rainy-day-ga45eb4ea8_1920-mod
Edebiyat

Ben sadece yağmur yağarken mutlu olurum

Neşeyle hüznü birbirinin karşıtı olarak görüyoruz ya, aslında benim not aldığım defterimde durdukları gibi yan yanalar. Bu ikisinin karşısında duran bir şey varsa o da uyuşukluk. Zevk ve acı da yan yana. İkisi de yoğun bir uyarılma, sert bir titreşim, yüksek tansiyon…

Atina’da kış. Kaşkolümü sarınıp dört beş katlı apartmanların gölgesindeki sokaklarda yürüyorum. Ellerim ceplerimde. Kulağımda hüzünlü bir müzik. Hava bisikletimi çıkartmayacak kadar soğuk. Sokaklar boş. Boş çünkü Atinalılar belli bir derecenin altına inince hava sıcaklığı, evlerinden dışarı çıkmıyorlar. Hele hele yağmur yağıyorsa, onlara ‘nasılsın’ diye sormanıza bile gerek yok. ‘Bu havada nasıl olabilirim ki’ yanıtını alacağınız kesin. Yağmurda buluşmalar, davetler, ziyaretler derhal iptal ediliyor. Senenin on ayı boyunca insanların sokaklarda gezinip, güneş altında kahvelerini içtikleri bu şehirde kış denilen iki ay Atinalıların moralini bozmaya yetiyor.

Ben ise mutluyum. Aklımda Garbage’ın parçası I am only happy when it rains. Ben sadece yağmur yağdığında mutlu olurum. Bu doğru değil. Başka zamanlarda da mutlu olurum ama en sevdiğim mevsim kıştır. Kar severim. Soğukta uzun yol yürüyüp sıcak bir kahveye girmenin hazzını hayatta çok az şeye değişirim. Herhalde İstanbul çocuğu olduğum için. O dillere destan 1987 kışında, sınıf arkadaşlarımla Nişantaşı’da günlerce kar topu oynadığımız için belki. Neşe, belleğime bir kış fenomeni olarak kodlanmış…

Geçenlerde neşe tohumlu bir öykü yazmak üzere metaforlar arıyordum. Neşeye dair aklıma gelen tüm sözcükleri alt alta defterime yazdım. Beni neşelendiren şeylerden (yılbaşında ışıklandırılan caddeler), neşeye yakın anlamdaki sözcüklere (sevinç, keyif, zevk, mutluluk, haz, kıvanç, saadet, memnuniyet) kadar. Sonra yan sayfaya karşıtlarını yazdım. Hüzün, keder, yeis, yas, matem, mutsuzluk, üzüntü… Bana acı veren şeyleri de düşündüm. Bir sokak hayvanına eziyet eden çocukların imgesi bana dehşetli acı verir. İnsanın acımasız, kötücül doğasını hatırlattığı için ve fenalıktan nasibini almamış hayvanın çaresizliğini. Neşe tohumlu bir öyküye acıyı da katmak şarttır çünkü.

Neşeyle hüznü birbirinin karşıtı olarak görüyoruz ya, aslında benim not aldığım defterimde durdukları gibi yan yanalar. Bu ikisinin karşısında duran bir şey varsa o da uyuşukluk. Zevk ve acı da yan yana. İkisi de yoğun bir uyarılma, sert bir titreşim, yüksek tansiyon… Nasıl betimlerseniz betimleyin. Kesin olan şey aynı takımda oynadıkları. Karşı takımda yine hissizlik var. Anestezi. Yunanca bir sözcük an-estezi. Duyumsuzluk. Duymamak. Hissetmemek anlamına geliyor. Güzellik felsefesi olan estetik de aynı kökten geliyor. Güzellik demek hissedebilme yetisi demek biraz da.

İçinde hastalık olan, ölüm olan, acı olan kitapları okumak konusunda gösterdiğimiz dirence bir bakalım. İnsanlığın sonunu getirecek Üçüncü Salgın zamanında geçen distopik bir novella yazdım geçen sene. Okurlar hayal kırıklığına uğradı. Zaten salgın içindeyken bir de salgın romanı okumak istemiyorlardı. Oysa bence tam zamanıydı. İçinden geçtiğimiz şey hakkında düşünmek, onu hissetmek, yaşamın getirdiği bu kısıtlamaya verdiğimiz tepki ile yüzleşmek insanı yenileyen, ferahlatan bir şeydir. İçimizi daraltan, yüreğimizi sıkıştıran şey kaçışın ta kendisidir.

Bugün piyasada en çok satan şey kaçış yöntemleri. Yoga, kitaplar, filmler, diziler bizi içimizde bulunduğumuz hallerden başka hallere taşıma gayesiyle pazarlanıyor. Derinlere dalıp oradaki yüzümüzle karşılaşacağımıza oradan bucak bucak kaçıyoruz. Çoğumuzun evde oturduğu bu son iki yılda kaçacağımız köşeler de azaldığından büyük bir çaresizliğe düşüyoruz. Bunalıyoruz. Bunaltıyı hissetmemek için bizi uyuşturan madde ve etkinliklere (yemek, gereksiz ev işi, iş işi, niteliksiz kitap, film, dizi, amaçsız sosyal medya gezintileri, felaket haberleri) koşuyoruz. Oysa ben diyorum ki şöyle bir adabınca üzülebilsek, bir doya doya ağlasak, dünyanın haline, boşa geçen yaşamlarımıza, ölümün varlığına, ölümün bizden aldığına, işte o zaman neşemizi bulacağız.

Ters köşe mi yaptım? Peki, bir örnek vereyim. Yılbaşı’nda İstanbul’a gitmeyi planladık. Annemlerle, iki üç dostumuzla yeni yıla girelim istiyordum ben. Memleket burnumda tütüyordu. Çocukluğumun yeni yıl kutlamaları aklımdan çıkmıyordu. Yuvasız kalmıştım da evime dönecektim. Öyle bir heves ve istek bendeki. Derken annem aradı. En yakın arkadaşı kovide yakalanmış. “Gelmeyin” dedi. “Sonra gelirsiniz.” Ben yıkıldım. Evde de bizim Bey ve kedilerden başka kimse olmadığı için Bey’e çattım. Surat astım. Söylendim. Ay çok bunaldım. Bunaldım. Ama bir türlü içimde ne olup bittiğine bakmadım. Kendimi çok yalnız hissettiğimi, sevdiklerimden koptuğumu, bu kopukluğun yüreğimi dağladığını ve en yakınımdaki kocama bile yakınlaşamadığımı dile getiremedim. Öfkeye kaçtım. Şikâyete. Enerjimi içeri bakmak yerine, dışarıyı suçlamaya sarf ettim.

Sonra Netflix’de Kulüp’ü seyrettik beraber. Bizim Bey Yunanlı. Rumlara yapılan eziyeti seyretmek, okumak onun içini parçalıyor. Buna rağmen yatağımızda oturup her gece bir bölüm, sonuna kadar diziyi seyrettik. Yüzleşmeden bahsettiysek, buyurun size mükemmel bir yüzleşme yapıtı. Yüzeysel, niteliksiz onlarca dizinin, ergen filmlerinin içinde bir cevher. Yetişkinler için, derin düşünmek, kendini zihninin kalıplarını esnetmek, tutsak kaldığı doğrular cetvelinden çıkmak isteyenler için mükemmel bir eser.

Dizinin son bölümünü izlerken hiç konuşmadık. El ele tutuştuk. Gözyaşlarımız yanaklarımızdan aktı. Yan yana burunlarımızı çektik. Bitince ışıkları kapatıp sessizce el ele oturmaya devem ettik. Saygı duruşu gibi bir şeydi. Uzun zamandır varlığını unuttuğumuz bağımız o gece, beraber hüzünlenebildiğimiz için yeniden kuruldu.

Ertesi sabah ben artık söylenmiyordum. Ertesi sabah ben neşeliydim. Şarkı söylüyordum. Aşıktım. İyi bir sanat eseri insana bunu yapıyor işte. Derine dokunuyor. Estetik. Duygu. Güzellik. Acıyacak diye bakmaya korktuğun yere bakıyorsun. Hüzünleniyorsun. Neşe hüzünden doğuyor. Çünkü yaşam hüzünlü bir şey, dünya acımasız bir yer. Bu gerçekle yüzleşmek bizi etrafımızdaki insanlara bağlıyor. Esas önemli olanın şimdiki zamanda kurduğumuz bağlar olduğunu birden hatırlıyoruz. Herkes yanındakine sarılıyor. Biz de öyle yaptık.

Sonra ben sokağa çıktım. Atina’yı yuvam gibi bağrıma bastım. Sadece yağmur yağarken mutluyum diye şarkı söyledim. Öyle değil tabii ama siz anladınız.

Bu yazı, Mümkün Dergi’nin Dergilik platformundaki 1. sayısında yayınlanmıştır. Ocak 2022

©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

Defne Suman
Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde lisans ve yüksek lisans eğitimini tamamladı. Uzakdoğu’da gönüllü öğretmen olarak çalıştı. Kocası ve kedileriyle Atina’da yaşıyor. Türkiye’de Shadow Yoga Okulu’nun kurucusu ve baş öğretmeni. Romanları dünya dillerine tercüme ediliyor.