Keşke bu röportajı sesli dinleyebilseydiniz. Bergen Hoca ile felsefenin neşeyle ilişkisini konuşmak güzel çünkü severek hocalığını yaptığı bir alanın konusunu böyle bir ses tonuyla (altını çiziyorum çünkü kendisi profesyonel bir dublaj sanatçısı) duyguyla yaşayarak anlatması merak uyandırıyor. Merak benim dünyamda çoğu zaman neşeyi çağırır. İçimdeki çocukla ben, Doç. Dr. Bergen Coşkun Özüaydın ile bir gece vakti mümkün oldu, buluştuk.
Bergen, öncelikle sen neşeyle ilişkini nasıl tanımlarsın?
Ben her zaman, aslında felsefeyle ilgili olmadığım zamanlarda bile hep neşeyle mutluluk arasına kendi zihnimde bir ayrım yapıyordum. Sonrasında bunun zaten böyle olduğunu gördüm. Dışarıdan bakıldığı zaman, beni tanıyanlar hep neşeli biri olarak tanımlar. Ne demek bu? Ben neşeli ve güler yüzlüyüm, insanlarla birlikteyken espriler yaparım, surat asan biri hiç olmadım. Fakat buna rağmen kendi içimde kendimi mutlu biri olarak görmezdim.
Şimdi düşününce, ben de seni her duyguya cesaret eden ama en çok neşeli, birlikte oynaması zevkli bir arkadaş gibi görüyorum. Neredeydi sence mutluluk?
Neşe dışsal bir şey. Mutluluk daha içsel bir şey gibi geliyordu bana ve dışardan yansıttığın şey, neşelilik hali de olsa, neşe kısa süreli, gelip geçici bir şeydi. Benim kastettiğim mutluluk, hayatın sanki bütününe yayılan, tüm eylemlerimde, davranışlarımda hissedilen, huzura benzeyen bir şey. Düşünürdüm bunu. Bugün seninle buluşacağımız için düşündüm. Bence insanın kendisine mutluluğu hatırlatması gerekir. Mutlu olma sebeplerini hatırlatmak gerekir. Bize özel şükretme sebeplerimizi yani. Mesela kaybettiğin bir şey varsa sahip olduğun başka şeyleri hatırlatmak gibi.
ARİSTOTELES: MUTLULUK RUHUN ETKİNLİĞİDİR
Peki felsefede karşılığı nasıl bunun?
Aslında felsefede genel kullanımdaki neşeden yani zıplamak, eğlenmek gibi anlamlarıyla bahsedilmez. Bunun yeri yok. Felsefede uzun bir süre insanlar mutlulukla ilgileniyor ve bunu etikle bağlantılandırıyorlar. Neşeye davranışsal bir olgu diyebiliriz belki ve mutluluğa da uzun süreli bir varoluş, ruh hali. Felsefe de hep bunun üzerinde duruyor.
Etik ve mutluluk ilişkisini hangi açıdan kuruyorlar?
Etik dediğimiz şey iyi ve güzel olan davranışlar. Dolayısıyla şunu soruyorlar: İnsan için en yüksek iyi ne? Bu dünyaya geldik, yaşıyoruz. O halde bizim için en iyi şey nedir? Ve çok uzun süre, ta ki Kant’a kadar bu en yüksek iyinin, mutluluk olduğunu düşünüyorlar.
EUDAİMONİA: BAŞIMIZI YASTIĞA KOYDUĞUMUZDA HUZURLA UYUYABİLİYORSAK BU GERÇEK MUTLULUK OLABİLİR
Nasıl bir mutluluk bu en yüksek iyi? Hangi filozoflar nasıl ele alıyor biraz açabilir misin?
Sokrates ve Platon ele alsa da en detaylı şekilde Aristoteles’in Etik isimli meşhur eseriyle beraber değerlendiriliyor. Oğullarından birine yazdığı kitabında nasıl iyi bir yaşam sürülür, nasıl mutlu olunur üzerine yazmış ve en yüksek iyinin mutluluk olduğunu söylerken şu tarz bir mutluluğu kastediyor. Birincisi, mutlu olmak için bazı temel dışsal iyilere ihtiyaç olabilir, bunu kabul ediyor. Başını sokacak bir yer ihtiyacı gibi. Fakat bunlar gerçek mutluluğun sağlayıcısı olamaz. İkincisi sağlık konusu, bu gereklidir mutluluğa katkı sunar ama gerçek mutluluk yine değildir. Gerçek mutluluğun erdemlerle bağlı olduğunu düşünüyor Aristoteles ve mutluluk ruhun etkinliğidir diyor. Ancak erdemli, etik davranışlarda bulunursam mutlu olurum demek bu. Ben bu mutluluğu şuna benzetirim; akşam başımızı yastığa koyduğumuzda huzurla uyuyabiliyorsak bu gerçek mutluluk olabilir. Bunu “Eudaimonia” olarak tanımlıyor. Aristoteles hayat boyu sürecek bir etkinlik olarak görüyor mutluluk halini ve mutluluğu anlamak için hayatın bütününe bakmak lazım diyor.
HEDONİSTLER: DOĞRU EYLEM, BANA EN ÇOK HAZ VEREN EYLEMDİR
Başka hangi düşünürler üzerinden ele alabiliriz?
Bu konuda ele alınması gereken kişiler Jeremy Bentham ve devamında John Stuart Mill. Faydacılık ekolünden isimler. Onlar da mutluluk diyor ama onlarınki hazla bağlantılı. En çok haz veren, keyif veren neyse onu seçerim. Eski Yunancası hedone. Doğru eylem, bana en çok haz veren eylemdir düşüncesi. Aslında bu belki bana en çok neşe veren şey. Diyelim ki rejimdeyim ama ortada bir tabak salata ve üç dilim pasta var. Bu durumda faydacılar sana en çok hangisi haz veriyorsa onu seç derler. Pasta haz verdiği için onu seçebilirim ama yapmam gereken şey bu mu gerçekten? Herkes bir eylem öncesi seçim yapar. Bunun bana vereceği keyif ya da zarar nedir? İnsan yapısı gereği acıdan kaçıp hazza yönelen bir varlık. Jeremy Bentham diyor ki, en çok haz vereni seçeceksin ama bazı şeyleri de hesaba katman lazım. Bu hazzın süresini, yoğunluğunu, başka hazlara yol açıp açmayacağını da bilmelisin. Eğer bunları hesaba katmazsan sana keyif vereceğini düşündüğün şey vermeyebilir. Vicdan azabı duymaya başlıyorsan Bentham yanlış hesapladığını söyleyecektir.
Dolayısıyla faydacılar, mutluluktan Aristoteles’in anladığından başka bir şey anlıyor.
Evet. Fakat bu ekolün devamı niteliğinde olan John Stuart Mill, şöyle bir ayrım getiriyor. Diyor ki “İnsanı insan yapan sadece yeme içme, keyif peşinde koşma değildir. İnsanın entelektüel, zihinsel, akılla bağlantılı bir yanı da vardır. Bu tarafına hitap eden eylemleri gerçekleştirip onlardan haz alması da gerekir. Ve kendi ifadesiyle; “Ben mutlu bir domuz olacağıma (burada neşeden bahsediyor) mutsuz bir Sokrates olmayı yeğlerim.” Yani insanlara deseler ki mutlu bir domuz olacaksın (ağılda yaşayacaksın, ağılda yiyeceğin olacak, güvendesin, eğlenecek çamur olacak vs.) bunu mu istersin yoksa bir insan olmayı mı istersin? İnsan olmak bir sürü ek uğraş gerektiren bir şey. Çoğumuz bu durumda insan olmayı seçeriz.
Nasıl açıklıyor bu fikri Mill? Ne anlam çıkaralım bundan?
Buradan şuna geliyor. O halde biz bunu istiyorsak, neden tüm hayatımızı bir domuzun isteyeceği, ona neşe ve keyif verecek şeyler uğruna harcayalım?
Mesela domuz ağıl, biz ev isteriz. Ben insan olduğum için, bana mutluluk verecek şeyle domuza mutluluk verecek şeyler aynı olamaz. Zengin olmak, lüks bir evde yaşamak, eğlenmek… Bu aslında insanı mutlu edecek bir şey değil, insana özgü değil. Böylece Mill şu noktaya getiriyor konuyu, bizi mutlu edecek şeyleri yapmalıyız ama entelektüel içerikli, insanın zihnine, aklına hitap edecek şeyler olmalı bunlar; sadece neşelendiren, pasta yemek, arkadaşlarla üç beş kadeh içmek gibi şeyler olmamalı. Ve insanı hayatın karşısında sapasağlam tutan şey de o.
Orta çağ döneminde Stoacı yaklaşım neşeyi nasıl kapsar?
Marcus Aurelius, Epiktetos, Seneca gibi filozoflar Stoa felsefesiyle şunu söyler. Dışarıdan ne gelirse gelsin, bunun biz mutsuz etmesi ya da neşemizi kaçırması biz izin vermediğimiz sürece mümkün değil. Onların görüşüne göre, her şey bu, gerçek anlamda mutluluk. Neşeli olmak değil.
Neşeliliği çakırkeyif tabirinden ele alırsak şöyle bir şey var. Neşeliyizdir, eğleniyoruzdur ama bizi mutsuz ya da huzursuz eden her şey orada olduğu gibi duruyordur. Mutluluk ise olma hali. Stoa buna buna vurgu yapıyor.
Enteresan bir hikayesi olduğunu söylemiştin Aurelius’un. Hazır Stoa demişken bahsedelim mi biraz? İmparator filozof ne de olsa nadir bir durum.
Evet, hayatı savaş çadırında geçen bir Roma İmparatoru ve hem 8 çocuğunu hem karısını kaybediyor. Hayatta çok acı görüyor ama içsel huzurunu korumayı başarıyor. Çünkü ne olursa olsun, dışardan olaylar değil bizi rahatsız eden. Olaylara verdiğimiz tepki ve düşüncemiz.
Çağlar geçse de insanın gündemi doğal olarak tekrar ediyor, mesajı almıyor olabilir miyiz? Günümüzde de çok konuşulan mutluluk için zihinsel dinginlik kavramına işaret ediyor yani.
Bunu ben bilişsel davranışçı terapiye benzetiyorum ki o da düşüncelerimiz üzerinden duygularımızı şekillendirdiğimizi anlatır. Stoa da bunun üzerinde duruyor. Önemli olan tek şey benim zihnimin dinginliğini koruyuşum ve mutluluk denen şey de işte bu. Bunu sağlamaya çalışıyorlar.
SPİNOZA: ETKİN BİR ZİHİNDE HÜZÜN BULUNMAZ
Peki her şeyi birbiriyle ilişkili ve bütün gören sevgili Spinoza’dan da bahsedelim mi?
Evet, bu noktada aklıma gelen ve önemi olan bir düşünür de Spinoza. Şu cümlesini çok seviyorum, “Etkin bir zihinde hüzün bulunmaz.”
Spinoza’ya göre iki temel duygu var, keder ve sevinç. Bu duygular dış dünyada olan biten şeylere bizim verdiğimiz tepkiler. Şu an bir kötü haber verilse otomatik olarak üzüntü duyarım ya da güzel bir haber alsam sevinirim ama ben bu hüzünlü tarafla nasıl mücadele ederim? Bu noktada Spinoza da Stoacılara yaklaşıyor. Seni kederlendiren, mutsuz eden bir şey var ve bunun üzerinde apaçık fikirlere sahip olup o rahatsız edici düşünceden ancak üzerine düşünerek özgürleşebilirsin. Özgürlük Spinoza’ya göre duyguların esaretinden kurtulmak ama işte böyle olumsuz duyguların esareti bahsedilen. Sevgilim beni terk ettiyse dönüp o ilişki hakkında, olması gereken sevgi, saygı, aşk dolu bir ilişkide olması gerekenler ve benim yaşadıklarım üzerine oturup düşünmem ve apaçık fikirlere sahip olmam, yani zihnimi etkinleştirmem lazım. İşte bu olduğunda etkin zihin bana belki de yaşadığımın aslında ne olduğunu yansıtabilir. Bana üzüntü veren şeyleri analiz ettikten sonra yerine başka şeyler koyabilirim. Mesela, umut, yeni bir ilişkiye dair…
Dolayısıyla fikir aynı, dışardaki şeyleri kontrol edemeyiz ama tepkilerimizi seçebiliriz.
Evet, hem Spinoza ve Stoa da bir belirlenmişlik var. Kader, yazgı, başımıza gelecek olan şeylerin belirlenmişliği. Onlara nasıl tepki vereceğimiz konusu işte bize düşen şey. Söz gelimi, ölüm. Bir gün hepimizin ölmesinin ötesinde yakınlarımızın ölecek olması ya da hayatta böyle şeyler yaşayacak olmamız. Bu kaçınılmaz bir şey ama buna nasıl tepki vereceğimiz bize bağlı bir şey.
İlk dönem Stoacılardan Hrisippos şöyle diyor, “Sözgelimi kaderde bizim bir yokuştan aşağı yuvarlanmamız var. Bir silindir yuvarlanırken aşağı kadar yuvarlanır ama kare ya da başka bir formda bir nesne o kadar rahat yuvarlanamaz ve belki de bir yerde durur. Dolayısıyla ben kendimi silindir yaptıysam farklı, kare/küp yaptıysam bunun farklı bir sonucu olacaktır.”
Ayrıca Spinoza’nın görüşü çerçevesinde şu örneği çok çarpıcı. Vahşi bir hayvanın bir başka hayvanı yediğini düşünün. Birinin yeme sırasında aldığı haz mı yoksa diğer hayvanın çektiği acı mı daha fazladır? Elbette acı daha fazladır.
Acıdan bahsetmişken, senden daha önce dinleme fırsatı bulduğum, Karanlıklar Filozofu olarak anılan Schopenhauer’ın yaklaşımı nasıl?
Schopenhauer, “Hayatın tümü acı ve ıstıraptır, can sıkıntısıdır,” der ve “En büyük mutluluk kişiliktir,” diyerek Antik Yunan’dan alıntı yapar. Ben’in, kendimin mutluluğunun, bir şeyleri elde etmekle ilgili olmadığını düşünür. Bir şeyi çok fazla istemeyi deniz suyundan içmeye benzetir. Tuzlu suyu içtikçe susarsın ve yine susarsın. O halde nasıl gerçek anlamda mutlu olunur? “Ne kadar az şey istersem, hayatın temelindeki acılardan ne kadar kaçınırsam ne kadar uzaksam o kadar mutlu olabilirim,” der. Sınavı kazanmaktan, istediğim arabayı almaktan çok mutlu olduğumu sanabilirim ama aslında mutlu olmam, neşelenmiş olabilirim sadece.
“NE ZAMAN İSTEME BİTER, O ZAMAN HUZUR VE MUTLULUK GELİR.”
Çünkü bunun sonu gelmeyecek, öyle mi? İstemeye devam ettikçe bu döngü devam edecek.
Evet, Schopenhauer’e göre evrenin temeli istemedir ve bunu bir enerji, güç gibi düşünebiliriz ama insanda da aynı şey geçerlidir. Ona göre bir şey biter ve başka bir şey ister insan. Bunun kölesi olduğumuz sürece gerçek anlamda mutlu olamayız. Ne zaman isteme biter, o zaman huzur ve mutluluk gelir.
Bu yaklaşımın şükranla bağlantılı bir yanı da var diyebiliriz o halde.
Evet, mesela şu an bir yerimiz ağrımadan burada oturabiliyoruz ama bu bizi mutlu etmeye yetmiyor, oysa etmeli. Dişim ağrıdığında ise tüm odağım oraya geçiyor ve mutsuz oluyorum. Yani yine acı baskın. Schopenhauer yaşamının sonlarında mutluluğun onda dokuzunu sağlıklı olma halinin oluşturduğunu söylemiş. Belki neşe vereceğini düşündüğümüz şeylerin peşine düşüp, gerçekten mutlu olacağımız, bizi mutlu olduracak şeyleri gözden kaçırıyoruz.
Ve işte bizi mutlu olduracak şey Aristoteles’in dediği gibi, ruhun erdeme uygun etkinliği ya da acılardan uzak olmak, Stoadaki kendi içimizdeki dengeyi korumak görüşü ve şükran ya da daha doğrusu sahip olduğumuz mutluluk sebeplerimizi hatırlamak.
Ve bu çok anlamlı, basitçe mutlu olmak aslında nasıl da mümkün. Son olarak neler söylemek istersin Bergen?
Felsefe tarihine baktığımızda tüm filozoflar, kendi felsefi sistemleri doğrultusunda hayatın evrenin özünde ne olduğunu kavramakla huzura kavuşacağımızı anlatır. Diğer insanlarla ilişkiler, kurduğum iletişim, adil, dürüst, erdemli olmanın gerçek anlamda mutluluğu getireceğinden söz ederler.
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.