Yeni bir ülke bulamazsın,
Kavafis*
Başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın.
Aynı mahallede kocayacaksın; aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Geçen gün beni pek güldüren Reels videosundaki sözü yaşar gibiyim: “Evren beni nice dersle travmatize ettikten sonra bolluk bereket gönderiyor.”
Ama o da haklı. Çünkü “nasıl olacak ki, zor, pahalı, uzak, iznim yok” gibi bahanelerle yıllarca ertelediğim sık seyahat etmeye, önümde bunu yapacak fazla vaktim kalmamış olabileceği ihtimalini fark ettiğimde karar vermiştim. Kalpten bir niyetti, sonrasında fırsatlar, ikramlar, “hadi gidelim” diyenler bol oldu. İşte 30 Ekim-7 Kasım 2024 arasındaki Meksika seyahati de bu zincirin halkalarından biriydi. Göze alma, eyleme geçme kaslarım geliştikçe daha hızlı hareket geçiyor, yıllardır aslında mümkün olan birçok şeyi ancak şimdi yaşayabiliyorum. Buna da şükür elbet.
Bu girişi harekete geçmekte zorlanan, “mümkün değil” realitesinde takılı kalan birilerine dokunur diye yazdım.
Şimdi gelelim Meksika’ya…Hayır Meksika’yı, gezdiğim gördüğüm yerleri ya da yediklerimi (daha doğru yiyemediklerimi) yazmayacağım.
Meksika’da karşıma çıkan bir kuştan bahsedeceğim size.
3 Kasım 2024, Saat 11.45
UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer aldığı söylenen ve temeli M.Ö. 500 yıllarına uzanan arkeolojik bir alandayız; Monte Alban.
Merdiven çıkıyoruz, biraz daha merdiven çıkıyoruz ve bir düzlüğe geliyoruz. Tepenin üstündeki bir düzlük. “Kır” diyorum içimden, “Burası tam bir kır.” Kır kelimesini kaç yıldır kullanmadım acaba? Bir an için zaman ve mekân kayması yaşıyorum.
Neredeyim?
Heyecanla kocama ve arkadaşlarıma “Burası benim anaokulunda gittiğim kırlara benziyor” diyorum. Gülümsüyorlar, gülümsüyorum. Çok daha gösterişli yerlere gittik oysa ne piramitler ne tapınaklar gördük ama ben burada bir başka hissediyorum.
Biraz daha ilerliyoruz bu geniş alanın içinde. Bazılarımız arkada kalıp ağaç gölgesinde dinlenmeyi tercih ediyor. Dört kişi kaldık şimdi. Yine merdivenler çıkıyoruz. Bir kırlık alan daha! Yine aynı hisler… Biraz daha gitsem denizi göreceğimden nasıl da eminim. Ama yok, burada deniz yok. Harika bir ağacın altına oturuyoruz, gözlerimiz kapalı. Bir anda diğer insanlar yok oluyor. Çıt çıkmıyor. Grup liderimiz Hande (Akın) bizi dinginleştirip ana getirecek bir şeyler mırıldanıyor ve ardından telefonundan bir müzik açıyor. Artık kendimizle baş başayız. Bir kez daha zamanda ve mekânda geriye kayıyorum.
Ben şimdi Meksika’da mıyım, Bodrum’da mı?
Anaokulundayken bazı günler kırlara çıkardık. Aklımda özellikle bir tanesi kalmıştı. Zaman zaman hatırladığım bir tanesi…
“Bugün”, demişti muhtemelen öğretmenimiz, “Çiçek toplamaya gidiyoruz.”
Papatyalar olurdu, kırmızı laleler ve bacaklarımızı çizen çalılar. Anaokulumuz Kız Meslek Lisesi’nin bahçesinde bir küçük bina. Hani şu Bodrum Kalesi’nin sol tarafında kalan koyun ucunda, tepedeki o irice devlet binası. Bahçe kapısından çıktığımız anda kırlardayız. Yakında neredeyse hiç ev yok. Deniz, içinde bulunduğumuz resmin üst çerçevesi gibi hep orada, hep görünür halde. Yürüdükçe yaklaşıyoruz ve ona tepeden bakıyoruz. Defalarca rüyalarıma giren, ilk meditasyonlarımda güvenli alan olarak belirlediğim o yüksek noktadayız. Güneş, deniz, hafif dalgalar, yelkenler, küçük balıkçı tekneleri…Güneş denize öyle bir vuruyor ki gözlerimiz kamaşıyor.
Acaba o gün de bir kasım ayına mı aitti?
Sonra gözümüz -ilk kim gördü bilmiyorum- kuru dalları olan bir ağaca takılıyor. Ağaçta bir kuş var. Bizim hareketliliğimizden hiç etkilenmiyor, uçup gitmiyor. Neden? Galiba hepimiz aynı anda fark ediyoruz, kuş dala yapışmış! Kuş dala yapışmış, uçamamış, gidememiş ve orada öylece donup kalmış! Öğretmenim neden uçmuyor, neden, neden? Sorup duruyoruz. O büyük, onun elinden bir şey gelir diye umuyoruz. Tutuverse kuşu, kurtarsa yapıştığı yerden, uçsa gitse kuş. Ne cevap veriyor hatırlamıyorum, sadece bir sızı var içimde hala yerini koruyan.
Ben dünyanın bir ucunda neden 6 yaşındaki Yaprak’la birlikte o ağacın altına gittim ki şimdi, neden o kuşu gördüm?
Soruma yanıtlar akmaya başlıyor. Donup kalmış bir küçük Yaprak, kalakalmış, ses çıkaramamış, hareket edememiş, soru soramamış, cevap verememiş ve daha da önemlisi talep edememiş bir sürü küçük Yaprak.
Bulunduğum ana geri gelmek üzereyken arkamı dönüp bir kez daha bakıyorum ağaca… Arkadaşlarımla ele ele tutuşmuş etrafında dönüyoruz neşeli çığlıklar atarak. Kurumuş dallar yeşermeye başlıyor, kuş önce başını sonra bedeninin şöyle bir silkeliyor ve üçüncü hamlede denizin üzerine doğru uçuveriyor. Bakıyorum, öğretmenimiz okula doğru yürümeye başlamış bile, bunların hiçbirini görmüyor. Kuşun uçuşuna mutlu bizler arkasından okula doğru yürümeye başlıyoruz. Son bir kez arkama bakıyorum, tam ağacın olduğu yerde beyaz bir ev beliriyor. Ama ağacın kökleri hala o kadar derinde ve canlı ki, tüm bedenimle hissediyorum.
Gözlerimi açıyorum. Zorlamıyorum. Nedeni bulmaya çalışmıyorum. Bunları bıraktım artık, isim koymaktan, benim adıma yorum yapacak bir otorite aramaktan vazgeçtim. Deneyimimi tazeyken kimseye anlatmıyorum, iyi niyetle de olsa başka filtrelerden geçen yorumlar yapılsın istemiyorum. Bu bana ait, bu bana özel, bu benimle benim aramda.
Herkes için derin bir meditasyon olmuş olmalı ki pek konuşmadan dönüşe geçiyoruz. Çantamın yan gözünden nane şekeri çıkarmaya çalışırken elime sert bir şey geliyor. Daha on dakika önce kocamın bir ağaçtan alıp peçeteye sardığı, göz ucuyla bakıverdiğim reçine! Çantama koymuş. Hayat çok şakacı… Geri veriyorum. Onun için hoş bir koku anlamına gelen o yapışkana, özgürce uçmak isteyen benim artık ihtiyacım yok.
Konuşmaya henüz hazır değilim, sessizce yürüyoruz. Yıllar sonra bir yetişkin olarak Bodrum’a yerleştiğimizde yaşadığımız, bebeğimizin ilk yıllarını geçirdiği ev geliyor aklıma. Anaokulumun hemen bitişiğindeki ev. Nice yer gezmiştik de içim burayı isteyivermişti, kirası bizim için biraz yüksek olduğu halde. Kapıdan çıkıp sola bakınca plastik salıncağı, tahterevalliyi görüyordum. Bizim zamanımızda bu tarafa bakmazdı bahçe, daha genişti, daha güzeldi, oyuncaklar ahşaptı. Bir de hiç ev yoktu etrafta, yeşil bir örtüydü her yer. Kızıma, “Bak annen bu anaokuluna gitti küçükken” diye anlatıyorum, henüz çok küçük, gülümsüyor sadece. Nasıl denk geldi de burada ev tuttuk diyorum arada bir, o zamanlar bunları sadece denk gelme sanıyorum.
11 Kasım 2024, İstanbul, Saat 18.00
Bir hafta sonra İstanbul’da tatlı bir ses şöyle diyor bana: “Çocukken alamadığımız bazı bakımları, ilgiyi, sevgiyi, şefkati kendi çocuğumuza verebildiğimizde çocukluğumuzu da iyileştiririz.” Buna epeyce ağlıyorum. Biraz hüzün ve çokça gururla.
Belki de kuşu bu sayede uçurdum son anda, kendime her geçen gün daha çok bakım verebildiğim için, susmaktan vazgeçtiğim için, hayır diyebildiğim için, duygusal manipülasyonları fark edebildiğim için, destek almaktan korkmadığım ve bunu küçümsemediğim için.
Kuş artık eskisi kadar aklıma gelmeyecek biliyorum.
Yeni bir yer aramadım zaten hiç, aramayacağım, varsın Bodrum peşimden gelsin, ben de dönüp dönüp Bodrum’a gideceğim yine ama dünyanın her bir köşesinde de Bodrum’da da “ben” olarak var olabileceğim.
“Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok/Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte, /öyle tükettin demektir/bütün yeryüzünde de” diyen şaire inat, binilecek çok gemi, uçak, tren, otomobil ve alınacak çok yol var, beraberimde memnuniyetle götüreceğim tüm Yapraklar da benim sorumluluğumda.
Hala vakit varken…
*Konstantin Kavafis (1863-1933) Şehir şiiri, çeviren Cevat Çapan
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.