Acaba sevgisizlikten mi hastalanıyor bedenlerimiz?
Farkındalık

Acaba sevgisizlikten mi hastalanıyor bedenlerimiz?

Uff çok ciddili girdim konuya sanki bu sefer değil mi? Evet biraz öyle görünüyor olabilir, eğer ki öyle bakıyorsanız. Yani siz de hayatta her şeyi çok fazla ciddiye alanlardansanız. Bunda bir yanlış yok tabii ki ama sadece bilmem ki… Yani ne bileyim, her şeyi daha hafiflikle yaşamak da mümkün sanki, öyle değil mi? Neyse, konu bu  değildi. Konu başlıkta da okuduğunuz şey idi. Bedenimiz acaba sevgisizlikten hastalanıyor olabilir miydi?

Şimdi bu yazı bir düşünce akışı gibi olacak. Bu bir bilgiyi indirme  ve akıtma yazısı aslında. Çünkü ben bambaşka bir şey tasarlamıştım yazmak için fakat birkaç saat önce kafamda bir şeyler canlanmaya başladı. Bazı anılar, konuşmalar, bağlantılar oluştu ve birden bu yazının başlığı beliriverdi adeta bir tabelada yanar söner şekilde gözümün önünde. Tamam dedim, ‘‘Bugünün ilhamı geldi haaaanıııımmm!’’. Ben çok uzatmadan, kaçırmadan bunu bir yazayım ve ne çıkacak bir bakayım. Bunları belirtiyorum çünkü yazacaklarımın hiçbiri bilimsel kaynaklara, birtakım araştırmalara dayanmıyor. Bunlar benim okuduğum, şahitliğini ettiğim, deneyimlediğim şeylerin sezgisel  sentezlenmesi. Benden geçerek size aktarımı. Bir şeyin iddiasında değilim, hep beraber bir düşünelim, kafamıza bir soru işareti bırakalım istedim.

Bedenim travmatik bir deneyim yaşadığında, onu yatıştırmak, onunla ilgilenmek, onu dinlendirmek ve ihtiyaçlarını dinleyip gidermek yerine ona hadi kalk kalk bir şeyin yok mu diyecektim?

Şimdi yeterince uyardıysam , beklentilerinizi yükselttiysem, gözünüzde büyüttüysem gelelim konumuza hehehe. İlk aklıma gelen bağlantı ile başlayayım. Geçenlerde çok sevdiğim ve saygı duyduğum bir hocamın kanser olduğu haberini almıştım. Bu hocam bir  dansçıydı, bedeniyle, insanlarla müthiş şeyler yapabilen biriydi. O çok disiplinli, çok idealist, çok ama çok ‘‘asker ruhlu’’ bir kadındı. Neden tırnak içine aldım birazdan anlayacaksınız. Haberi duyunca çok üzüldüm ama içimde derinde bir yerde bir şey ‘click’etti sanki. Lütfen yazdıklarımı, yazacaklarımı kalbinizi açarak dinleyin olur mu? Hatırlatıyorum, bunların hiçbiri bir iddia değil, sadece birer soru işareti, sorgulamadır. Bu haberin üzerinden çok uzun zaman geçti ve bugün kahvaltı hazırlıyordum ve  bir anda geçmişe gitti zihnim, aynı hocamla birlikte bir provadaydık. Hocamız bize bir hareket gösterirken ayağını mı burktu, ters bir hareket oldu tam hatırlamıyorum ama hepimiz bir anda panikledik ve etrafına üşüştük, o ise ‘‘ya yok bir şey’’ moduna girdi ama sonra kötüledi. Gidildi, buz getirildi vs. İşte o an söylediği bir şey vardı, demişti ki ‘‘Ya niye bu kadar büyüttünüz, siz bir şey demeseydiniz ben yok sayacaktım  onu ve sinir sistemim de hemen toparlayacaktı’’ gibi bir şey… Şu an tam olarak sözlerini hatırlamıyorum ama kast ettiği şey şuydu, o an her ne olduysa,  ilgilenmeyecekti, olmamış gibi yapacaktı ve bedenini bunun olmadığına ikna edecekti böylelikle. Çünkü hep böyle yapardı. Öteki türlü ohooo, her ah uh ile ilgilenseydi işi işti… Yani buradan şunu mu  anlıyoruz? Bedenim travmatik bir deneyim yaşadığında, onu yatıştırmak, onunla ilgilenmek, onu dinlendirmek ve ihtiyaçlarını dinleyip gidermek yerine ona hadi kalk kalk bir şeyin yok mu diyecektim? Vuuufff! Kusura bakmayın İngilizce bir tabir vardır, ‘MIND BLOWN, yani  aklım uçtu ya da aklım gitti. Bu arada o zaman gitmedi. Çünkü o zaman, o, o kadar önemli bir hoca ki ve her dediği kanun ki. ‘‘Vay  be’’ dedim. Etkilendim. Allahtan satın almamışım bu korkunç nasihatı. Ama eminim yetiştirdiği yüzlerce öğrenci almıştır. Aklım, kahvaltı hazırlarken uçtu benim. Asker gibi kadın niye dedim, anladınız mı şimdi? Ben şu an yazarken bile tüylerim diken diken oluyor, bilmiyorum siz bunun ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu hissediyor musunuz? Bütün hayatını bedeniyle çalışmaya adayan biri, nasıl olur da o zedelendiğinde durup onunla ilgilenmez? Nasıl olur da onu dinlemez? Peki o bedende biriken onca ifade bulamamış acı, yorgunluk, bıkkınlık ve bastırılmış onca duygu nereye gider? Bunlarla kim ilgilenir? Eğer kimse ilgilenmezse bedene ne olur? Ne kadar taşıyabilir tüm bu yükleri o güzelim varlık? İşte ben buna sevgisizlik diyorum. Sanki bu beden bir binek aracı sadece. Bineceğim ve sadece kullanacağım, üstelik kullanırken sınırlarını zorlayacağım. Tıpkı zaman zaman hayvanlara yaptığımız gibi, doğaya yaptığımız gibi. Hadi onları duyamıyoruz, bağ kuramıyoruz, kendimizden ayrı görüyoruz. Kendi bedenimizi nasıl kendimizden ayrı görebiliyoruz? Kocaman bir soru işareti bırakıyorum buraya.

Bedenim sadece durumun ciddiyeti konusunda beni uyarmıştı. Buradan geri dönemezdim. Bu uyarı için minnettarım. Ona söz verdim. Bir daha yok saymayacaktım sinyallerini, sınırlarını zorlamayacaktım, istemediği hiçbir şeyi yapmayacaktım, suistimal etmeyecektim ve ettirmeyecektim.

Bu anıdan sonra kendi  deneyimim de geldi aklıma. Geçen sene ben de iki kere operasyon geçirmiştim. Biri mememden diğeri de rahmimdendi. Mememde büyüyen kist beni en çok sarsan şeydi. Çünkü onun farkına varmamıştım ve o aslında çok rahatça elimle hissedebileceğim boyuttaydı. Ama asıl beni sarsan bu değildi, asıl sarsan şey,  sebebini içten içe biliyor olmamdı. Sınırlarımı koruyamamam. Kendimi beslemeden başkalarını beslemeye çalışmam. Sevilmek için, almak için vermem. Kendimden, kendimi, ihtiyaçlarımı hiçe sayıp vermem… Bu kist hayatımın çok önemli bir zamanında, ‘‘artık bitti’’ demek için gelmişti. Ve ben önce suçluluk duydum, sonra ise anladım, ardından da değişme sözü verdim. Ki zaten bunun için çok çabalıyordum. Bedenim sadece durumun ciddiyeti konusunda beni uyarmıştı. Buradan geri dönemezdim. Bu uyarı için minnettarım. Ona söz verdim. Bir daha yok saymayacaktım sinyallerini, sınırlarını zorlamayacaktım, istemediği hiçbir şeyi yapmayacaktım, suistimal etmeyecektim ve ettirmeyecektim. Bugün hala deniyorum, öğreniyorum. Amaaa sözüm söz.

Bu kafası karışık çocukların tek ihtiyacı olan sevgi olabilir miydi? Bu hücreleri sevmek nasıl mümkün olabilirdi? Ama öyle böyle bir sevgi değil. Öylesine büyük, öylesine şefkatli, öylesine koşulsuzca…Oysa biz ne yapıyorduk?  Savaş açıyorduk.

Bunları yazarken aklıma yıllar önce takıntılı bir şekilde yaptığım diyet araştırmalarımdan kalan bir bilgi geldi. Çok da güzel bir nottu benim için, sizinle de paylaşmak isterim. Şimdi buraya yazarken biraz hikâyeleştirebilirim ona göre. Sonuçta ben bir hikâye anlatıcısıyım. Dr. Ayşegül Çoruhlu’nun Alkali Diyeti kitabını okuyordum ve bir yerinde kanserli hücrelerin nasıl işlediğinden bahsediyordu. Bu minik hücreler diyordu, aslında yalnızca hasar görmüş, kafası karışmış zavallı hücreciklerdir. Onlar yalnızca hayatta kalmaya çalışır. Fakat bozuk oldukları için yapmamaları gereken şeyler yaparlar. Beyinden gelen emirlere uymazlar, sonsuz kere çoğalırlar, diğer hücreleri de kendilerine benzetirler, çok da akıllıdırlar. Hiihihi tam birer asi çocuk değiller mi? Aileleri tarafından yeterince anlaşılmamış, değişik, ayrık otu gibi sanki. Sevilmemiş çocuklar işte. Yeterince sevgi, kabul görmemiş… Benim gözümde öyle canlanmışlardı. Ve o zaman bir durmuştum, kitabın kapağını kapatmıştım ve düşünmüştüm. Bu kafası karışık çocukların tek ihtiyacı olan sevgi olabilir miydi? Bu hücreleri sevmek nasıl mümkün olabilirdi? Ama öyle böyle bir sevgi değil. Öylesine büyük, öylesine şefkatli, öylesine koşulsuzca…Oysa biz ne yapıyorduk?  Savaş açıyorduk. Her şeye olduğu gibi, hastalığa karşı da savaş açıyorduk ve kendimizi birer savaşçı olarak tanımlıyorduk. Yine, bir asker gibi. Biz savaşçı mı olmalıydık yoksa barışçı mı? Bugüne kadar savaştığımız için miydi acaba bu sevgisizlik? Eğer ileri gidiyorsam kusuruma bakmayın. Bunlar sadece sezgisel bir yerden kurduğum hayaller. Mümkün mü? Mümkün ise nasıl mümkün? Yine kocaman bir soru işareti bırakıyorum.

Bitirmeden önce, belki okuyanlar arasında hastalık süreçlerinden geçmiş olanlar vardır,  dilerim  kimsenin güzel kalbi incinmemiştir. Anlamışsınızdır diye umuyorum, bunların hiçbiri yargı için değil, sorgulama ve anlayış geliştirmek için sadece. Ben de sadece burada yazarken sorguluyorum şahitliğinizde. Aha, şu anda dejavu oldum! Ne demek bu acaba hehehe.

Sonuç olarak, aslında anlatmaya çalıştığım şey başlıkta da yazan şeyin ta kendisi. Biraz büyük hastalıklardan gittim belki ama ben inanın ki günlük hayatımda da artık ufacık sınır ihlallerinde, duygularımı ifade edemediğimde, kendimi bir şeylere maruz bıraktığımda da hemen hastalanıyorum. Ve artık hastalandığımda diyorum ki ‘‘Hımm ne yaşadım ben son günlerde?’’ Cevabı çok gecikmiyor genelde. Hakikatimi yaşamamak beni artık hasta ediyor. Hakikatini yaşamak ise ne ile bağlantılı? Kendini tamamen, olduğu gibi kabul etmekle, sevmekle ve dolayı ise arkasında durup ifade etmekle. O yüzden sizi bilmem canlarım ama sevgisizlik benim bedenimi hasta ediyor evet ve ben onu daha fazla sevmek için elimden gelenin en iyisini yapma yoluna baş koydum. Benimle misiniz?

E o zaman Sevgi Olsun !


©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

Aslıhan Aydoğan Büyükakgül
1988 yılında doğdu. 21 yaşında Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu. Çalışma hayatına özel sektörde başladıktan 5 sene sonra, istediğinin bu olmadığına karar verdi ve hayallerinin peşine düşmek için işinden ayrıldı. 27 yaşında oyunculuk dersleri almak adına çıktığı yol onu kendi özüne doğru olan yoluna da yönlendirdi. Bu süreçte birbirinden farklı birçok eğitim aldı. Bu eğitimler hem bilişsel bilgileri, hem mistik ilimleri içermekteydi. Şimdi ise oyunculuğun yanı sıra tüm bu deneyimleri esentezleyerek tasarladığı atölyeler, danışmanlıklar ile kişiler ile birebir çalışmalar yapıyor.