Bir fincan kahvenin buharı hâlâ yükseliyordu. Yan odadan gelen kahkaha biraz önce duyulmuştu. Bir kapı, biraz önce kapanmıştı. Ama o insan artık yoktu. Bir an, bir bakış, bir cümle… Ne zaman “son” olduğunu bilmeden yaşadığımız her şeyin içinden biri daha sessizce kayıp gitmişti. Ölümün anlamını düşünürken bu satırları not aldım ve anladım ki zaman, aslında hiç bize ait değilmiş.
Biz sanıyoruz ki zaman bizim kontrolümüzde. Takvimler elimizde, saatler bileğimizde. Oysa zaman yalnızca yanımızdan geçen bir misafir. Kalıcı olan biz değiliz, geçip gidenin ta kendisiyiz. Ölüm de tıpkı zaman gibi haber vermeden geliyorsa ve geldiğinde yalnızca bir bedeni almıyorsa, kendisiyle birlikte gülüşleri, yarım kalmış cümleleri, barışamamış kalpleri de alıp götürüyorsa zaman nasıl biz ait olabilir ki?

Geriye kalanların ellerinde ağır bir “keşke”
Ne çok şey erteliyoruz aslında. “Ararım”, “konuşuruz”, “hallederiz” dediğimiz her şey, bir gün zamanın insafına kalıyor. Ama o zaman dediğimiz şey, kimsenin avucunda değil. En çok da “vaktim yoktu” yalanı incitiyor insanı. Çünkü o vaktin aslında hiçbir zaman bize ait olmadığını en acı yerden öğreniyoruz.
Belki de yapmamız gereken, zamanı sahiplenmeye çalışmak değil, onunla dost olmak. Onu fark etmek, ona minnet duymak ve içinden geçen her anı özenle yaşamak. Bugün biri için “son” olabilir. Senin içinse farkına varacağın ilk gün. Çünkü zaman bizim değil, ama o an—o kıymetli an—bizim elimizde. Ve onu nasıl kullandığımız, geride kalanlara nasıl bir iz bıraktığımızla ölçülüyor. Ama insan, gerekeni yapma becerisine sahip bir varlık mı? Emin değilim.

Ölümden korkan, onun gibi olsun
Bir söz yazdım bir cenazeden sonra: Öyle bir yaşa ki ölüm seni korkutmasın. Ölümden korkan onun gibi olsun. Ölüm, ancak yaşanmamış bir hayatın aynası. Affedemediğin için pişmansan, sevdiğini söyleyemediysen, kendini ertelediysen işte ölüm o zaman çok korkunç. Ama dolu dolu yaşadıysan sevdiklerine doya doya “iyi ki” deyip, gözlerinin içine baka baka helalleştiysen ve her günü gerçekten hissettiysen o zaman ölüm bile zarif bir misafir gibi kapından içeri girecek. Hayatında sevdiği çokça insanı kaybetmiş biri olarak lütfen sözlerime inan.
Kendine sorman gerekenler, bana neden böyle yaptılar kadar sığ sorulardan oluşmamalı. Eğer söylediklerim son sözlerim olsaydı içime siner miydi? Bugün sevdiğimi söyledim mi? Gerçekten yaşadım mı? Bu sorulara varsa güzel bir cevabın işte o zaman çokça şanslı olduğunu bilmelisin. Affetme konusunda girmiyorum o kısmı hala tam çözemedim.
Zaman senin değil belki, ama şu an senin. Ve bu anın kıymeti, içini nasıl doldurduğunla anlam kazanıyor. Zamanı yönetemezsin belki ama onunla uyumlu yürümeyi öğrenebilirsin. Yaşarken tam yaşa, tam yaşamak önemli. Yarım yamalak şeylere kendini layık görme. Ve giderken de bir dua gibi hafiflemek kıymetli.
Zaman, aslında hiç bize ait değilmiş, ben öğrendim. Öğrenene kadar sevdiklerimi kaybettim ama bu hayat, benim hayatım, yaşanmayı bekliyor. Şimdi. Burada. Ellerini aç da bak: Seninki de senin ellerinde can buluyor.
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

