vivere anıtları olarak görmek daha doğru olur.
Ölüm ile ilgili ritüeller ise çok zengin. Ölümden sonra 3, 7, 20, 40. günler ile 6. ay ve yıl dönümünde düzenlenen periyodik törenler var. Bu törenlerde mutlaka yemek veriliyor, ölünün ruhu beslenirken ziyaretçiler de sofrada oluyorlar. Ayrıca eskiden Şamanizm doğrultusunda toprağa gömmeye ek olarak ölü yakma yani kremasyon ve Amerika yerlilerinde olduğu gibi cesedi ağaç dallarına bırakma gibi cenaze uygulamaları da vardı. Bunlara ek olarak ölülerin eşyalarıyla gömülmesi uygulamasının da arkeolojik ve etnografik veriler ışığında Hakas topraklarında Neolitik Çağ’dan beri devam ettiğini söyleyebiliriz.
Şamanizm’in sizin için tanımını yapar mısınız? Türk Şamanizmi diye bir kavramdan söz edebilir miyiz? Söz edebilirsek Türklerin Şaman inancını biraz anlatır mısınız?
Şamanizm için sıklıkla bir yaşam tarzıdır, bir kültürdür, bir öğretidir, bir trans tekniğidir, din değildir inançtır gibi tanımlar yapılıyor ancak aslında böyle bir tanıma ihtiyaç yok. Sibirya yerlisi Türk toplumlarına ve hatta daha geniş anlamda Altay uluslarına göre Şamanizm bir dindir. İnananlarına bir yaşam tarzı sunmayan, bir kültür meydana getirmemiş olan, bir öğretisi olmayan din var mıdır? Aynı şekilde “Din adamının adıyla anılan din mi olur? İmamizm, Hahamizm mi diyoruz?” gibi yorumlar yapılıyor. Lamaizm, Brahmanizm, Sikhizm gibi kavramların varlığını hatırlatmak gerek böyle durumlarda. Bu sorunun sebeplerinden biri de eski Sovyetlerde, günümüz Rusya’sında, Batı’da ve Türkiye’de de çoğunlukla Şamanizm’in Şaman figürüyle sınırlı tutulması. Oysa Şamanizm, Şaman figürüyle sınırlı bir inanç sistemi değil tabii. Benzer biçimde biliyoruz ki Hristiyanlık papaz, Budizm lama, Müslümanlık imam, Musevilik ise haham figüründen çok daha fazlasıdır ve bu yaklaşım Şamanlık için de geçerlidir.
Türk Şamanizmi ise hem tarihî kaynaklarda, yani Türklerle görüşen, onlarla karşılaşan seyyahların, misyonerlerin ve elçilik heyetlerinin kayıtlarında, hem de Türklerin kendi yazılı kaynaklarında inanış ve uygulamalarının tespit edilebildiği bir din. Evet din, çünkü cemaatle ve bireysel yapılan dua var, ibadet var, kurban var, doğrusunun o olduğuna inanıldığı için belirli bir biçimde uygulanan ve binlerce yıl boyunca değişmeden günümüze gelebilmiş cenaze uygulamaları var, öbür dünya inancı var, evrenin yaratılışına dair getirilmiş binlerce yıllık açıklamalar var, ki biz buna hangi din olursa olsun kozmogonik mit diyoruz. Görüldüğü gibi toplumunun ihtiyaçlarına cevap veren bir inanç sistemiyle karşı karşıyayız. Din nedir sorusuna verilen yüzlerce cevap için akademik literatürü tarayabilirsiniz. Göreceksiniz ki tek bir yaratıcı tanrı, kutsal metin ve peygamber şartı arayanlar sosyologlar değil, ilahiyatçılardır. Ortadoğu kökenli tektanrılı dinler, öğretileri gereği kendilerinden farklı olanı doğru din saymama eğilimindedirler. Nitekim 10. yüzyılda İbn Fadlan, Oğuzlar için “yollarını kaybetmiş eşekler gibi hiçbir dine inanmıyorlar” dedikten iki satır sonra bir cenaze töreni anlatır, Türklerin öbür dünya inanışından bahseder; ancak ona göre bunlar bir dinin sonucu değildir çünkü bahsettiği uygulamalar İslamî değildir. Aynı şekilde 13. yüzyılda Marco Polo, Altaylıların ruh kavramını bilmediklerini ve ruhun kurtuluşu ile ilgili bir tasaları olmaması sebebiyle tamamen dünyevi zevkleri doğrultusunda yaşadıklarını ifade ederken Hristiyanlıktaki gibi bir öbür dünya tasarımının gerektirdiği şekilde ruhun kurtuluşu üzerine kurgulanan bir yaşam arar. Bu yaklaşım ise İç Asya Türklerinin yaşama ve ölüme yükledikleri anlamları doğru tespit edebilmek için geçerli bir model değildir.
“Şamanizm’e göre öbür taraf, ruhunuzun kurtuluşunun söz konusu olduğu bir yer değildir. İyi ya da kötü herkesin gittiği bir yerdir.”
Ayrıca Altaylıların ruh kavramını bilmediklerini söylemek de mümkün değil, nitekim Güney Sibirya Türkleri, insanın her daim bir biçimde ölümsüz kalan yanını ifade etmek için birden fazla kavram kullanırlar. Biz alan araştırması sırasında o zamanlar 70 yaşını geçmiş bir Şamanla görüşmüştük, şöyle demişti: “Babam da benim gibi görme yeteneği olan birisiydi ve ‘kǐzǐnǐn çitǐ hudı par’ (kişinin yedi kut’u/ruhu var) derdi.” Müslüman ve Hristiyanların bu örneklerde görülen bakış açısı birkaç yüzyıl sonra da değişmiyor. Mesela Alman botanikçi ve coğrafyacı Johann Georg Gmelin, 18. yüzyılda Güney Sibirya’da bulunduğu sırada karşılaştığı ve gözlemleme şansı bulduğu Türk halklarından bahsederken bu insanların herhangi bir dine mensup olmadıklarını ve dünya üzerinde en büyük kâfirler olduklarını yazıyor. Tabii Gmelin de bu düşüncelerini notları arasına kaydederken Sibirya Türklerinin, kendisinin bildiği Hristiyanlık, İslam ya da Musevilik gibi dinlerden birini benimsememiş olduklarını kastetmiş olmalı.
Şamanizm bir yandan da “kişisel gelişim”, “new age spiritualism” gibi akımlarla ilgi çekiyor. Ancak çoğu zaman özümüze dönmek yerine Peru’da Şamanizm’i arıyoruz. Sizce bunun sebebi ne olabilir?
Çok haklısınız. Biliyorsunuz iklim krizi, doğal kaynakların tükenmesi ve bunlardan kaynaklı gelecek endişesi, insanlığı bir kez daha doğayla uyum içinde yaşamayı mümkün kılan inanç sistemlerine ve bu dinlerin mensuplarının kadim bilgeliğine başvurmaya mecbur bıraktı. Timur Davletov hocanın ifadesiyle, çeşitli sorunlara dair kazanmak zorunda olduğumuz farkındalık ile çevrecilik konusundaki bilincimiz yeni bir boyuta ulaştı. Bu sebeple tüm dünyada büyük bir ilgi uyandıran Hollywood ve Disney filmlerinde de doğa ile uyum içinde yaşayan yerli kültürler temasının işlendiğini görebilirsiniz.
Yönetmen James Cameron’ın 2009’da vizyona giren filmi Avatar ve Disney’in 2019’da yayımladığı animasyonu Frozen II (Karlar Ülkesi II) bu yapımlara örnek gösterilebilir. Dolayısıyla Batı dünyasının bu konuda akademik ve sanatsal boyutta bir arayışa girdiğini ve Şaman kültüründen çeşitli yapımlarda ve tanıtımlarda faydalandığını ifade etmek mümkün. Şamanizm elbette evrensel bir din ve dünyanın her yerinde görebilir. Eski Yunan dininin bile Şamanizm olarak adlandırılıp adlandırılamayacağına dair akademik çalışmalar var. Fakat bu dinin locus classicus’unun, Türklerin de kültürel beşiği olan Sibirya olduğu ifade edilir. Ancak dediğiniz gibi Şamanizm’in başka yerlerde aranmasının ve deneyimlenmesinin sebebi Mançular, Tunguzlar, Koreliler, Japonlar ve Moğollar gibi Türklerin de içinde bulunduğu Altay halklarının geleneksel inanç sistemi olan kadim Şamanizmi ve kaynaklarını bilmemek. Çoktanrıcılık tartışmaları ve endişeleri de uzunca bir zaman bu dinin Türklerden uzak tutulmak istenmesine yol açtı tabii.
Şamanizm denildiğinde çoğu zaman akla ayahuaska törenleri geliyor. Türk şamanlar da bu tarz ritüeller yapar mıydı? Ya da ne gibi ritüeller yaparlardı?
Türk Şamanları genel olarak esrime için yardımcı madde kullanmıyorlar. Elbette örgütlü olmayan ve bir kutsal metne sahip olmayan dinlerde lokal özellikler daha belirgindir. Bir köyde tercih edilen yöntem diğer köyde görülmeyebilir veya bir Şaman’ın tercih ettiği tekniği diğer Şaman tercih etmeyebilir. Bu sebeple Şamanizm’de şu kesinlikle yoktur ya da bu kesinlikle vardır denemez. Ama genel olarak esrime haline geçiş için yardımcı madde kullanımı yerine ritim tercih ediliyor. Hakasların tüür dedikleri Şaman davulu aracılığıyla üretilen bu ritim, Şaman’ın çula denen ikiz ruhunun, vücuttan ayrılarak evrenin farklı bölümlerine yolculuk yapabilmesini ve burada gerek aradığı şeyi bulmasını gerekse ruhlarla ve tanrılarla görüşmesini, yani ibadet ne amaçla yapılıyorsa onun gerçekleşebilmesini sağlıyor.
“Göbeklitepe’yi dünyaya tanıtan Alman arkeolog Klaus Schmidt bu kutsal mekânı Şamanizm odağında değerlendiriyor.”
Göbeklitepe’deki hayvan görsellerini ve orada yapılması muhtemel olan ritüelleri de Şamanizm’le ilişkilendirenler var. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Evet, zaten başta Göbeklitepe’yi dünyaya tanıtan Alman arkeolog Klaus Schmidt bu kutsal mekânı Şamanizm odağında değerlendiriyor. Arkeologlar David Lewis-Williams ve David Pearce da Anadolu’daki Çatalhöyük örneğinde olduğu gibi diğer Neolitik dönem buluntularını Şamanların varlığıyla, Şaman ibadetleriyle ve Şamanik konseptlerle açıklıyorlar. Binlerce yıllık geçmişiyle insanlığın en eski dini olarak değerlendirilen Şamanizm ve ona ait olgular tam da bu sebeple dünyanın her yerinde görülebiliyor. Bunlar kesinlikle bilimsel yaklaşımla ele alınması gereken konular. Türkiye’de böyle bir eksiklik vardı ve biz Kapadokya Üniversitesi Kültürel Çalışmalar programında lisansüstü seviyede verdiğimiz Şamanizm Araştırmaları dersinde Timur hocayla bu konuları anlatıyoruz. Tabii ilk haftalarda din olgusu ve kökleri, dinin sosyal fonksiyonu, temel kavramlarla başlıyoruz. Ardından Türkiye’de ve dünyada Şamanizm araştırmalarının durumu hakkında bilgi veriyoruz ve hafta hafta Türk Şamanizmi, Moğol Şamanizmi, Kore Şamanizmi, Japon Şamanizmi, Tunguz-Mançu Şamanizmi, Ural Şamanizmi, Amerikan Şamanizmi gibi başlıklar altında tüm dünyadan örnekleri inceliyoruz.
Burada mutlaka açıklama ihtiyacı hissediyorum, Abdülkadir İnan Hoca’nın da çok uzun zaman önce ifade etmiş olduğu gibi Şamanizm kavramı bugünden retrospektif bakış açısıyla yaklaşarak tercih ettiğimiz “temsilî” bir adlandırma. Bugün Şamanizm adıyla yaşayan dinin inanış ve uygulamalarını, maddi kültür ürünlerini, motiflerini tespit edebildiğimiz ortamda Şamanizm kavramını kullanmak zorundayız çünkü Neolitik dönem için zaten yazıdan bahsetmiyoruz ama eski Türkler de Erken Orta Çağ’da bizim dinimizin adı Şamanlık/Kamlık, Göktanrıcılık veya Tengricilik dememişlerdir. Bunun sebebi pagan dinlerin tebliğci olmamasıdır.
“Eğer sizin, dininizi anlatmak, yaymak ve bunun bir getirisi olacağına inanmak gibi bir motivasyonunuz yoksa kendinizi dışarıdan bakanlar için adlandırma ihtiyacınız da olmaz.”
Nitekim öbür tarafta sizi bir cennet ya da cehennemin beklemediği pagan öbür dünya konseptine göre dininizi yaymanız size ölümden sonra bir ödül sağlamayacaktır. Eski Yunan dininin ya da eski İskandinav dininin adını biliyor muyuz? Yüzlerce dizi ve filmde izlediğimiz eski Yunan ritüelleri hangi dinin parçasıydı? Achilleus neden Troya savaşına öleceğini bilerek gitti? Kral Agamemnon neden Akhaları Troya’ya savaşa götürebilmek için kızını bir ilaha kurban etmek zorunda kaldı? Burada bir din yok mu sizce de? Eski Yunanlar tanrılara “saygı duydukları” için mi insan kurban edebiliyorlardı? Eski Türklerle ilgili hep böyle denir çünkü biliyorsunuz, “Türkler ateşe, suya, toprağa, göğe, dağlara saygı duyuyorlardı ama tapmıyorlardı.” Tapmadığınız şeye secde edip yakarıp kurban sunmazsınız. Peki, Vikinglerle ilgili hayranlıkla izlediğimiz o dizilerdeki dinin adı neydi? Bilmiyoruz çünkü onlar da eski Türkler gibi kendi dinlerini başkalarına anlatmakla yükümlü hissetmiyorlardı. Pagan ve tabii Şaman toplumlar karşılaştıkları diğer kişilere ve halklara bizim dinimizin adı şudur, kurallarımız bunlardır, öbür taraf şöyledir, en doğrusu da budur ve buna inanmalısınız dememişlerdir; çünkü Şamanist felsefeye göre dünyanın herhangi bir yerinde veya öte köyde ya da yolun karşısındaki nehrin kıyısında bambaşka tanrılar olabilir ve bu doğaldır. Bakın, Yunan mitolojisi derslerinde mutlaka okuttuğumuz ozan Hesiodos, Theogonia’sında sayıları 3000 olan Okeanos’un kızları tanrıçalar hakkında diyor ki bir ölümlü bunların adlarını sayamaz. Yalnızca bu 3000 tanrıçanın hangisi hangi suyu koruyorsa o suyun kıyılarında yaşayanlar, kendilerini ilgilendiren tanrıçanın adını bilirler. İşte bu özellik tüm pagan dinlerde ve Şamanizm’de de gördüğümüz bir ortaklıktır. Bu sebeple ben de tarihöncesi döneme ait bu eserleri, motifleri, buluntuları yalnızca Şamanizm ile yorumlayabileceğimizi düşünüyorum.
Şamanizmde kadın kavramından söz edebilir misiniz? Kitabınız Kün Sarığ Han bir Hakas kadınının destanı sanırım değil mi?
Türk kültüründe kadının yeri genellikle İslam öncesi, İslamî dönem ve Batı etkisiyle modernleşme olmak üzere üç döneme ayrılarak incelenir. İslam öncesi olarak adlandırılan ilk grupta kadın erkek ile eşit seviyede ve alp tipinde karşımıza çıkarken, İslamî dönemde alplık özelliklerini yitirmeye başlıyor. Üçüncü grupta ise kadın, erkek ile bir kez daha eşitleniyor. Tabii İslam öncesi dönemde kadının sahip olduğu bu eşit konum, Türk halkları için Şamanizm ile açıklanmalı. Şamanizm’de ateşin, ocağın ve evin yani mikrokozmosun iyesi olan Ot Eezǐ (Od İyesi) bir dişi tanrı olarak tasvir ediliyor. Bu antropomorfik özellikler, Sibirya Türklerinden Hakasların ateş iyesine ettikleri ve alan araştırmaları esnasında kaydedilmiş dualar ile sabit. Türklerin de içinde bulunduğu Altay halklarının mitlerinde ilk Şaman’ın da bir kadın olduğu ve kadınların dinî önderliklerinin Şamanizm’in yaşı kadar eski olduğu da anlatılıyor. Bu konu ise bizleri Türk panteonunun ünlü tanrıçası Umay’a ve onun yetki sahasının sınırlarını bir kez daha gözden geçirmeye götürüyor aslında. Türk Şamanizmi’nde ailelere çocuk kut’u yani ruhu vererek onların çocuk sahibi olmalarını sağladığı gibi kağanın kardeşi Kül Tigin gibi savaşçı erkeklerin er at ya da alp at (yetişkinlik adı, kahramanlık adı) kazanmalarını ve bilge Tonyukuk’un kendi ifadesiyle kimi durumlarda düşmanlara gaflet vererek Köktürklerin askerî zafere ulaşmalarını sağlayan da bir dişi tanrı olan Umay’dır. Türk runik metinlerinden hareketle de Türk tanrıçalarının yalnızca hamilelik, doğum ve lohusalık üçgeninde sıkışıp kalmadıkları, savaşçılık ile doğrudan ilişkili oldukları anlaşılabiliyor.
Güney Sibirya Türklerinden Hakaslara ait destanlar da Türk mitolojisi konusunda zengin motifler barındırması sebebiyle en az runik metinler kadar hayatî öneme sahip. Hakas destanları, genellikle başkahramanının kadın olması ve bu kadınların aynı zamanda orduyu yöneten, devletin başında bulunan savaşçı liderler olmaları, yani anaerkil Türk Şamanlığını temsil etmeleri sebebiyle Türk dünyasındaki pek çok destandan daha eski kabul ediliyor. Örneğin Güney Sibirya Türklerinden Hakasların Ay Huucın adlı destanında Hıs Han (Kız Han) adlı bir kadın kahraman “halkın hanı ve beyi” olarak tasvir ediliyor. Destana adını veren Ay Huucın adlı kadın kahraman ise destanın ilerleyen kısımlarında düşmanı olan erkek kahramanları savaşta yeniyor ve karşısında duran herkesi öteki dünyaya yolluyor. Görüyorsunuz bu kadın kahramanlar edilgen değil, son derece aktifler. Ancak başkahramanı erkek olan Hakas destanlarında da kadınların aynı şekilde savaşçı, alp niteliklerine sahip olmaları ve diğer Hakas destanlarında olduğu gibi okuma yazma bilmeleri, yazı ile haberleşmeleri, evlenme ya da evlenmeme haklarını ellerinde tutmaları dikkat çekici.
Eski Türk döneminde, yani günümüzden 1000 küsur yıl önce bugünkü Moğolistan topraklarında ölmüş olan bu sıradan kadının dahi öbür dünyaya kendi atı ve bıçağıyla yolcu edilmesinden hareketle eski Türk kadınlarının – Türklerin atalarına atfedilen kültürlerin kadınları gibi – erkeklere emanet edilen canlılar olmadıkları anlaşılıyor.
Bu savaşçı kadınlara ait kanıtlar var mı?
Arkeoloji de Şamanik sözlü kültür ürünlerinin bizlere gösterdiği bu savaşçı kadın tipini destekleyen somut veriler sunuyor. 2020 yazında Rusyalı arkeologlar, Hakas topraklarında çoğunlukla Hakasların Sağay boyunun yaşadığı Askiz Bölgesi’nde Erken Demir Çağı’na ait büyük bir kurgan kazısı gerçekleştirdiler. Günümüzden yaklaşık 3000 yıl önce başlayan Tagar arkeolojik kültürüne ait olduğu belirlenen bu kurgan sayesinde silahlarıyla gömülen savaşçı kadınların varlığı Hakas topraklarında ilk kez tespit edildi. Bu keşfin belki de en önemli özeliği ise aynı kurganda silahlarıyla birlikte gömülmüş erkeklerin de bulunması. Dolayısıyla bu mezar, Güney Sibirya coğrafyasında kadınlar ve erkeklerin tıpkı Hakas destanlarındaki gibi eşit şartlarda yaşadıklarını, savaştıklarını ve öldüklerini göstermesi bakımından çok önemli. Hakasların komşuları olan Tıvaların topraklarında 2600 yıl önce baltası, okları ve yayıyla gömüldüğü için araştırmacılarca 30 yılı aşkın bir süre boyunca erkek zannedilen bir mumyanın sadece 12-14 yaşları arasında bir kız olduğunun anlaşılması da Şamanizm’in locus classicus’u olan Sibirya’nın ve Şamanizm’in koruyucusu olarak nitelendirilebilecek Sibirya Türklerinin geleneksel kültüründe kadının yerine dair çok şey ifade ediyor aslında. Tıva’da yine aynı döneme tarihlendirilen bir başka mezarda ise başında kesici aletle açılmış ve iyileşmiş bir yara tespit edilen genç bir kadın bulunmuştu, arkeologlar bu yaranın savaşta alınması ihtimalinin çok yüksek olduğunu belirtmişlerdi. Bu durum Orta Çağ’da da değişmiş gibi gözükmüyor. Kırmızı şeritli çizmeleri sebebiyle “Adidaslı mumya” adıyla ünlenen mezarın sahibini ve bu kişinin öbür dünyaya çıktığı yolcuğunda yanına aldıklarını hatırlayalım. Eski Türk döneminde, yani günümüzden 1000 küsur yıl önce bugünkü Moğolistan topraklarında ölmüş olan bu sıradan kadının dahi öbür dünyaya kendi atı ve bıçağıyla yolcu edilmesinden hareketle eski Türk kadınlarının – Türklerin atalarına atfedilen kültürlerin kadınları gibi – erkeklere emanet edilen canlılar olmadıkları anlaşılıyor.
Bu noktada Şaman mitolojisinin temel kaynağını oluşturan Hakas destanlarında kadın kağanların ya da hanların bu pozisyonu ellerinde tutabilmek için evli olmalarının beklenmediğini de belirtilmek gerek. Bununla birlikte Hakas destanlarında yönetici sınıftan veya halktan kadınlar, evlenmek istediklerinde bunu yine kendi yöntemleriyle yapabiliyorlar. Destan kahramanı bu kadınlar, evlilik konusunda da içinde bulunduğumuz XXI. yüzyılda dahi tamamen erişilemeyen bir noktada duruyorlar aslında. Bu konuda Altın Arığ destanından bir örnek verebiliriz. Hakas haycı yani destancı Semen P. Kadışev’den kaydedilen ve başkahramanı yine bir kadın olan bu destanda, Picen Arığ adlı başka bir kadın karakter daha var. Bu kadın kahraman, almak yani evlenmek istediği ak sarı atlı Alıp (Alp) Saaday’ı kendi yurduna çağırarak evlenme teklifinde bulunuyor. Bir diğer Hakas destanı olan Kün Sarığ’da da destana adını veren kadın başkahraman Kün Sarığ Han, evlenmek istediği kişiye bu teklifi yapıyor. Geleneksel ortamda ilk adımın erkekten ya da erkek tarafından gelmesinin gerekliliği neredeyse ortak bir kabul iken bir kadın destan kahramanının önce davranarak beğendiği erkeğe evlenme teklif edebilmesi çok şaşırtıcı bir davranış.
Bugün bazı Türkiye Türkçesi konuşurları tarafından almak fiili yalnızca “kız almak” ifadesiyle sınırlı zannediliyor ve sıklıkla cinsiyetçi bir ifade olmakla suçlanıyor, doğru algılanmıyor. Oysa Türk dillerinde bu fiil, her iki cins için de eş sahibi olmaya işaret eder.
Şimdi burada “almak” fiiline takılabilirsiniz. Öncelikle ifade etmeliyim ki bugün bazı Türkiye Türkçesi konuşurları tarafından almak fiili yalnızca “kız almak” ifadesiyle sınırlı zannediliyor ve sıklıkla cinsiyetçi bir ifade olmakla suçlanıyor, doğru algılanmıyor. Oysa Türk dillerinde bu fiil, her iki cins için de eş sahibi olmaya işaret eder. Sibiryalı Hakaslarda da cinsiyet belirtmeyen ve evlenmek anlamına gelen kízí alarğa yani “kişi almak” diye bir ifade var. Kadın veya erkek destan kahramanları da bu doğrultuda eşlerine alğanım “aldığım” diye sesleniyorlar. Bugün Anadolu’da da insanlarla geleneksel ortamda biraz daha fazla vakit geçirildiği takdirde herhangi bir kadın ve eşi hakkında “aldığı adam” şeklinde bahsedildiğini duymak hiç de zor değil. Bir kültürü ve o kültürün ürünü olan dili doğru yorumlamanın yolu, o kültürün temelini oluşturan inanç sistemini anlamaktan geçiyor diye düşünüyorum.
Bizim Kün Sarığ’a dönecek olursak, öncelikle şunu söylemek isterim ki bir kadın kağan hakkındaki bu destan, bir kadın destancı tarafından anlatılmış ve bir kadın bilimci tarafından kaydedilmiş. Bu inanılmaz bir şey. Büyük Hakas kadın destancılardan biri olan Obdo N. Kulagaşeva sayesinde günümüze ulaşan ve tanınmış Hakas folklorculardan Doç. Dr. Valentina E. Maynogaşeva tarafından kayda alınan bu destanda başkahraman, dediğim gibi bir kadın. Üstelik bu kadın sıradan bir kahraman değil. Kün Sarığ, içinde bulunduğu toplumu yöneten kişi. Ama destanda halkına karşı çok sert bir tutum içinde bulunan bir yönetici. Hatta kendi öz kardeşine de hiç acımıyor. Destanın erkek kahramanlarından biri olan kardeşi Üzüm Taycı (Ay Solğın), yıllarca evin içinde en itibarsız yer olarak kabul edilen kapıya yakın yerde yatıp kalkıyor. Bu noktada kadının baskın olduğu bir durumla karşı karşıyayız. Destanın ilk bölümünde erkek kardeş bu duruma itiraz etmeye çalışıyor; ama Kün Sarığ’ın kardeşinin itirazını duyunca gözlerinden ve sesinden alevler çıktığı, pars gibi gök gibi gürleyip “Sen benim yöneticiliğimi elimden mi almaya çalışıyorsun it herif?!” diye çıkıştığı anlatılır. Kün Sarığ ister olumlu ister olumsuz bir imaj çizsin, bir kadın olarak güçlü bir karakter. Destanın en dikkat çekici yönlerinden bir diğeri de erkek kahramanların ağlaması. Başkahraman Kün Sarığ’ın kocası Han Mirgen ile tartışması anlatılırken erkeğin “boğadan daha yaman böğürerek gözünün yaşını akıtıverdiği” söyleniyor mesela.Daha önceki destanlarda erkek bir kahramanın ağlaması ile ilgili bir fragmana hiç denk gelmedik.
Kadın ve erkeğin yan yana, omuz omuza olduğu bir tarihimiz var. Siz de eşinizle Şamanizm konusunda çok başarılı projelere imza atıyorsunuz. Sırrınızı paylaşır mısınız?
Ortak bir ilgi alanına sahip olup bu alanda sürekli gelişmeye çalışmak ve her adımda birbirini takdir etmek, mutluluk ve başarı getiriyor diyebilirim.
Buket Uzuner’in Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları serisinde kendisine danışmanlık verdiniz. Bu süreçten de söz eder misiniz?
Buket hanım Tabiat Dörtlemesi’yle tehlikedeki Türk dillerinden Hakasçayı ve Türk Şamanizmi’ni geniş kitlelere tanıtan ilk Türk yazar olmuştur. Zaten bu seriyi Türk edebiyatında ekokurgu içerisinde değerlendirilen diğer eserlerden ayıran nokta da yazarın bu eserlerde doğrudan yaşayan bir din olan Türk Şamanizmi’nden ve bu konudaki birincil kaynaklardan beslenmesidir. Kendisine özellikle Toprak ve Hava romanlarında Hakasça kelimeler, kavramlar, Umay ninenin dualarının Hakasça çevirisi ve tabii ki yaşayan bir din olarak Şamanizm konusunda o kültürde yetişmiş bir Hakas olarak eşim Dr. Timur B. Davletov destek verdi. Ayrıca Doç. Dr. Halil İbrahim Ünser hocanın editörlüğünde 2022 yılında Ankara’da İdeal Kültür Yayıncılık’tan çıkan Türk Edebiyatında Çevreci Düşünce adlı kitap içerisinde “Buket Uzuner’in Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları Roman Serisinde Şamanizm ve Çevre” başlıklı bir ortak yazımız var. İlgilenenlerin okumasını tavsiye ederim.
Yeni projeleriniz neler?
Hiçbir zaman verilemeyen o son beş kilo vardır ya, bizim de her zaman kafamızı meşgul eden ve tamamlanmayı bekleyen birkaç makalemiz, kitabımız ve konferans/sergi fikrimiz var. Ancak şu sıralar tüm zamanımızı ve enerjimizi kızımız Yula’ya adamış durumdayız.
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.