Sibel Aydoğmuş’u instagramda keşfettim. Duyguları ve duyguların bedendeki etkilerini o kadar kendine has bir şekilde anlatıyordu ki ilgimi çekti. Üstelik hiç konuşmadan, ağzından tek bir söz çıkmadan utancı, sıkışmışlığı, korkuyu anlatıyordu. Sözün az olduğu yerde meselinin özünün kendisini gösterdiği düşüncesindeyim.
Bedene aşık ve iyi bir beden dinleyicisi olmaya gönül vermiş birisi olarak sevgili Sibel’in Somatik Psikoloji derslerine katıldım. Bedenin dilini öğrenmek insanın kendisini öğrenmesi demek olduğunu birinci elden deneyimledim.
“Travmalarınıza sahip çıkın.” diyen Sibel Aydoğmuş ile yaptığımız keyifli söyleşiyi sizlerle paylaşmak benim için büyük bir mutluluk.
Okurken arada bir bedeninize de kulak verin, olur mu? Bir bakın beden ne halde?
Size ne söylüyor? Neye ihtiyacı var?
Geçmişte yaşadığımız duygular bugünü de etkiliyor
Duygular ve duygulara temasla ilgili çalışmaların var. İlkokula çok erken yaşta başladığını biliyorum. Bu durumun bende bazı yansımaları ve duygu çağrışımları var. Yaşadığın deneyimin sendeki etkilerini merak ediyorum.
Beş yaşında okula başlamışım. Ben dört yaşındayken abim okula başlamıştı ve ben de onu müthiş kıskanıyordum. O ne yaparsa onu yapmak istiyordum. Annemler, “Bir sene beklemen gerek.” diyerek durumu geçiştirdiler. Muhtemelen unuturum zannetmişlerdi ama ben unutmadım. Bir sene sonra yine sordum: “Ben neden okula gitmiyorum?” Müthiş bir hayal kırıklığı yaşamıştım. Yıkım duygusu.
İlkokul bizim eve çok yakındı. Bir gün annem bakıyor ki ben evde yokum, dışarı çıkıyor, komşulara soruyor. “Sibel’i okula doğru giderken gördüm.” diyor bir komşu. Annem okula gidince beni okulun önündeki kaldırımda otururken buluyor. Beni alıp eve dönüyor. Bu durum günlerce tekrarlanınca artık çareyi müdüre gitmekte arıyor annem. “Tamam.” diyor müdür, “Bir sınıfa girsin, zaten birkaç güne sıkılır.” Bir öğretmen beni sınıfına kabul ediyor. Önlüğüm bile yok. Ben her gün okula gidip geliyorum, öğretmenin verdiği dağ gibi ödevleri yapıyorum ve sınıfta okumayı ilk öğrenen oluyorum. Sonra öğretmen beni bırakmadı ve okula devam ettim. İlk başlara her şey benim için harikaydı, coşkuluydu ama çok küçük olduğum için teneffüste oyun oynarken birkaç kez ezildiğimi hatırlıyorum. Bazı yarışlarda arkadaşlarıma yetişemiyordum. O geride kalma hallerinde çok utandığımı anımsıyorum.
Şu andaki hayatına yansıması ne oldu? O yaşta istediğini almak için bir strateji geliştiren Sibel, aynı stratejiyi hayatının nerelerinde ve nasıl kullanmaya devam etti? Ve bu kazanma stratejisi hiç engel olarak karşına çıktı mı?
Elbette yaşadım. İleriki dönemlerde okulda tökezlediğin yerlerde herkes sana, “Tabii sen küçük gitti ya okula, ondan böyle.” gibi şeyler söylüyor. Bu da insanda müthiş bir suçluluk duygusu yaratıyor. Ben hata yaptım, diyorsun ve ihtiyaç duyduğun desteği de alamıyorsun. Pişmanlık, utanç gelişiyor.
Beşinci sınıfta değişen öğretmen aynı zamanda benim hayatımı değiştiren öğretmendir. Akademik olarak bana çok güvendi. Okulu yarışmalarda temsil ettim ve tekrar kendime güvenmeye başladım. Sonra ortaokul biterken -o zamana kadar hep takdir ve teşekkür almıştım- hangi liseye gideceğim konusu gündeme geldi. Ben, Cebeci Ortaokulundan mezun oldum ve oradan mezun olanları alan bir tek Ankara Lisesi vardı. Ben de oraya gitmek istiyordum çünkü üniversite hedefimi ODTÜ olarak koymuştum. Halam dedi ki “Sibel bu yaşa kadar güzel okudu ama liseye geçince çocuklar bozuluyor, ticaret lisesine gitsin ki bir mesleği olsun. Daktilo öğrenir, sekreter olur.” Sekreterliği küçümsediğimden değil ama benim istediğim o değil, ben ODTÜ’ye girmek istiyorum. Ticaret lisesinde okumak üniversite kapılarını kapatan bir şey. Kimse benim hayalimi dinlemiyor. Orada hissettiğim müthiş bir engellenmişlik duygusu.
“Kayıt günü annemlere şöyle söyledim: Lise mezunu bile olmayan bir kızınız olmasını istiyorsanız beni ticaret lisesine yazdırın. Her gün evden çıkacağım ama okula gitmeyeceğim.”
Baya tehdit yani 😊 Ya da açık sözlülük mü diyelim?
Evet, ne yapacağımı açıkça söyledim. Annemlere istediğimi yapma konusundaki direncimi bildiklerinden beni istediğim okula yazdırdılar. Ben yine beş yaşındaki o zafer duygusunu hissettim ama lisenin ilk döneminde beş zayıf getirince müthiş bir utanç yaşadım. Kimsenin yüzüne bakamıyordum.
İkinci dönem hepsini kurtardım. Okula erken başlamak, yeni bir şeye başladığımda adaptasyon sürecim zorlaşır düşüncesini yarattı. 16 yaşında ODTÜ’ye girdiğimde herkes 18 yaşında hazırlık okuyordu. O yaşlarda bu fark çok önemli oluyor. Kendimi diğerlerinden farklı hissediyordum. Sonra üniversitede bölüm değiştirerek o adaptasyon sürecini tamamladım. Jeoloji mühendisliğinden psikolojiye geçtim.
Psikoloji okumaya nasıl karar verdin?
Sayısal derslere yeteneğim fazla olduğu için ilk tercihim mühendislik oldu. O zamanlar bu yeteneğimin sözel branşlara olan yeteneğimi gölgelediğini bilmiyordum. Onu fark ettim önce. Ben aslında tam bir okuma, anlama ve anlatma insanıyım. Jeoloji derslerine giriyordum ama Engin Geçtan ya da Doğan Cüceoğlu kitapları da elimden düşmüyordu. İnsanı anlamaya çalışıyordum. Sonra bir gün kendime sordum: “Ben ne yapıyorum?” Şimdi bakıyorum da bunlar erken yaşta yaşanmış farkındalıklar.
Bu büyük bir şans diyebilir miyiz?
Belki de travmalarla ilgili bir şeydir.
“Travmatik deneyimler bizi ne kadar sarsarsa sarssın, bizi çok zorlu alanlarda bıraksın bir taraftan büyük uyanışlara ve sıçrayışlara da vesile oluyor. Bu da travmadan büyümek dediğimiz kavram. O yüzden travmana sahip çık derim hep. Yaşadığımız her travmanın bizi büyüten bir etkisi var. “
Yer değiştirme duvarını aştım ve olduğum yerde kalabilir oldum
Sibel Aydoğmuş için “cesur” der miydin? Özgeçmişinde sıklıkla yer değiştirdiğini hatta görüyorum. Yeni bir şeye başlama cesaretini gösterebilen Sibel, bu cesareti nereden buluyor?
“Ne kadar da cesursun.” demişti yıllar önce bir arkadaşım. Ona şöyle karşılık vermiştim: “Keşke cesur olmak zorunda olmasam.”Yer değiştirme konusunda insanın hayatında birçok şey etkili olabiliyor. Ben çocukken çok sık taşınmış bir ailenin çocuğuydum, çok sık ev değiştirdik. Babamın veya annemin mesleğinden dolayı da değildi bu. Yer değiştirmek de bu sayede benim hayatımda bir duvar olmaktan çıktı.
Bir taraftan bunun yine bir travmatik sonuçları olduğunu düşünüyorum. Bir yerde uzun süre kalırsan zarar görebilme ihtimalin artıyor. Sabitlik bir noktadan sonra bana zarar verebilir düşüncesi yerleşiyor. Yer değiştirme aslında bir şekilde kendimi koruma stratejisi. Yani, ne kadar hareketli olursam o kadar az zarar görürümgibi.Bunlar bilinçli yapılmayan, otomatik yapılan şeylerdi. Sonrasında biraz da bilinçlendikçe biraz daha olduğum yerde kalabilir oldum.
Cesaret konusuna gelecek olursak…Hayatımızda bir değişim olduğunda korku ve kaygıyı hepimiz yaşıyoruz. Buna rağmen adım attığımızda ona cesaret diyoruz.
“Cesaret aslında korkusuzluk demek değil. Korkuya rağmen adım atmak sorumluluğu da almak, sonuçlarına razıyım demek. “
Sorumluluk almaktan kaçıyoruz genelde. Aile dizimleri vs. çalışmalarda da çok dikkatli olunmalı kanaatindeyim. Bu alan da sorumluluktan kaçmak için manipüle edilebilir gibi geliyor. Sen ne düşünüyorsun?
Aile dizimi çalışmaları bize bir görüntüyü gösteriyor ama asıl soru şu: Sen şu anda sorumluluk alıp onu değiştirebilecek misin? Sadece pasifte kalmak çözüm değil.
Vazgeçmekle bırakmak arasındaki farkı da sormak isterim sana.
Bazılarımızda çok güçlü bir savaşçı yan var. Ben de hiçbir zaman mücadeleyi bırakmam ama bunun da bir sınırı var, olmalı. İnsanın kendi sınırını keşfetmesi gerekiyor. Bu sınırı keşfetmek, neyi ne zaman bırakmamız gerektiğini, neden ne zaman vazgeçmemiz gerektiğine dair ne bir bilgi veriyor aslında.
Vazgeçmek artık istememe haliyken bırakmak olana teslim olmak ile ilgili. Vazgeçmek eylemsel, bırakmak pasif bir yer. Vazgeçtiğinde yola devam etmiyorsun, bıraktığında ise akışla birlikte devam ediyorsun. Kendini bırakmak, varlığını bırakmak ve bırakarak devam etmek.
Vazgeçmenin içinde bir vedalaşma var. Mücadele edecek gücün kalmaması ile ilgili vazgeçmek. Bırakmak ise çabasız bir hal. Bıraktığında olanın öyle olması gerektiğine dair güçlü bir inanç geliştirir insan. Miadı dolan şeyleri bırakmak gerekiyor.
Eleştirel zihin halini avantaja çevirmek
Kendimiz zannettiğimiz kimliklerimizi bırakmakta zorlanıyoruz sanırım en çok. Oysa çoğu zaman bizim sesimiz zannettiğimiz sesin aslında babama, anneme ya da bir başkasına ait olduğunu fark ediyoruz. Bizi gerçekten biz yapan şey ne?
Annemden ve babamdan aldım, dediğimiz şeyler aslında gölge yanımızdan ya da onların gölge yanlarından geliyor. O gölgeleri reddetme taraftarı değilim. Travmamıza sahip çıkmalıyız. Babama baktığımda dürüstlüğünü görüyorum, açıklığını, netliğini; bununla birlikte uç noktada bir eleştirici tavrını görüyorum. Bunları ben babamdan almışım. Peki, bunlar bana nasıl fayda sağlıyor? Karşıma çıkan her şeye hemen yapışmıyorum, bakıyorum, tartıyorum. Eleştirel zihin halini avantaja çevirmek benim elimde.
Özellikle çocukluk travmalarında hayatta kalabilmek adına bazı kararlar alarak devam ediyoruz hayatımıza. Bu kararlar içten içe bizim gölge taraflarımızı besliyor ve yaklaşık 30-35 yaş döneminde kendilerini göstermeye başlıyorlar ve işte o zaman tokat yiyoruz. Gizlediğimiz tüm kayıplar ortaya saçılıyor. Ve kaçıyoruz sorulardan. Neden bu kadar görünmek istiyorum? Neden bu kadar sevgiye açım?
Gölgeler yaralarımızı da hissettirdikleri için çok canımız yanıyor. Canımızı yakan şeyler bize bir şey katıyor aslında. Ben, belli yaşlarda yaşadığım travmalarım olmasa belki de bugün bu kadar cesur olmayacaktım. Travmalarım sonucunda, korkmam lazım, korksam da yola devam edebilmeliyim tavrını kazandım. Burada travmaya bakıp zavallı ben demenin kimseye bir faydası yok. O yüzden diyorum: Travmanıza sahip çıkın! Gölgelerinizle bütünleşin.
Sibel’in gölgesinde neler var ve onlara nasıl sahip çıkıyor?
Sibel’in gölgesinde yargılama var. Zaman zaman ego bütünlüğünü korumak için yargılamaya ihtiyacımız oluyor. O yargıdan doğan öfkeyi hissettirmemiz gerekiyor ilişkide olduğumuz kişiye. Gölgem o zamanlarda bana yardımcı oluyor.
Sibel’in gölgesinde utanç var. Bunu iyi kullandığımda yanlış bir şey yaptığımı fark edersem rahatça özür dileyebiliyorum ya da kendimi tekrar düzenlemeye giriyorum.
“Sağlıklı utanç” diyebiliriz sanırım buna.
Evet. Bunu sağlıklı noktaya taşımazsam kendimi ortaya koyamam, kendimi var edemem, yaptığım işleri gösteremem. Karanlık bir suya dalar gibi gölge yanlarımızın içine dalmamız gerekiyor. Her zaman aydınlık olmuyor, ışıklar kesildiğinde neyle yüzleşeceğimizi bilmemiz gerek.
Olumlamalar ne kadar etkili? Yetersizlik hisseden birisi “Ben yeterliyim.” dediğinde gerçekten bu yetersizliği aşabilir mi? Önce dilin söylediğine kalbin inanması gerekiyor diye düşünüyorum.
Yakın zamanda dinamik eğitimi aldım ve orada netleştiğim bir şey oldu. Postürün çok önemli. Postürün sana enerjinin ne kadar yüksek ya da düşük olduğunu söylüyor. Sen ne kadar bedenini tutabilen, edenini taşıyabilen bir insansan ağzından çıkan olumlama ifadesi ile o kadar bütünleşebiliyorsun. Şu an hiçbir şeye gücüm yok hissiyle ben yeterliyim demek çalışmıyor. Bunu bana yapma derken dil, bedenin de aynı şekilde konuşması gerekiyor yoksa sınır koymak imkânsız.
Yeteri kadarını öğrenmek
Hayır diyebilmek ne kadar önemli ve biz bunu söylemeye ne kadar da korkuyoruz.
Bazen kaybetmemek için hayır diyemiyoruz. Yemeğimi yemek istemediğimde annem küsebiliyor, babam kızabiliyor. Hepimiz bu konuda yaralıyız. Hayır dediğimizde reddedileceğimiz zannediyoruz. Yetişkin hayatımızda bunlar değişebilir. Hayır demediğimde kazancım ne?
Bir diğer ortak his de yetersizlik. Bu hisse nasıl sahip çıkabiliriz?
Yetersiz hissetmenin de sağlıklı bir boyutu var aslında. Bir konuda yetersiz hissettiğimiz için değil gerçekten o konuda yetersiz olduğumuz fark ederek kendimizi geliştirebiliriz. Gerçekliği görmeye yardımcı olan bir his. Ya da kişi yeterlidir ama yine de yetersiz hissediyordur. O zaman da “yeteri kadar” kavramını öğrenmesi için bir fırsat doğar. Bu evrendeki bilginin tamamına erişmek mümkün değil. Bilginin sınırı yok ve bu durumda kimsenin kendisini ortaya koymaması gerekirdi.
Eleştiri alma korkusu da oldukça baskın.
Özellikle çok eleştirel bir ortamda büyüdüysek bu çok sık görülen bir durum. Bu korkuyu cebine al ve eleştirilebilirim deme cesaretini göster. Bütün bunlar bedene yerleşiyor ve senin somatik psikoloji çalışmalarında birçok gölge, birçok yanlış anlama tetikleniyor.
Bedenle çalışmak iyileşme sürecinde nasıl bir etkiye sahip?
Soma beden, somatik bedenle ilgili demek. Somatik psikoloji de travmalarla çalışan bir alan. Travmaları iki başlık altına ayırıyoruz:
- Şok travmalar
- Gelişimsel travmalar
İnsan matruşka gibi katman katman. Bazen o matruşka parçalanıyor, yaralı bereli bir hal alıyor ve o yaralar üstüne kat çıkıldıkça yaralar unutuluyor. Ama oradaki parçalanmışlıklar gölge olarak hayatımızda devam ediyor.
“Somatik çalışmalarda travmatik deneyimlerimize ait duygulanımları bedenleştirerek çalışabiliyoruz. O duyguların, travmaların bedendeki kayıtlarını bulabiliyoruz ve onları bugüne getirerek her birini bir dizi işlemden geçiriyoruz.”
Bu bazen travmadan kalmış bir öfke duygusu ta da bir donma hali olabiliyor.
Belki de kişi bu halleri farkında bile değil.
Farkında olmayabiliyor evet. Majör depresyonda travmatik bir donma etkisini araştırırız. Kişi sürekli mücadele halindeyse, sürekli hareket ihtiyacı duyuyorsa ve sürekli fedakârlık peşindeyse savaş modu araştırıyoruz. Bazen insan görünmemek için, ortaya çıkmamak için kaçmayı da tercih edebilir. Somatik psikoloji kişinin bütün bunları bedeninde nasıl yaşadığını araştıran bir alan sağlar. Ve travmaların nasıl işlevsel halde kullanılabileceğini araştırır. Amaç travmaları yok etmek değil, daha önce de söylediğim gibi travmaya sahip çıkmak.
Senin açtığın somatik psikoloji derslerinden bana kalan, kaynaklarını doğru kullanmayı öğrenmek fikri oldu.
Kaynakları farkında olmak ve işimize yarayacak en iyi şekilde kullanmak çok önemli. Amaç, yaşanılanları unutmak ya da yok etmek değil.
Zihnin hatırlamadığını beden hatırlar
Hiçbir anısını hatırlamayan bir insan da seninle somatik psikoloji çalışabilir mi?
Kişi çocukluğunu net bir şekilde hatırlamıyorsa o kişinin öyküsünde şok travma ya da gelişimsel travma etkisi araştırırız. Ve evet, hafızasında bir anı taşımayan bir kişi ile çalışmak mümkün. Zihnin hatırlamadığını beden hatırlar.Biz anne karnı dönemle de çalışıyoruz. Çalıştıkça bazı olasılıklar ortaya çıkıyor ve bir durum kişinin içini cız ettiriyor. Bir şey, kişinin hikâyesine denk düşüyor. Somatik psikolojide “Bedenin hissettiği şey doğrudur.” deriz. Bir kişiyle bir aradayken bedeninde kaygı varsa bu, o kişiyle ilişkin bir kaygıdır. Zihin seni ikna etmeye çalışır. “Aslında iyi bir insan. O da neler yaşamış.” dersin. Hayır, eğer bir insana bakmak bile istemiyorsan o bir tiksinmedir ve bedenin sana uyarı veriyordur.
Bunun önyargılı bir yerden gelmediğinden nasıl emin olacağız?
Bedeni dinleme pratikleri geliştikçe burada güçleniyoruz. Somatik çalıştığımızda bir noktadan sonra bedenin verdiği uyarılara daha uyanık hale geliyorsun.
Ayırdığın zaman ve paylaşımın içim çok teşekkürler Sibel. Eklemek istediğin bir şey var mı?
BOTS dersleri yapıyorum, biliyorsun. Bu dersleri açmaktaki niyetim terapi almak isteyen ama maddi ya da birtakım imkansızlıklar yüzünden bu desteği almakta zorlanan kişilere hizmet ulaştırmak. Her ay belli bir konuda açılan dersler var ve ben bu konuda çok eleştirildim: Hiç profesyonel değil, eğitimlerde kayıt almıyorsunuz gibi şeyleri çok duydum.
Buradan bir kez daha hatırlatmak isterim bu alan bir paylaşım alanı. Eleştiriler yüzünden bir ara vazgeçmeyi düşündüm ama niyetimi hatırladım. Niyetimi hatırlamak beni yolda tuttu. Buradaki niyet, imkansızlıklardan dolayı terapi alamayan ya da imkânı olsa bile pasif iyileşmeyi tercih eden kişilere destek olabilmek. BOTS dersleri terapi seansı değil. Sadece bir paylaşım alanı ve somatiği anlamak isteyen kişilerin faydalanması için bir hizmet. O yüzden bu derslere girerken kayıt formları, gizlilik anlaşmaları yok.
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.