Ben yürürüm yane yane
Aşk boyadı beni kane
Ne deliyem, ne divane
Gel gör beni aşk neyledi.
Yunus Emre
“Tanrı aşktır,” der Sufi. İnsanoğlu da tamamen aşktır, çünkü O’nun imajında yaratılmıştır. Ama onlar bunu unutalı çok oldu. Bir insanı ne kadar seversek sevelim, sevilenin kalbimizde erişemeyeceği bir yer vardır. Orada yapayalnızızdır. İçimizdeki hasret, bu yerin sadece Tanrı’ya ayrılmış olduğunun en büyük kanıtıdır.”
Sanırım anlamışsınızdır, yukarıdaki sözlerin bizdeki deyimiyle bir “aşk erbabı”, yani bir Tanrı âşığı tarafından telaffuz edildiğini. İnisiyasyonunu Hindistan’da, bir Sufi üstadının yanında tamamlamış; tuttuğu günlükle dünyanın birçok ülkesinde tanınmış ve Sevgilisine verdiği sözü sonuna kadar tutmayı başarmış muhteşem bir kadın, Irina Tweedie.
Tahammülfersa acılarla boğuşarak geçirdiği değişime ve üstadıyla yaşadığı zorlu ama aşkla dolu ilişkiye anbean şahitlik eden, The Daughter of Fire (Ateşin Kızı), sevgiyle coşan, hasretle kavrulan her mistik yüreğe ayna tutan 800 sayfalık bir kitap haline gelmiş. 1979 yılında, ilk önce kısa versiyonuyla yayınlanmış, sonra da gördüğü ilgi üzerine genişletilerek yeniden basılmış.
Geçen yüzyılın neredeyse tamamını kapsayan, Rusya’da başlayıp Londra’da son bulan bir macerası var Tweedie’nin. Eşinin vakitsiz ölümüyle tetiklenen spiritüel arayışı, onu ilk önce Teosofi Cemiyeti’nin toplantılarına, ardından üstadı Bhai Sahib’in sohbetlerine sürüklemiş. Ve bu arayış, özlemle beklediği sınırsız ve sonsuz sevgiyi, yaşlı ermişin varlığında keşfetmesine yardım etmiş.
Bilirsiniz; yüreğin yürekte eridiği, bilginin bu yolla aktarılıp tecrübe edildiği “ebedi” bir ilişkidir üstatla öğrencisinin birlikteliği. İkisi arasında yaşananlar genellikle gizli kalır, nadiren de efsaneleşerek nesilden nesile anlatılır. Tanrı’yı arayanla Tanrı’yı bulanın birbirlerine kilitlenmelerinden doğan kutsal güç, ona uzaktan yakından dokunan her ruhu aşkın sihrine bulaştırır…
Üstadının “özüyle” beslenip büyüyen Irina, onun ölümünden sonra şöyle bir not düşer defterine: “Beni programladın, Sevgili Guruji. Yoluma devam edeceğim… Şimdi biliyorum ki, artık hiçbir zaman yalnız değilim; zira sen hep benimlesin. Tanrı’nın sessizlik olduğunu ve Ona sadece sessizlikte ulaşılabilineceğini anladım. İnsanların bu düzeye gelmeleri için çabalayacağım…”
O günden itibaren tüm varlığını üstadına, misyonuna ve Yaradanına adayarak, asla ödün vermediği o bulaşıcı tevazusu ile sayısız insana rehberlik yaptı. Başarısını şahsına mal etmediği gibi, guruluk taslama gafletine de düşmedi. “Sizi dinlemeye gelenler, üstadınızla iletişim kurabiliyorlar mı?” sorusuna, “Elbette,” diye cevap veriyordu. “Herkes ondan yardım isteyebilir. Sadece Tanrı’ya dua ederiz; üstatla da kalbimiz vasıtasıyla konuşuruz.”
Bir öğretmenin yegâne fonksiyonunun kişinin kendi içindeki guruyla tanışmasına yardım etmek olduğunu belirterek, spiritüel uyanışın ilk etaplarında gelişen duru-görü/duru-işiti gibi yeteneklerin cazibesine kapılmamak gerektiği konusunda kendini örnek göstererek herkesi uyarıyordu:
“Dünya pırıl pırıl parlayan bir ışıkla dolmuştu… İnsanların düşüncelerini, Guruji’ye gelme nedenlerini okuyabiliyordum. Kısa zamanda kaydettiğim büyük aşamadan çok memnun kalmıştım. Bunu ona söylediğimde, yüzünde anlamını çözemediğim istihzalı bir gülüş belirmiş; anlattıklarımı yorumsuz bırakarak, dikkatini başka yöne çevirmişti. Ertesi gün uyandığımda, korkunç bir hayal kırıklığı yaşadım. Dünya yeniden sıradanlaşmıştı… Derken, üç gün süren bir bekleyişin ardından onunla konuşma fırsatını yakaladığımda, “Onu benden aldın!” diyebildim. “Tabii ki,” dedi çabucak, “Şu haline baksana! Tıpkı bir balon gibi şişmişsin. Gerçeği mi arıyorsun, yoksa illüzyonların peşinden mi koşuyorsun?”
Her devirde geçer akçe olan bu sözleri kulak ardı etmek mümkün mü?
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.