Babam bavulunu salonun ortasına açtı. İçinden bir dolu oyuncak çıktı. Bir uzay oyunu. Üçgen şeklindeki ekranında renkli ışıklar yanıyor. Kırmızı roketler, mavi kuyruklu yıldızlar. Ciyuv ciyuv diye sesler çıkartıyor. Yeni bir PacMan. Sarı yuvarlak. Yuvarlak bir de sabır küpü getirmiş. “Kare olanını çözdünüz de sıra küreye mi geldi,” diye dalga geçti annem.
“Ona org değil klavye denir,” diye düzeltti annem beni. “Bu daha pratik bir şey. Yanında taşırsın hem.”
Yeni orguma dört kalem pil taktık. Piyano, keman, flüt, çello sesi çıkarıyordu. Bir sürü de ritim ekleniyordu fona. Çaldıklarını kısaca kaydeden mavi bir tuş da vardı. Minicik ekranında notalar yazıyordu çalarken. Tahminimden de iyiydi.
“Hesap makinesi olarak da kullanabilirsin,” dedi babam. Teşekkür ettim. Onları bavulun başında bırakıp televizyonun karşısındaki üçlü kanepeye oturdum. Orgumda Dallas’ın jenerik müziğini kulaktan çıkartmaya çalıştım. Annemle babam yerde, halının üzerinde mırıl mırıl konuşuyorlardı. Babam annemin hediyelerini çıkartmayı kesmişti. Bir ara başını kaldırıp salonun büyük penceresinden dışarı baktı. “Gökyüzünün rengi ne hoş oldu. Özlemişim,” dedi. Ben de başımı orgdan kaldırıp baktım. Güneş sağ taraftaki binaların arkasında batmıştı. Büyük pencereden görünen gökyüzünün rengi kızıl pembe, gerçekten de güzeldi.
Annem mutfağa gitti. Babam üçlü kanepede yanıma oturdu. Omzuma kolunu sardı, beni kendine çekti. Şakağımdan öptü.
“Ne çok büyümüşsün Neşe. Çok özledim seni.”
Üç nota daha çıkarttım. Melodi hâlâ kafamın içinde çalıyordu. Kayıt için mavi tuşa bastım.
“Kaçma ne olur.”
“Kaçmıyorum baba.”
Epey bir süre daha uğraştıktan sonra Dallas’ın müziğini baştan sona çalmayı başardım. Bitince sevinçle başımı kaldırıp babama baktım. Bir şey demedi. Gökyüzünün renkleri silinmişti. Annem “sofrayı kurun” diye mutfaktan bağırdı. Babam kalktı. Yemek masasının üzerindeki lambayı yaktı. Büfeden masa örtüsünü, tabakları çıkardı. Ben parçayı bir defa keman bir defa da ne olduğunu bilmediğim tavuk gıdaklaması gibi ses çıkartan bir başka enstrümanla çaldım. Dallas başladığında televizyonla beraber çalacak kıvama geldim. Kim bilir duyunca nasıl şaşıracaklardı!
“Yandık artık,” dedi annem. Salatayı sofraya bıraktı. “Sabahtan akşama bunu dinleyeceğiz. Başımız şişecek. Geçen sefer getirdiğin walkman’in kulaklığı takılmıyor mu bu merete?”
Babam pencereyle kanepeler arasındaki köşede duran bitkilerin oradaki lambayı yaktı.
“Ha şöyle!”
Yerden aydınlatan lambanın ışığı yapraklara vurunca o köşe orman gibi oldu. Annem saksıların üzerinden uzanmaya üşendiği için biz ikimiz yalnızken bu lambayı hiç yakmazdık.
“Bir de plak koyduk muydu pikaba, gel keyfim gel.”
“Haberler başlıyor şimdi,” dedi annem. Ben koşup televizyonu açtım. Haberleri seyrederken yuvarlak masamızda köfte bezelye pilav yedik. Yemediğimi bildiği için annem bana salata vermedi. Babam iki defa “sen salata yemiyor musun Neşe,” diye sordu. Şarap açtılar ama kadehlerinin yarısında ikisi de içmeyi bıraktı.
Sevdiğim spiker hava durumunu okurken elektrik kesildi.
“Hayda!” dedi babam.
Ağlamaya başladım. Annem çay tabaklarına dikili, yarısı yanmış beyaz mumları büfeden çıkardı. Tek bir kibritle çabucak hepsini yakıp masaya, koridora, kanepelerin ortasındaki sehpaya birer tane bıraktı. Daire kapısını açıp bir tanesini de apartman merdivenlerinin dibine koydu. Asansörde kalmış kimse var mı diye bir süre dışarıyı dinledi. Sonra kapıyı kapattı. Salona döndü. Babamın orta yerde açık bavuluna takılıp düşüyordu az kalsın.
“Ne sanıyorsun ki,” dedi “İki günde bir kesiliyor. Artık sabaha kadar gelmez.”
Ağlamam arttı.
“Buna ne oldu şimdi? Koca kız?”
“Dallas’ı kaçıracak diye ağlıyor. Bir haftadır bekliyordu.”
“Sanki sen beklemiyordun!” dedim sümüklerimi elimin tersiyle silerken. Annem o karanlıkta gördü yaptığımı. Önlüğümün cebine koyduğu mendillerden birini getirip uzattı bana. Ertesi gün pazartesi diye yıkanıp ütülenmiş, üçgen katlanmıştı mendil.
Babam ayağa kalktı.
“Sen hiç üzülme benim güzel kızım.”
Meğer en büyük sürprizi en sona saklamış. Yatak odasından iki eliyle taşıdığı ağır bir şeyle döndü. Karanlıkta ne olduğunu anlamadım.
“Bu ne biliyor musun?”
O ağır şeyi orta sehpaya bıraktı. Tabakları masada bırakıp yanına gittim. Babam arka cebinden ince uzun metal fenerini çıkartıp sehpaya bıraktığı o ağır şeyin üzerine tuttu. Minicik, ufacık bir televizyondu bu. Ağlamam kesildi. Mendile sümkürdüm. Annem de geldi, kanepede yanıma oturdu. Saçlarımı okşadı.
“Pilli televizyon bu!”
Şaşkınlıkla anneme baktım. Sehpadan gelen mum ışığında gülümsüyordu. Babam bize döndü. O da gülümsedi.
“Yasemin, haydi git annenle babanı da çağır. Dallas’ı beraber seyredelim.”
Gözlerime inanamıyordum. Annem dedemle ninemi çağırmaya üst kata, onların dairesine çıkınca babama defalarca “Nasıl yani? Elektrikler olmasa da çalışacak mı bu?” diye sordum. Babam en büyük boy pilleri yerleştirirken başını salladı. Minik televizyona sekiz tane dev pil koymak gerekiyordu. Babam pilleri de Japonya’dan getirmişti. Ben feneri tuttum. Pil bölmesinin kapağını kapattık. Babam düğmeye bastı. Hiçbir şey olmadı. “Allah Allah,” dedi. Başka düğmelere de bastı. Bazılarını çevirdi. Mum ışığında parmaklarının gölgesi pilli televizyonun gri ekranında dev gibi görünüyordu. Televizyondan ses gelmedi. Annem yokken ağlamak istemiyordum ama gözlerim dolmuştu bile. Dudaklarım titriyordu. Neyse ki karanlıktı.
Kapıda anahtarın döndüğü duyunca anneme koştum.
“Çalışmıyor!”
Bıraktım kendimi. Annemle sarmaş dolaş salona döndük. Peşimizden ayaklarını sürüyerek dedemle ninem geldiler. Dedem babama “Hoş geldin oğlum, nasılsın? Yorulmuşsundur,” dedi. Orta sehpanın etrafındaki kanepelere oturdular.
“Çalışmıyor mu!?” dedi annem. “Çocuğu ne diye heveslendiriyorsun? Bozuk alet getirmişsin.”
Babam cevap vermedi. Mumun yanına bıraktığım fenerini dişlerinin arasında tutuyordu. Pilleri çıkartıp bir daha yuvalarına yerleştirdi. Düğmesine basınca bu defa televizyon cızırdadı. Babam ağzında fenerle bana gülümsemeye çalıştı. Ellerimi çırptım. Hep beraber üçlü kanepeye sıkıştık. Gözlerimizi orta sehpada duran mini televizyona diktik. Bir tek babam kanepeyle sehpa arasında yerde oturuyordu. Bir yandan bir düğmeyi çeviriyor, bir yandan da açıklıyordu.
“Birden fazla kanalımız olsaydı, bu düğmeyi çevirdiğimizde farklı programlar karşımıza çıkacaktı.”
“Radyo istasyonu gibi,” diye ekledi dedem kanepenin en ucundan. Ninem bir şeyler homurdandı. Ben ninem ile annemin arasına sıkışmıştım. Babamın gömleğinin sırtı terden ıslanmıştı. Mum ışığında bile karaltısı görünüyordu. Düğmeyi döndürüp durmasına rağmen ekranda parazitten başka bir şey belirmiyordu. Gündüz televizyonu açtığında görünen karlı ekran. Annem saçlarımı yüzümden çekip arkamda ördü, sırtıma bıraktı. Sonra ninemle alakasız bir konudan söz etmeye daldılar. Ben gözümü ekrandan çekmiyordum.
“Oğlum Ali, TRT’de de cereyan kesilmiş olmasın?” dedi dedem. “Şehirde tekmil arıza vardır.”
Bu sözler üzerine hepimiz salonun geniş penceresinden dışarı baktık. Denize kadar uzayan çatılar, bacalar, antenler, martılar hep karanlığa gömülmüştü. Ümitsizliğe kapıldım. Ağlamamak için dudaklarımı ısırdım. Babamın döndüğü gün bebek gibi zırlayıp durmamalıydım ama ağlamama söz geçiremiyordum. Gözyaşlarım yanaklarımdan aşağı akmaya başladı. Çaktırmadan burnumu çektim. Annem altımızdaki minderlerin arasından mendilimi çekti, çıkardı. Burnuma tuttu, sümkürdüm. İyi geldi.
Mendili yüzümden çektiğimde ekranda yemyeşil bir saha belirmişti. Dizlerimin üzerine babamın yanına çökerken minik bir çığlık attım.
“A!” dedi annemle ninem aynı anda. “Bu televizyon renkli miydi?”
Babam gururla başını salladı. Bu ayrıntıyı bizden saklamış mıydı, sürpriz mi yapmak istemişti yoksa Japonya’da renkli televizyon görmeye o kadar alışmıştı ki bizimkinin siyah beyaz olduğunu unutmuş muydu? Anneme baktım. Onun da aklından aynı soru geçiyordu. Nasıl anladım bilmiyorum.
Ekranda futbol maçı vardı. Futbolun çimlerin üzerinde oynandığını bilmiyordum. Oğlanlar okulda betonun üzerinde, mahallede de buldukları boş arsada çalı çırpı diken arasında oynarlardı. Çim sahanın yeşili çok güzeldi. Halı gibiydi. Bir süre hepimiz büyülenmiş gibi topun çimlerde yuvarlanmasını seyrettik.
Birden salonun lambaları yandı.
“Ah! Elektrikler geldi,” dedi annem. Eğilip bana sarıldı. Kamaşan gözlerimizle şaşkınlık içinde birbirimize baktık. Bütün lambaları yakmışız. Yemek masasının üzerindeki, bitkilerin arkasındaki, antre, koridor hepsi birden. Evimiz ışıl ışıldı.
“Perdeyi çekin kızım. Nedir bu böyle. Bütün mahalleye piyes mi oynuyorsunuz?”
Ben koşup televizyonu açtım. Babam bozulmuştu.
“Dallas’ı renkli izlemek istemez misin?”
“Açık kalsın. Oradan da renklerine bakarım.”
“Gözlerin bozulacak!”
Casio orgumu bej deri çantasından çıkardım. Jenerik girerken mavi tuşa bastım. Cihaz kaydettiğim melodiyi çalarken ben de parmaklarımı tuşlar üzerinde gezdirdim. Kimse ne yaptığımı anlamadı. Her bir ağızdan babama Ceyar’ı baldızı yamuk ağızlı Kristin’in vurduğunu anlatıyorlardı.
*
Pazartesi sabah tam kapıdan çıkacakken annem çantamı açtı. Casio orgu buldu. Ondan gizli okula götürüyordum.
“Çok ayıp Neşe. Öğretmen yakalasa ben ne diyeceğim ona? Sınıftaki o kadar fakir fukara çocuğu özendireceksin. Kalpsiz misin kızım sen?”
Orgu flüte ayarlayıp müzik dersinde onu çalacaktım. Kucağıma salya akıtan blok flütümden bıkmıştım.
“Ver onu bana. Lazım!”
Bağrışmamıza babam uyandı. Yatak odasının kapısında şaşkın şaşkın kel kafasını kaşıdı.
“Senin yüzünden” diye bir de babama çemkirdi annem. “Bu oyuncaklarla şımarıyor!”
Babam uzanıp çekişme sırasında benim elimde kalan Casio orgumu aldı.
“Öğlen okuldan gelince oynarsın,” dedi.
“Oyuncak değil o!”
Pencereden servisin kornası duyuldu. Oktay abi elini kornadan çekmiyordu.
“Haydi git,” dedi annem. Babam esnedi. Gözleri şişmişti.
“Sabahın yedisi yahu. Böyle kornaya basılmaz ki. İnsaf!”
“Bu her sabah böyle. Sen Japonya’ya fazla alışmışsın.”
Annem önlüğümün yakasını düzeltti. Popoma vurdu.
Apartmandan dışarı çıkınca Casio org olayını unuttum. Annem o gün ilk defa kısa çorap giymeme izin vermişti. Dize kadar beyaz ajurlu çoraplarım ve lacivert atkılı pabuçlarımla servise koşarken rüzgâr önlüğümden içeri doldu, çıplak tenime dokunca kalbim hop etti. Dondurma! Yakında dondurma çıkacaktı. Belki bugün öğlen okuldan döndüğümde karşıki büfe dondurma kovalarını doldurmuş bile olabilirdi.
“Neredesin be kızım Neşe? Beyoğlu’nda gezmeye mi çıktın? Bak daha hâlâ sallanıyor. Binsene arabaya. Akşam oldu.”
İkinci teneffüste bizi bahçeye saldılar. Kantinin yanındaki kapıdan dışarı çıkacakken Umur yolumu kesti. Çift kaşarlı tost almış. Dumanların arasından ağzı dolu konuştu:
“Neşe, baban Japonya’dan dönmüş öyle mi?”
“Evet!”
“Ne getirmiş bu defa?”
Kantin sırası bekleyen iki üç çocuk daha yanımıza geldiler. Beni yarım daireye aldılar. Aralarında okulun arka tarafındaki gecekondu mahallesinde yaşayan başı traşlı, önlükleri bol gelen çocuklar da vardı. Bir tanesi bayat parmak çikolata yiyordu.
“Fazla bir şey yok,” dedim. “Bir kaleydoskop. Bir fırıldak.”
Oğlanlar nedense buna çok güldüler. Eve dönünce Casio orgumla oynayacağımı düşünüp avundum. Umur bir adım öne çıktı. Tostun kâğıdı yağını emmişti. Elleri de yağ içindeydi.
“Annenle baban boşanacaklarmış senin. Haberin var mı?”
“Biliyorum.”
Başı traşlı çocuklar korkuyla yüzüme bakıyorlardı şimdi. Akıllarından geçenleri yüzlerinden okuyabiliyordum. Boşanma! Ben kimin evinde kalacaktım? İki yatak odam birden mi olacaktı? Ya babam bir daha evlenirse? Sadece masallardan bildikleri kötü üvey annem mi olacaktı? Bayat parmak çikolata yiyen çikolatanın yarısında durmuş, ağzı açık beni süzüyordu. Büyük demir kapıyı iki elimle ittim. Bahçeye çıktım. Yakalamaç oynayanların, bacaklar arasına gerilmiş lastiklerin arasından koşarak beton orta sahayı geçtim. Gecekondu mahallesi tarafındaki yamaca tırmandım. Umur’a “Kesin değil” demeliydim. Neden demedim ki? Boşanacakları kesin değil. Bir daha deneyecekler. Babam o yüzden döndü. Nasıl oluyor da okulda hiç ağlamıyordum? Evde olsak beni hıçkırıklara boğacak bir olay okuldayken umurumda olmuyordu.
Yamacın yemyeşil çimenleri nemliydi. Taze toprak kokusu tütüyordu. Az aşağıda sarı parlak çiçeklerin açmış olduklarını gördüm. Çok güzeldiler. Parlak el işi kağıdından kesilmiş de saplarının üzerine yapıştırılmış gibi kaygan sarıydılar. Tüm yamacı kaplamışlardı. Tepeye kadar çıkıp aşağı koştum. Sonra bir daha çıktım. Bir daha koştum. Yere yatıp yuvarlandım. Beni gören birkaç kişi daha geldi. Taze çimlerin, sarı kaygan parlak çiçeklerin arasında zil çalana kadar yuvarlandık.
*
Eve dönerken serviste Ebru “akşamüstü bizim apartmana gelsene” dedi. “Yakartop turnuvası yapacağız. Adam alırken sıra bana geldiğinde seni benim takıma seçerim.”
Annem de babam da evde yoktu. Önlüğümü çıkarttım. Saçlarımı çözdüm. Lale abla yemeğimi verdi. Sonra da “Haydi yemeğini bitir, sonra anneannenlere çıkar oturursun, ben erken çıkacağım. Ziya’nın okulunda veli toplantısı var. Annengile de söylemiştim,” dedi. O başörtüsünü bağlarken ben de pabuçlarımı giydim. Beraber çıktık. O asansöre binerken ben bir kat yukarı çıkıyor gibi yaptım ama ninemle dedemin daire kapısından döndüm. Yürüyerek yedi kat aşağı indim. Lale abla çoktan gözden kaybolmuştu. Sabah önlüğümün içine giydiğim bermuda şort ve tişörtle biraz üşüdüm ama yanıma anahtarımı almamıştım. Ninemlere çıksam beni alıkoyarlardı kesin. Harçlığım cebimdeydi. Büfeden içeri başımı uzattım.
“Dondurma çıktı mı Muzaffer abi?”
“Şimdi kovaları doldurduk küçük abla. Kokusunu mu aldın nedir? Gel. Siftah senden olsun. Neli istiyorsun?”
Ebrulara kadar dondurmamı minik minik yaladım. Hemen bitmesin diye. Vişne karamel çikolata. Yaz tatili, ödevsizlik, burnuma dolan deniz suyu, adadaki ev, bisikletin selesi… Hepsi birden dondurmayla beraber geri döndü. Bakkaldan top aldım. Kırmızı. Parlak. Siyah çizgileri tastamam. Dondurma bitince topu kokladım. Asfaltta zıplattım. Sadece yeni topların bakkaldan alındıkları ilk gün çıkardıkları o metalik sesi duyunca iyice sevindim.
Ebru’ların evinin önündeki boşlukta Hacaloğlu apartmanının bütün çocukları toplanmıştı. Turnuva başladı. Yakartopta çok iyiydim. Bir sürü can aldım. Lale ablanın normalde evden çıkma saati yaklaşınca Ebru’lara çıkıp nineme telefon ettim. “Ebrularda ders çalışıyorum. Lale abla bıraktı beni buraya” dedim. Ebru’nun annesi Sevgi teyze mutfaktaydı. Mutfak tatlı, buğulu bir şeyler kokuyordu. “Gel Neşecim,” dedi Sevgi teyze. Tencerenin kapağını açtı. Kırmızı köpüklü fokur fokur şeyden geliyordu o koku. “Çilek reçeli kaynatıyorum,” dedi. “Kaşığı yalamak ister misin?” Ebru’nun annesi Sevgi teyze çok güzeldi.
Aşağı indiğimde istop oyunu başlamıştı. Birisi Neşe diye bağırdı. Boş bulunurum sandılar ama ben kırmızı topumu anında yakaladım. İki büklüm kucağıma bastırırken İSTOP diye bağırdım. Herkes durdu. Bana baktı. Mutlulukla gülümsedim.
*
Matematik ödevimi yaparken babam odama girdi. Omzumun üzerinden yazı masama baktı. Uzanıp sol taraftaki lambayı yaktı.
“Gözün bozulacak kızım. Neden karanlıkta çalışıyorsun?”
Ben gayet rahat görüyordum ama ses çıkartmadım.
“Salona gelsene biraz. Annenle ikimiz seninle biraz konuşmak istiyoruz.”
“Gelemem. Ödevim var.”
“Sonra yaparsın. Ben de yardım ederim. Haydi gel.”
Başımı defterime biraz daha eğdim. Kalemin ucu kırıldı. Kalemtıraşla açtım.
“Sen iks olmadan çözemiyorsun bu problemleri baba. Daha önce denedik. Biz iks’li çözümü öğrenmedik daha.”
Babam içini çekti. Yazı masam pencerenin önündeydi. Tepemizden gri, mor bulutlar geçiyordu. Babam masanın sağ tarafındaki ders kitaplarım ile kırmızı mavi kaplı defterlerimden oluşan kulenin en üstündeki defteri alıp karıştırdı. Kenarları kıvrılmıştı hep. Bir şey demeden kulenin tepesine bıraktı.
“Sen beni hiç özlemedin Neşe.”
Kalem açıklarını elimle toplayıp kalem kutuma doldurdum.
“Gelin yemek yiyin,” diye seslendi annem.
Sofra kurmamıştı. Televizyonun karşısındaki orta sehpaya tavuklu sandviçlerimizi bırakmış. Onunla yalnız olduğumuz zamanlardaki gibi kanepede bağdaş kurduk. Haberler başladı. Tabaklarımızı kucağımıza alıp sandviçlerimizi yedik. Annemle ikimiz üçlü kanepedeydik. Televizyonun tam karşısındaki. Babam pencerenin önündeki ikilide oturuyordu. Sandviçim bitince uzanıp başımı annemin kucağına koydum. Kulağımı karnına dayadım. Gurluyordu. Saçlarımı okşadı. Gözlerimi kapattım. Babam yokken bazen böyle uzun otururduk. Televizyonun sesini kısıp Erol Evgin dinlerdik. Evlerin ışıkları yanarken bendeki karanlığı bir de bana sor.
Hava durumu ertesi gün için sağanak yağış verdi.
“Hafta sonu açar inşallah,” dedi babam.
Annemin karnından bir gurultu daha geldi. Cumartesi babaannemin evine adaya gidecektik. Gece de orada kalacaktık. Sabah erken amcam ve halamla çamlara, eski yetimhanenin oraya doğru yürüyüş yapacaktık. Babamın babası olan hiç tanımadığım dedem küçükken onları her sabah bu yolda yürütürmüş. O zamanlardaki gibi yapacaktık biz de. Ama yağmur yağarsa tüm planlarımız suya düşerdi. Kalktım. Uyku bastırmadan ödevlerimi bitirmeliydim. Bütün öğleden sonrayı Ebruların orada geçirdiğim için fena birikmişlerdi.
Gece babam tekrar odama geldi. Yatağımın kenarına oturdu, yorganımı düzeltti.
“Sadece kadınların yaşadığı bir ada istiyormuşsun. Doğru mu?”
Anneme sinir oldum. Bizim sırrımızı ona neden söylüyordu?
“Erkekleri sevmiyor musun?”
Omuz silktim. Gözlerimi kapattım. Babam ayağa kalktı. Başucu lambamı söndürdü. Tam çıkacakken durdu. Kapının yanında, yerde duran mavi ampul yanıyordu.
“Hâlâ bu mavi ışıkla mı uyuyorsun sen? Mavi ışık uyku için iyi değil. Kâbus görürsün.”
“Söndürme baba!”
“Tamam canım. Söndürmüyorum. Ağlama ne olur.”
*
Cumartesi günü hava açtı. Araba ve sonra da vapur tutmasın diye annem bana fitil verdi. Arabayı Bostancı’ya bıraktık. Vapura bindik. Arka açığa oturduk. “Çok rüzgâr olursa içeri geçeriz,” dedi annem. Bana toz şekerli yoğurt aldılar. Kendilerine çay. İskeleden aldığımız simitleri annem küçük parçalara ayırıp bana ve babama veriyordu. Babam annemin elinden simitleri ağzıyla alırken kuş sesleri çıkartıyordu. “Ali herkes bize bakıyor,” derken annem de gülüyordu. Lacivert uzun etek giymiş, saçlarını açık bırakmıştı. Ayağımızda bir örnek bağcıklı espadrillerimiz vardı. Yürüyüş için lastik ayakkabılarımızı da çantamızda götürüyorduk. Casio orgum da çantadaydı. Çıkartıp biraz çalmak istedim. Annem “vapurda olmaz,” dedi.
Onları çayları ve simitleriyle bırakıp en arkaya yürüdüm. Vapur mavinin içine köpükler saçarak ilerliyordu. Köpükler denize yayılırken bardağa dolan gazoz gibi havaya sıçrıyordu. Alt katta olsak belki üzerimize damlalar düşerdi. Vapurun büfesine gidip harçlığımın sonuyla gazoz aldım.
Babaannemin bahçesine girdiğimizde amcam duvardaki saksılara fırıldaklar dikiyordu. Anneme sarıldı. Sonra bana. En son babama sarıldı.
“Nasılsın abi?”
Fırıldaklar hep birden dönmeye başladılar. Babamın kokusunu alan Korsan arka bahçeden koşarak geldi, babamı görünce üzerine atladı, kocaman siyahlı beyazlı patilerini babamın omuzlarına dayayıp yüzünü, gözünü yaladı. Heyecanlı kuyruğu bir sağa bir sola sallanırken bana çarptı. Az daha düşüyordum.
“Korsan oğlum beni kimse senin kadar özlemedi,” dedi babam. Korsan’ın başını okşadı. Kulaklarının arkasını kaşıdı. Köpek irisi ağlamaklı sesler çıkartıyordu. Biz bir şey demedik.
Babaannemle halam mutfaktaydılar.
“A biz sizi daha geç vapurla bekliyorduk!” dedi halam.
“Sirkeci’den değil Bostancı’dan geldik,” dedim.
“Şuna da bak neler biliyor! Kız sen ne çok büyümüşsün! Memişlerin de mi çıktı yoksa? Gel bakayım bir sıkıştırayım seni.”
Halam beni gıdıklamak üzere yaklaşınca kaçtım. Eskiden olsa çok gülerdim.
“Bırak kızı Seval. Utandı bak,” dedi babaannem. Mutfağın bahçeye açılan kapısında ayakta duruyordu. Babamı görünce biraz ağlamıştı. Gözleri hâlâ nemliydi. Amcam babaannemin eline buzluktan çıkma buğulu bir bardak tutuşturdu. Bira doldurdu. Sonra bir buğulu bardak da bana verdi.
“Senin birana su karıştırmadım. Artık koca kız olmuşsun.”
“Haydi sağlığınıza! Ali hoş geldin.”
Bahçede ayakta, buğulu, köpüklü bira bardaklarımızı birbirimize doğru kaldırdık. Su katılmamış bira çok acıydı. Köpüğünden içmeye çalıştım. Herkes bana bakıp güldü. Annem yanıma gelip mendiliyle köpükten bıyığımı sildi.
“Sofrayı bahçedeki masaya kuruyorum. Hava çok güzel.”
Halam elinde kocaman renkli çiçekler olan bir masa örtüsü ve tabaklarla mutfaktan çıkınca annem birasını fırıldakların arkasındaki duvarın üzerine bıraktı.
“Salataya yardım edeyim Seval.”
Halamın peşinden içeri girdi. Babaannem de köfteleri kızartmaya mutfağa geri döndü. Pilav da yapmıştır. Karnım guruldadı. Babam ve amcamla fırıldakların yanında ayakta durdum. Konuşmuyorlardı. Kendimi zorlayıp biramı bitirdim. Köpüklü bardağı anneminkinin yanına, bahçe duvarına bırakırken amcamın bana küçükken öğrettiği gibi “Oh be!” dedim.
“Bana bak Neşe, başımıza sarhoş olma sakın ha!” dedi amcam. Babam güldü. Ben de güldüm.
*
Ertesi sabah yürüyüş için erken kalktık. Halam gelmekten vazgeçmişti. Uyanmadı bile.
“Aşk olsun ablama,” dedi babam. “Böyle de su konmaz ki!”
“Dün çok yoruldu. Kolay mı üç öğün sizi beslemek!” dedi annem.
Yokuşun başında bizi üç kişi bekliyordu. Uzun saçlı iki kadın ve uzun boylu bir erkek.
“Bunlar kim?” dedi annem amcamın onlara el salladığını görünce.
“Bizim çocuklar ya. Ali tanır. Ne zamandır sabah yürüyüşüne onlarla çıkıyorum.”
Babam yüzünü buruşturdu ama sonra yokuşun tepesine vardığımızda uzun saçlı kadınlardan birine sarıldı.
“Kaç yıl oldu Nil! Sen Amerika’da değil miydin? Bak, bu benim kız.”
“İnanmıyorum Ali. Nasıl yani? Koskoca kızın olmuş!”
Kadının siyah uzun saçları beline geliyordu. Flamingo Yolu’ndaki Lane Ballou’ya benzettim. Annemle de el sıkıştılar. Lane Ballou gülümsedi. “Çok memnun oldum,” dedi. Babamla çocukluktan tanışırlarmış. Seferoğlu’nda tenis dersini beraber alırlarmış. Sonra bana döndü. Varlığıma bir türlü inanamıyor gibiydi.
“Biz o zamanlar herhalde Sevinç’in yaşlarındaydık. Öyle değil mi Ali?” dedi.
Herkes biraz şaşkın ama gülümseyerek Lane Ballou’ya baktı. Okulda öğretmenler de karıştırıp bana Sevinç derdi. Kimse düzeltmeyince ben de sustum. Annemle en önden hızlı hızlı yürümeye başladık. Babam Lane Ballou’nun kız kardeşi ve onun sevgilisi olan yanık tenli adamla konuşa konuşa peşimizden geliyordu. Eski birtakım tanıdıklarını hatırlayıp gülüyorlardı. Babam birkaç defa bize yetişti. Kolunu annemin omzuna atmak istedi. Annem iyice hızlandı. Bir ara arkama baktım. Lane Ballou ile amcam sevgili mi acaba diye anneme sormak istedim. Ama suratı asılmıştı.
Amcam yeni bir rota keşfetmiş. Eski bir manastırın önünden başlayan toprak bir yola giriyormuşuz, adada kimseciklerin bilmediği bir yolmuş. Onu izledik. Babam fotoğraf çekmek istediği için durduk. Anneme ayak uydurayım derken soluk soluğa kalmıştım. Manzara çok güzeldi. Denizin üzerinde gümüş ışıltılar, ormanın yeşili… Babamın fotoğraf makinesi elden ele dolaştı. Fotoğrafı çekince filmi bir sonraki kareye otomatik sarıyordu ve bu sırada ince bir ses çıkartıyordu. Yanık tenli adam uzun uzun inceledi. Nihayet babam benim fotoğraflarımı çekmeye başladığında diğerleri yürümeye koyulmuşlardı. En önde yine annem gidiyordu ama bu defa amcam da yanındaydı. Biz geride kaldık. Onları gözden yitirdik. Sonra da kaybolduk. Geri döndüğümüzde fotoğraf çektiğimiz yeri de bulamadık. Eski manastırı da. Toprak yol önümüzde uzayıp gidiyordu. Solda deniz. Sağda ise orman.
Babam durup durup kafasını kaşıyor. Bir şeyleri hatırlamak ister gibi sağa sola bakınıyordu. Aynı yolu gidip gelmekten, yokuşları inip çıkmaktan çok yoruldum. Ağlamam geliyordu. Hissediyordum. Bir yetişkinin yolunu kaybetmesi korkunç bir şeydi. Dudaklarımın titrediğini görünce babam “korkma kızım” dedi. “İnsan adada kaybolmaz. Hele böyle küçük adalarda hiç kaybolmaz!” Gözyaşlarım yanaklarımdan pıtır pıtır akmaya başladı. Annemi istiyordum. Ama söylemedim. Koca kız. Babamın bana bakacak hali yoktu. Burnumu çekmezsem ağladığımı anlamazdı. Ama hıçkırıklar da boğazımdan yükseldi ve sonunda babam durup bana baktı. “Haydaaa” dedi yine. Elektrikler kesildiğinde de böyle demişti.
“Kızım neden ağlıyorsun?”
“Annemi istiyorum!”
Babam içini çekti.
“Sen bana hiç güvenmiyorsun Neşe!”
Nasıl oldu bilmiyorum, sonunda Eski Rum Yetimhanesinin arkasına çıktık. Babam oradan yolu biliyordu. Doğrudan eve döndük. Artık benimle konuşmuyordu. Annemler de çoktan eve varmışlar. Lane Ballou, kız kardeşi ve yanık tenli gitmişti. Babam o günün geri kalanında benimle konuşmadı. Annem de babamla konuşmadı. Asmanın altındaki salıncağa oturup Casio orgumu çaldım. Korsan’dan başka dinleyen olmadı.
Gece eve dönerken hava kararmıştı. Arabanın arka sol penceresinden ay görünüyordu. Kocaman yusyuvarlak. Bizimle beraber geliyordu. Arabanın yanında koşuyordu. Bana gülümsüyordu. Gerçek bir dedenin yüzüydü gülümseyen. Aydedeydi.
Tam uyuyacakken babam odama girdi. Yatağımın yanına oturdu yine.
“Neşe biz annenle ayrılmaya karar verdik,” dedi.
“Biliyorum.”
“Nereden biliyorsun?”
“Ninem telefonda arkadaşlarına söylüyor.”
Babam elleriyle sakallarını çekiştirdi. Çenesini kaşıdı. Ninemin “kesin değil”, dediğini bildiğimi söylemedim. Gerek kalmamıştı.
“Benim yeni bir evim olacak Oraya sana çok güzel bir oda yapacağım.”
Gözlerimi kapattım. Babam eğilip alnımı öptü.
“İyi geceler güzel kızım.”
Ayağa kalktı. Tam çıkacakken “Baba” dedim, “Mavi lambayı kapatabilirsin.”
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.