Tahminler doğru, Truva’dayım.
Binlerce yıllık onca katmanın arasında, güneşin henüz yükselmeye başladığı saatlerde antik kente doğru yürümeye başlıyorum. Aslında belki kendimi arıyorum. Benden başka (henüz) kimse yok.
Anadolu’nun ruhu, binlerce yıl onca millete ev sahibi olduğu gerçeğiyle her daim başımı döndürüyor. Lakin burada başka bir şey var.

Savaşıyla tarihe geçen, Homeros’a İlyada ve Odysseia’yı yazdıran, destanıyla filmlere-dizilere-belgesellere konu olan, “Aşil’in topuğu” deyimini insanlığa armağan eden, Roma’yı kurduğuna inanılan Truva savaşı kahramanlarından Aeneas’ın yaşamış olduğu topraklara ayaklarımın dokunduğunu hatırladıkça yaşama, olana, Anadolu’ma saygım ve sevgim katlanarak artıyor. Sonra birden merak ediyorum:
“Burada binlerce yıl önce yaşayanların kalpleri ağrıdığında ne yapıyorlardı? Canları yandığında canlarını yakanın canını yakıyorlar mıydı?”
Yürümeye devam ederken ana sarayın önündeki merdivenler dikkatimi çekiyor, davete icabet edip yukarıdaki minik seyir terasına çıkıyorum. Ve çok çok yaşlı, yöreye özgü bir badem ağacının gölgesine konuşlanan o iki kişilik banka oturuyorum. Yanıma bir başınalığım oturuyor.
Önümde uzanan o ucu bucağını kestiremediğim, çok ileride bir yerlerde hayal meyal gökyüzüyle birleşen antik zamanların Dardaneller Boğazı’na doğru seyre dalarken, yanı başımdaki bir başınalığımın yanına bir sincap geliveriyor. Ve bana gözlerini dikerek bakıyor.

O an fark ediyorum ki içimden geçenlerin içinden geçenlerin doğayla ilgisi yok. Hepsinin kökü zihnimin çan sesleri, hepsini o sincap kucaklamaya ve doğanın kalbine bırakmaya hazır fısıldıyor kulağıma: “İnsanoğlunun tek düşmanı yalnızca kendisi aslında… Bırak tüm senfonilerini ayaklarının ucuna ve benimle, bu badem ağacıyla, o ucu bucağı olmayan antik ovayla, denizle olan ortak köklerini hatırla. Var olmanın hediyesi, var oluşun ta kendisi değil midir?”
Tüylerim ürperiyor. O neydi öyle?
Dakikalarca badem ağacının gölgesinde oturuyorum, o an bambaşka bir yöreye ve zamana aitim sanki. Başka türlü görülmenin acayipliğiyle merdivenlerden inip yürüyüşüme devam ediyorum.

O koca sarayın, önünden ve yanından geçen sokakların; VII., IX., X. katmanlardan arda kalanların, o arda kalanların içinde kök salmış eski ağaçların yanlarından geçerken; bu topraklara doğmuş olmanın ne büyük bir hediye ve ne koca bir sorumluluk olduğunu iliklerime kadar hissediyorum. Dünyevi hikayelerin zindanlarından çıkmaya niyetlenip çevirince başını güneşe, insanın hayatın içinde ne çok varlık tarafından desteklendiğini bilir oluyorum ve sırtımı koşulsuz dayadığım bu gerçek benim en büyük desteğim oluveriyor bir anda.
Ve işte karşıma çıkıveriyor tam o an. Benim biricik Truva Atım.
“İçimde saklanmalara çok iyi alışmış, kendini harikulade bir görünümle gizleyen Truva’mın atıyla göz göze geliyoruz.”
Onu görüyorum. Görülmekten rahatsız olmuyor, içinde saklananları dışa vurmayan güzelliğine güveniyor.
Onu görüyorum. Onu ondan içre görüyorum, hem de kendinin dahi henüz bilemediği bir yerlerden.
Tanıştığımıza memnun oluyorum, tanış olduğumuza teşekkürler ediyorum. İçindeki hikayeleri görmeme izin verdiği için, sırf kendi var olmaya devam edebilsin diye daha da çok hikâye biriktirdiği için azıcık anlıyorum da onu galiba. Bu anlayış haline gözlerim doluyor.
Antik yürüyüşüme ilk başladığımda içime dolan soruya yine içimden bir cevap beliriyor şimdi. Burada binlerce yıl önce yaşayanların kalpleri ağrıdığında kendilerini bir derenin kuytusuna yahut bir ağacın gölgesine bırakıp yalnızca ve yalnızca o ağrıyı hissetmeye izin veriyorlardı galiba.
Ve sonrası zaten badem ağaçları, ovalar, Dardaneller, sincaplar.
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

