Ancak en masum yerin acı çekerse bir şeyler değişebilir…
1863 Amerikan iç savaşı… Güney birliklerinde savaşan ve birbirlerinin hayatını kurtarıp çok yakın dost olan iki asker; Anse Hatfield ile Randall McCoy…
Siperde bekledikleri bir gece Anse, Randall’a artık savaşa dayanamadığını ve evine gideceğini söyleyip firar eder. Randall arkadaşının bu hareketini ihanet sayar ve dostlukları bozulur. Üstelik bir süre sonra Randall esir düşüp hapse atılır ve art arda gelişen olaylar iki aile arasında düşmanlığı başlatır. Kardeşler öldürülür, çocuklar öldürülür, torunlar öldürülür… İntikam ateşi her türlü vahşet ile körüklenir. Öyle ki bu kan davası tarihe “Üzüm Asması Meydan Savaşı” diye bir savaş armağan eder. Bu anlamsız şiddetin içinde en dikkat çeken ise iki ailenin kadınlarının duruşudur. Bu kadınlardan birisi, çocukları, torunları birer birer yitip giden Sally McCoy’dur. Çok büyük acılara katlanıp kendini sağaltarak yaşama devam etmeye çalışan Sally, bu dünyanın hikmetine erişmiş bir “deliliği” yaşamaktadır. Öfkeden yanıp kavrulan Randall McCoy, aklını oynattığını sandığı karısını bir akıl hastanesine göndermek amacıyla uğurlarken, Sally bir anda onu kolundan tutup sarsar ve şu sözleri söyler: “Kalbinin kırılmasına izin vermelisin. Çünkü ancak en masum yerin acı çekerse bir şeyleri değiştirebilirsin”
Tamamı gerçek olaylara dayanan üç bölümlük bu mini dizinin son bölümünün tesadüfen karşıma çıkma sebebi, uzun zamandır bu cümleyi aradığımdandır sanırım.
Ömrümün uzun bir bölümü uğradığım haksızlıklara karşı “kuyruğu dik tutmaya” çalışmakla geçti ve çoğunlukla da bunu başardım. Evet kuyruğu dik tuttum tutmasına ama neye rağmen oldu bu; işte bunu konuşmak gerekiyor.
Her uğradığım haksızlık sonrası canımı acıtanın, canını daha çok acıtma üzerine kurguladım senaryoyu… Peki bu senaryoyu yazan kimdi? Şimdi diyeceksiniz ki hem ben yazdım diyorsun hem de kimdi diye soruyorsun?
Elbette ben yazdım ama hangi ben?
Çoğunlukla gerçek benliğim zannettiğim egom mu yoksa sesini duymakta zorlandığım kalbim mi?
Byron Katie, “Olanı Sevmek” isimli kitabında beynimizin sol tarafının, kontrolün tam olarak bizde olduğuna ikna olmamız için hikayeler yarattığından bahseder. Tamam da beynimizin sol yarı küresinde böyle masallar anlatan bir halkla ilişkiler uzmanı olmasında bize bu kadar uyan nedir? Katie, bu arkadaşın kişisel öykümüzü bir arada tutmaya uğraştığını, bunu yaparken de kendimize yalan söylemeyi öğrendiğimizi söylüyor.
Peki kim ki bu arkadaş? Ego olabilir mi sizce, ne dersiniz?
Çağdaş nöroloji bilimi bizim “ego” dediğimiz bu arkadaşı “yorumlayıcı” diye adlandırıyor ve onu bize benlik hissini veren içsel diyaloğun kaynağı olarak tanımlıyor. Nörologlar, yorumlayıcının ustaca kurduğu bu senaryolar sayesinde, kendi propagandalarımıza inandığımızı söylüyorlar. Öyle ki gayet akılcı davrandığımızı sanırken aslında kendi düşüncelerimizle kendimizi kandırıyoruz.
Gelelim kalbin kırılması meselesine…
Sonda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim, zannedildiği gibi kalp kırılması kötü bir şey değilmiş. Daha doğrusu kalp kırılması demek, kalbin sesine kulak vermek demekmiş meğer…
Aslında bu yazının can alıcı cümlesi şudur sevgili okur; çektiği acıyı kendinin ve bütünün hayrına dönüştürebilecek yegane organımızdır kalp. Yani, eğer bir olay karşısında egomuz yerine kalbimiz devreye girerse (işte buna kalp kırılması deniyor bence) göstereceğimiz tepki bizim ve bütünün hayrına olacaktır. Çünkü kalbimiz yani ruhumuz bize ve parçası olduğumuz bütüne neyin yararlı olacağını bilir. Ama egomuz haksızlık olarak ele aldığı bir olay karşısında haklı ve güçlü olmak dışında bir şeyi umursamaz. Onun derdi anlık olarak hikayemizi güçlü ve bir arada tutmaktır. Neye mal olduğu ile ilgilenmez. Bu da bizi o anlık güçlü gösterse de sonrasında pişmanlık ve zararla karşılaşacağımız (keskin sirke küpüne zarar!) bir duruma sokar.
Ama maalesef ego baskın çıkmayı başarır çoğunlukla. Egonun seçenekleri bize anlık olarak daha göz kamaştırıcı gelir. Kalbimizin sesini bastırır, ruhumuzun işaretlerini hissetmez oluruz. Kullanılmayan her şey gibi zamanla kabuk bağlar kalbimiz, taşlaşır yani. İşte kalp kırılması bence o kabukların kırılmasıdır.
Tabii egonun, kalbimizin sesini bastırmasının da bir sınırı var. Ne kadar etkileyici senaryolar üretse de bir yerden sonra egoyu da hesaba çekiyor insan. Onca acı sonrası artık konuşsa da bir arada tutacağı bir hikaye kalmamıştır ortada çünkü…
İşte tam bu sırada, yenilgiyi kabul edip pes etme hissinin geldiği, kendini güçsüz hissettiğin sırada yani; “Bir şeyleri başkaları değil de ‘ben’ yanlış yapıyorum galiba” şeklinde bir düşünce oluşmaya başlar. Hah! İşte tam orası… Ego her şeyi mahvetmiş, kurduğu senaryolarla bizi bir uçurumun kenarına getirmiş, üstüne üstlük “benden bu kadar” deyip arazi olmuştur. Şimdi önümüz bir uçurumdur, arkamız ise kapılarını kapattığımız için karanlık bir labirente dönüşmüş odalar manzumesi…
Uçurumdan atlama kısmı egonuzun size yazdığı senaryonun görkemli finalidir. Bir de o kadar görkemli olmayan bir düğme vardır açmayı unuttuğunuz. Kalbinizin ışığıdır o. Dokunduğunuzda düğmeye, tek seçeneğinizin uçurum olmadığını anlarsınız, kalbinizin ışığı size daha pek çok seçenek olduğunu gösterir.. O düğmeye dokunduğunuzda, “mallıktan” dolayı karanlık tarafa geçtiğinizi anlarsınız, kötülükten değil…
Uçurumun kenarına geldiğini fark eden Anse Hatfield, dokunur nihayet o düğmeye, kalbinin sesine kulak verir. Yaklaşık 30 yıl süren, akıl almaz vahşetlere yol açan bu hikaye, Anse Hatfield’ın kalbinin kırılmasına izin vermesi, Randall McCoy’un da buna katılması ile değişmiş ve sonraki nesiller barış ve huzur içinde yaşamışlar.
Bizim Yunus, kalp için “Tanrının tahtı” ifadesini kullanır. Şöyle devam eder;
Gönül çalabın tahtı,
Çalab gönüle baktı,
İki cihan bedbahtı,
Kim gönül yıkar ise…
*Çalab (Tanrı)
Fotoğraf: Pixabay
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.