Farkındalık

Anlaşılmazsam ne olur?

Hepimizin zaman zaman yaşadığı bir acı değil mi, anlaşılmamak; üstelik bir de yanlış anlaşıldıysak sanki ihanete uğramış gibi hissetmek… Anlatmak ayrı bir mesela anlaşılmak ayrı. Bu zorlu konu bir süredir benim de gündemimde. Çok uzun süredir İnstagram’da takip ettiğim, bilgisini ve bilgeliğini çok sevdiğim Farkındalıklı Yaşam Danışmanı ve Eğitmen Gönül Sonzamancı ile anlaşılmak üzerine konuştuk.

Her şeye en baştan başlayacak olursak anlam kavramıyla ilgili neler söylemek istersin?

Madem her şeye en baştan başlıyoruz. İlk insana gidelim.  Yaradanın Hz. Adem’e bütün lügat ve dilleri, bütün eşyaların ismini öğrettiği anlatılmaktadır (Bakara 31-33. Ayet) İlk ilim epistemolojidir yani kavram bilimi. Bildiğimiz kelimelerin anlamlarını irdeler.  Yargıları, zanları ortadan kaldırır. Anlam sorunu dil sorunudur ama yalnız dil içinde kalan bir sorun değildir.  Bir ucunda dil diğer ucunda yaşam vardır. Anlamlara duygu, düşünce yani yorum girdiğinde kişiselleştirildiğinde gerçeklikten uzaklaşmaya başlar insan. İşin içine yorum girince gerçeklik kaybolur. Bu da anlaşılamamaya neden olur.  Yanlış anlamlar kargaşa yaşamamıza neden olur. Dirençler oluşturur. Problemin içindeki çözüme, nedenlere, nasıllara ulaşmamıza engel olur. Kendi ilmine, anlamlara yabancı olduğu için insan evladı ve en çok bildiğini zannettiği konularda yanılgılar yaşıyor.

Anlamı bazen nefsimize uydurduğumuz oluyor ve işimize geldiği zamanlarda, işimize geldiği gibi kullanmayı tercih ediyoruz.

“ARTIK BEBEK DEĞİLİZ”

İnsanın anlama ve anlaşılma ihtiyacının sebepleri neler sence?

Yine kavramlara çıkıyor konu. Birlikte deşifre edelim mi?  Doğadaki canlı, cansız her şey ile iletişim halindeyiz. İletişim konuşarak olmaz sadece, bazen bir söz, bazen bir bakış. Her insan mizacı ile doğar ve aile ve çevresi ile karakteri şekil alır. Kişi hayatı ve yaşadıklarını kendi algısına göre anlamlandırmaya çalışır. Her insanın hayatla iletişim kurma tarzı aynı olmayabilir. Benim ihtiyacım bu olduğu için karşının da bunu isteyeceği yanılgısına düşünce başlıyor sorunlar.  Anlamak ve anlaşılmak temel ihtiyacımızdır. Bir bebek ağladığında anne onun ihtiyacını anlamadığında çocuk ağlamaya devam eder. Karnı aç sanır yemek verir ama ihtiyacı yemek değildir ve bebek mamayı reddeder, oyuncağı uzatır bebek ağlamaya devam eder çünkü anlaşılamamıştır ve ağlayarak anlaşılmak ister. İhtiyacını göremediği için anne de bebek de gerilir. İhtiyacı belki de annenin şefkatini hissetmektir ve ihtiyacı karşılandığında bebekte anne de sakinleşir. Hepimizin temel ihtiyaçları var ve hepimiz ilişkilerimizde ağlayan bebek gibiyiz anlaşılmayı bekliyoruz, anlaşılmayınca kızıyor, öfkeleniyor, ağlıyor ya da küsüyoruz. Ama yetişkin bilinci ile hareket etmemiz lazım artık bebek değiliz.

Kendinle ve doğadaki tüm diğer yaratılmışlarla iyi bir iletişim için kendi ihtiyacını ve karşının ihtiyacını doğru anlamak gerekir. Su bitkiye hayat verir ama kaktüsün ihtiyacı her gün sulanmak değildir.  Fazla su bazı bitkilere can verirken kaktüsü öldürebilir. Anlamak ve anlaşılmak ihtiyacı, anlamak ve karşılamak için oldukça önemlidir.  Ama her şeyden önce kendini anlamalı insan.

Bir de yanlış anlaşılmak var. Sence yanlış anlaşılmak mı hiç anlaşılmamak mı? Hangisi daha acı verici?

Buna cevabım yine kişisel olur. Ben duygu mizaçlı biriyim ve benim için yanlış anlaşılmak (eskiden) ölümle eş değerdi. Acısını kalbimin derinliklerinde hissederdim. Yanlış anlaşıldığımı düşündükçe daha çok anlatır daha çok anlattıkça hiç anlaşılamadığımı fark ederdim. Her yanlış anlaşılmada acım kat be kat artardı. Hayata bu şekilde bakan biri yanlış anlaşılmak daha acı vericidir diyebilir ama şimdiki bilincimle iki durum da acı verici olmaktan çıkabilir derim.

Access consciousness tekniğinde çok sevdiğim bir cümle var.  Konuyu anlatıyorlar, anlamadınız mı “Zamanı gelirse anlarsınız,” diyor. Konu açık ve net senin zamanın gelmemiş olabilir. Böyle bakarsan acı verdiğini düşündüğün şey artık acı vermemeye başlar.

Hiç anlaşılmadığımı düşündüğün bir ortam ve yanlış anlaşılmak insana acı verebilir elbette ama yaptığın şeyin doğruluğundan eminsen zamanı gelirse anlaşılırsın. Anlaşılma isteğine karşı uyguladığın direnç daha büyük kaos yaratıyor. Direnç nefsin işidir ve nefsin temas ettiği her şey zarar görür. Olmayan şeyleri oldurmaya alışmak ve direnç uygulamak sana zarar verir… Oldurmaya çalışan benliği fark etmek önemlidir burada. İnsan çoğu zaman kendi istediği zaman diliminde olsun ister bu da hakkı lakin birinci sınıfta okuyan çocuğun beşinci sınıf dersini anlamasını beklemek ya da sen beşinci sınıfa geçtin diye birinci sınıfa giden kardeşinin okuma yazmayı hemen sökmesini beklemek ne kadar akıllıca?

DÜŞÜNCE BOZUKLUĞU

Son zamanlarda en çok gözlemlediğim şey kimse birbirini tam dinlemiyor. Oysa sanki hep duyduğumuz insan insana muhtaçtır sözü de buralarda boşa düşüyor sanki. İlişkiler hep gergin… Üstelik insanlar birbirlerini tam olarak anlamayınca bu kopukluk beraberinde güvensizlik, hırs ve bilenme gibi karşılıklara da yol açıyor. Sence neden böyle oluyor?

Ben bunu yetiştiğimiz ortama bağlıyorum. Muazzam canlılarız ve dengede doğuyoruz ama aile ve çevre koşulları baskılar, inanç kalıpları ile bozuluyoruz. Her an bir bağ kurmaya gebedir.  Çocukluğunda tam olarak dinlenmeyen ve birbirinin ihtiyacını gözlemlemeyen bir ortamda büyüyen bir çocuk yetişkinliğinde bilmediği şeyi nasıl pratik edebilir ki? Peki ne yapmalı? Kendini tanımaya başlamalı kişi, geçmişi analiz etmeli, kimseleri suçlamadan sorumluluk alarak yetişkin bir insan bilinci ile doğru yerden dönüşüme başlamalı.

Dinlemek için tanımak, anlamak gerek anlamak için sevmek gerek. İçinde sevgi olmayan şey zorunluluğa döner zorunluluklarla ilişkileri sağlıklı yürütemez yargısız dinleyemezsin. Herkes istediği şeyi kusuyor kimse kimsenin ne anlatmak istediğini anlamıyor, anlamak istemiyor, karşısındaki ile değil nefsi ile ilişki kuruyor nefsini rahatlatıyor. Zanlar üzerinden iletişim kurunca bilenme, nefret, hırs, güvensizlik oluşabiliyor. Değersizlik duygusu eğitimlerinde bunu düşünce bozukluğu olarak anlatıyorum. Fikir yürütmek, zihin okumak yani zannetmek sağlıklı iletişim kurmamızın önünde en büyük engellerden. Zihinde geçen bunu mu demek istedi acaba sorusunun cevabını o kişiden başkası yanıtlayamaz ama kişi zihni ile yanıt arar ve deneyimlerinden bir kanıya varır ve bilenir, kinlenir. Bu konuşma bana ne anlatıyor, ben ne anlatmak istiyorum, ben nasıl anlatıyorum karşımdaki nasıl anlıyor. O ne anlatıyor ben ne anlıyorum?

Sosyal medyada da aynı şey var, hoş ben de zaman zaman yapıyorum. Birbirimizle konuşamadığımız şeyleri, birbirimizi iğnelemeye, rahatsız etmeye ayarlanmış postlarla ifade ediyoruz. Sence bunu neden yapıyoruz?

Sor kendine neden konuşamadığını postlarla ifade ediyorsun? Duyguları yazıya dökmek harika bir deneyim, lakin ameller niyete göredir ya! Niyet laf sokmak ise orda duyguyu yazarak boşalmanın haricinde sağlıksız bir tavra yatırım yapıyoruz. Laf sokma olarak bakarsak bu öğreti kimden miras sana. Kızınca, kırılınca, surat asan bir anne, küsen bir baba ya da bir aile büyüğünden mi devraldın bu tavrı? Bu genelde öğrenilen bir tavır. Yine çocukluğa inelim. Çocukluğunda öfkenin, kızgınlığın, kırgınlığın, acının ifade edilmesi ayıplanmış, engellenmiş baskılanmış ve yanlış olduğu öğretilmişse kişi duygularını acısını ya da sıkıntısını anlatmak yerine laf sokma yoluna gidebilir. Bu da dengeden çıkaran bir tavırdır. Duygular ifade edilmek içindir, anlaşılmasalar bile. Bunu laf sokmak için post hazırlamada kullanmak ise bir seçim. Anlık iyi hissettirir ama sadece anlık iyi hissettiren pek çok şey fayda vermez insana.

“ÖFKE BAĞIRAN BEBEK GİBİDİR”

Sence anlaşılmadığımız zaman neden öfkeleniyoruz ya da kırılıyoruz?

Duygular nefse aittir. Nefs suçlamak ister yüzleşmek istemez acıdan kaçmak ister gerçeklerle yüzleştiğinde acı çeker ve yüzleşmenin acısını yaşamak istemez, tepki verir.

Kişinin kendisiyle yüzleşmeye ihtiyacı var. Anlaşılmasam ne olur?  Bu soruyu altında yatan düşünceyi bulana kadar sorun. Anlaşılma arzunuzun altında yatan düşünce nedir? Kişi anlaşılmak ister, kimi zaman kendi değerini başkalarının gözünde anlaşılması üzerinden belirler ve anlaşılmadığında kendini değersiz hissediyor olabilir ve bu kişiyi öfkelendirebilir. Altında yatan anlaşılmadığımda kendimi değersiz hissediyorum düşüncesi öfke ve kırılganlığa neden olabilir ve bu karşı tarafla değil sizinle ilgilidir. Bu sorunun cevabını öfkeliyken bulamayız. Duygularımız yüksekken farkındalığımız azalır. Öfkeden gözüm bir şey görmedi sözünü hatırlayalım. Öfke, kızgınlık, hayal kırıklığı ve buna benzer duygular çözümleri görmemize engel olur. Bu soruyu sormadan önce öfkenin ateşini söndürmek gerekir.

Zen ustası Thich Nhan Nanh “Öfke bağıran bir bebek gibidir,” der. Bu tanım çok hoşuma gidiyor. Çünkü acı çeken ağlayan bir bebeğin annesinin kollarına ihtiyacı vardır. Öfkenize bebeğiniz gibi bakmanız gerekir.  Öfkeniz bağıran bir bebek gibiyse ve öfkeyi anlaşılamadığınızı düşündüğünüz için siz yaşıyorsanız, o bebeğe birilerinin annelik yapmasını beklemek ve o bebeğin ihtiyaçlarının anlaşılmasını beklemek sorunu çözmediği gibi sonuç istediğiniz gibi olmadığında yani birileri öfkenizle ilgilenmediğinde öfke daha da büyüyecektir. Öfke ve kırgınlık bu sebeple oluşuyor. Birileri bebeğimi yani öfkemi kucaklaşın anlasın istiyoruz. Ebeveyni benim. Sadece bir bebeği kucaklar gibi öfkenizi kucaklamaya ve fark etmeye ihtiyacınız var.

Öfkenizi tanıyıp, fark edip gerçek doğasını keşfettiğinizde o an ihtiyacı olanı verdiğinizde anlaşılamadığınız zaman neden öfkelendiğinizi araştırma yoluna gidebilirsiniz. Şimdi araştırabilir misin, “Anlaşılmasam ne olur?”

Hani hep denir ya, insan önce kendi kendinin değerini bilecek ya da onay bağımlısı olmayacak, diye. Sence bu mümkün mü? Çünkü anlaşılmak da bir kabul efekti yaratıyor sanki…

Sanırım bir önceki cevaplarda bunun da yanıtını verdim. Bu mümkün. Ama “Yumurta dışardan kırılırsa yasam son bulur içerden kırılırsa yaşam başlar” diye bir söz vardır… Her şeye önce içerden başlamamız gerekir. Benim değerim dış koşullarla ölçülecek ya da azalıp çoğalacak kadar değersiz değil. Devraldığın ve devam ettirdiğin bu öğreti kime ait ise artık iade edip değişimi başlatabilirsin. İçerden onaylıyor musun kendini? Mutmain misin olduğun hal ve yaptıklarınla? Onayı dışardan ararsan aradığın onayı vermeme hakları da doğar ama dışardan aradığını içerden sen verir ve kalben tatmin olursan dışardan onay arama ihtiyacın kalmayacaktır. Kendinden esirgediğini dışarda aramaya devam ettikçe mümkünler imkansızlaşacak.

“Çoğumuzda duygusal okur yazarlık sorunu var.”

Saf anlama ve saf dinleme ya da saf gözlem. Bence bir insanın karşısındaki kişi için yapabileceği en güzel şeylerden biri. Ama biz anlamak yerine koz toplamak gibi bir eğilim içindeyiz. Bu konuda iyi bir özeleştiri yapabilmemiz için bizlere neler söylemek istersin?

Evren eril dişil denge üzerine kuruludur. Hepimizin içinde eril ve dişil enerji vardır; oranları farklıdır. Anlama dinleme saf gözlem olarak nitelendirdiğin alanlar dişil enerjinin dengesi ile ilgilidir. Bunu hem erkekte hem kadında görmek isteriz. Eylem, hareket eril enerji ile ilgilidir. Kişi anlamak, dinlemek yerine antilobunu bekleyen aslan gibi pusuya yatıp koz toplayıp saldırıya geçiyorsa eril enerjinin negatif boyutuna savrulur. Hayat bizi dengeye getirmek için senaryolar sunar. Seçimlerimizle dengeye gelir ya da dengeden çıkarız. Saf gözlem saf anlama saf dinleme özel çaba gerektirir bu alana geçişte kişi başta zorlanabilir ama imkânsız değildir bu alanda olmak dişil enerjinin dengesi ile ilgilidir. Anlamak, gözlemlemek, yargısız dinlemek yerine koz toplayıp bunları karşı tarafa kullanmayı da seçebilir; böyle bir durumda eril enerjinin yıkıcı alanına savrulmayı seçmiştir. Bu o kadar sık tekrarlanır ki bir süre sonra otomatik tavra dönüşebilir ve kişi dengeden çıkaran bu tavrı normal sayabilir. Laf sokmak, pusuda beklemek onun için normaldir. Farkındalık için önce kendi tavırlarını dışardan bir gözle tarafsız gözlemlemesi gerekir. Varılacak yer bellidir ama seçimlerimizle güzergahı biz belirleriz. Verdiğin her tepkide navigasyonun o sesi gelsin aklına ‘rota oluşturuldu’ seçtiğin yol nasıl bir yol?

Anlatamadıkça özellikle yanlış anlaşıldıkça yalnızlık hissi de beraberinde geliyor. Böyle durumlarda ben kendimi çok yalnız hissediyorum, üstelik incitici de. Yanlış anlaşıldığımızda ne yapmalı sence?

Çoğumuzda duygusal okur yazarlık sorunu var. Kendi duygularımızı okuyamıyoruz.  İnancımız gerçekliğimiz oluyor, yalnızlık ve incinmişlik hissi, anlaşılamama düşüncesi öfkeye dönüşebiliyor.  Yalnızlık iç gözlem yapmak adına güzeldir aslında ama bu tavırla yalnızlık tek başınalığa dönüşüyor. Tek başınalık kişiyi rahatsız ediyor.

Bu durumu da irdeleyelim. Bir düşünce oluştu, “anlatamıyorum, anlaşılamıyorum” bu düşünce bir duyguya dönüştü, “yalnızlık” bu duygu bir enerji üretti “incinmişlik hissi ile sevimsiz düşük frekansta bir enerji” ve rahatsız edici enerji fiziksel bedene sirayet etti. Tekrarlandıkça bedende sıkışan enerji bir rahatsızlığa neden olabileceği gibi bir eyleme de dönüşebilir.  Kişi ya tepki verecek ya içe kapanacak ya küsecek veya öfkelenecek pasif veya yıkıcı bir eylem geliştirecek.

Kalabalıklar içinde yaşanılan bu yalnızlığı fırsata çevirmeyi deneyimlemeli insan. Yalnız kaldığında ruhunla baş başasındır. Duygularını fark etme ve duygularını okuma fırsatıdır bu. Kendi ruhuna dokunabilen, kendiyle olmayı deneyimleyen tek başınalıktan yalnızlığa geçiş yapıyor. Yalnızlık bence çok kıymetli, onu kimsenin ele geçirmesine izin vermemeli. Kendi duygularımızı okuyamadığımızda hayatı ele geçiren duygu öfke oluyor.

Duyguları okuyabilmek için deredeki suyun akması gibi beden içindeki enerjide akış halinde olmalıdır. Küçüklükte maruz kalınan sus konuşma, büyüklere cevap verilmez, sakın sorun çıkarma, bir şey isteme, ağlama diyorum sana gibi duyguları içimizde tutmamıza, söylenecek sözlerin bir yumruk gibi boğazda düğümlenmesine neden olan tavırlar sonucu duyguları ifade etmekte ve duygularımızı fark etmekte anlamlandırmakta sorun yaşarız. Anlatamadıkça yanlış anlaşıldıkça konuşmanın şiddetini arttırır, arttırdıkça daha da çıkmaza girer ve anlaşılamamaktan dem vurur veya pasif bir tavır sergileyip içimize kapanabiliriz. İki tavır da dengeden çıkarır.

Birini anlamak da insani bir sorumluluk gibi. Ancak bu kısma geldiğimizde içimizde de işler karışıyor. Egomuz, insani tarafımız, şeytanlarımız ve meleklerimiz bir kavgaya tutuşuyor gibi oluyor. Birini anlamada, güç ve masumiyet dengesi nasıl kurulur? Ya da bu mümkün mü?

Kalbin hem fiziki hem manevi anlamı vardır. Kalp madde ve maneviyatın geçiş kapısıdır ve manevi anlamdaki kalbin iki yönü vardır: biri ruha, diğeri nefse bakar.  Küçükken izlediğim çizgi filmlerde kişinin sağ omuzunda ve sol omuzunda şeytan ve melek simgesi belirirdi. Şeytan simgesi kişinin yaşadığı olumsuz bir olayda karşısındaki kişiye haddini bildirmesi ve aynı kötü tavırla karşılık vermesini isterdi, melek ise şeytana uymaması gerektiğini, bildiği doğru yolda devam etmesi gerektiğini hatalara aynı tavırlarla karşılık vermenin kendisine zarar vereceğini söyleyerek telkin ederdi. Her alanda bunun yansımasını görürüz aslında. Hepimizin içinde sabote eden bir ses var. Kimi maymun zihin diyor kimi sabotajcı iç ses, kimi susmayan zihin. Hepsi aynı şeyi ifade ediyor benim bakış açıma göre. İçimizdeki şeytanı. Kalbin yönünü nefse döndürürsen şeytanını konuşturursun. İçindeki şeytan anlık hazlar ister, kolayı ister, hemen olsun der, benim olmuyorsa onun neden olsun ki der, ben acı çekiyorsam oda çeksin der, kin güder, pusuda bekler, yaptıkları yanına kar mı kalsın der, ona haddini bildir der, intikamını almanı ister, gerçekler acı gelir ve yüzleşmek istemez, inkar eder. Kalbin yönü ruha dönerse izlediğim o çizgi filmdeki melek konuşur sizinle. Kalbin gerçek sesidir o ve senin için kötü olanı istemez. İntikam, öfke, kin nefret gibi negatif duyguları bir hamal gibi üzerinde taşımanı da istemez. Çünkü gerçek iç sesin duyguların taşıyıcısı olmaman gerektiğini bilir, duygu gelir ve gider. Gerçek gücün intikamdan, zalimlikten değil naiflikten merhametten geldiğini bilir.  Mücadele etmen için seni cesaretlendirir ama güç savaşına girmeni, üstünlük taslamanı, kibre girmeni söylemez. Birilerini alt etmen için değil başarman için destekler seni. Başarılarında da başarısızlıklarında da yanındadır.

Güç insanın eline geçtiğinde zalimliğe sürükleyebilir. Kalbin yönü nefse dönmüşse içindeki şeytan bu gücü kötüye kullanmanı ister ama güç sende olduğu halde merhamet edebiliyorsan sınavı kazanırsın işte bu kalbin gerçek sesidir. Birini severken de dinlerken de yardım ederken de anlamaya çalışırken de geçerlidir bu. Birini nefsinle dinlersen tetiklenebilirsin, tetiklenen kişinin karşı çıkışları çok olur, haklılık mücadelesine girer ama en saf haliyle yargısız dinlersen anlama başlar.  Güç ve masumiyet arasındaki dengeyi seçimlerinle sağlarsın. Seçim hakkı sana verilmiş kalbin yönünü nereye çevirmek istersin?

Klasik sorumuzla noktalayalım: Peki Gönül için neler mümkün?

Dışarda aradığın her şeyi içinde barındırıyorsun. Sonradan edindiğin yaşam deneyimlerin bunu sana unutturmuş olsa da. Tozlanmış raflardan çıkarılmayı ve fark edilmeyi bekliyor öz değerin. Sen her şeysin. Hiçbir şeye sahip olmadan, birileri olmadan, sadece olduğun hali fark edip kabul ederek “Değer duygusu yüksek bir hayat yaşaman mümkün,” çünkü değer, sizsiniz.

 

 

©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

serda-kranda-kapucuoglu_
Kitap projeleri, yayın danışmanlığı, yazar koçluğu ve geliştirici editörlük yapıyor. Jungian Koç. Birdenbire adlı ilk romanını 2022’de yayımladı. Kurucusu olduğu ZB Akademi’nin Serda Kranda Akademi markası altında hem kurumlar hem de bireyler için editörlük ve yazarlık atölyeleri düzenliyor, editoryal danışmanlık veriyor. 21 Gün Okuyanları adlı okuma kulübünün kurucusu. Mümkün Dergi’nin ve 360 derece editörlük ve yayın danışmanlığı hizmetleri veren Mümkün Ajans’ın kurucu ortaklarından. Edebiyat, felsefe, mitoloji ve psikolojiyle ilgileniyor. 1979 İstanbul doğumlu. Evli, kedili ve iki kız annesi.