Unutulmuş tarihin muhafızı Samet Altıntaş ile kitabını okuduktan sonra röportaj yapmak istedim. Kaleminin zenginliği ve renkliliği okuyucuyu alıp zamanlar arasında bir yolculuğa çıkarıyor. Kitabı Boğaz’ın Dört Muhafızı’nda Aziz Mahmut Hüdai, Hz. Yuşa, Yahya Efendi ve Telli Baba’nın çok da bilinmeyen hikayelerini paylaşıyor. Farklı coğrafyalarda, farklı zaman dilimlerinde bize maddi dünyanın ötesini hatırlatan zatlar oldu. Bu zatların masalsı yolculukları mantıkla çelişse de zamansız etkileri gerçekle çelişmediklerinin habercisi belki de. Samet Altıntaş ile İstanbul’dan Bursa’ya uzanan bir yolculuğa çıktık. Sözcükleri eminim sizi de zamansız bir yolculuğa götürecek.
Tarihin sayfalarında spot ışığının altında değil kenarında kalan güzellikleri spot ışığıyla buluşturduğunuz kitaplarınız var. Bu konuları seçmeye nasıl karar verdiniz?
Marmara Üniversitesi Tarih Bölümü’nde okurken, kitapçılardan ve sahaflardan şehir tarihi ile ilgili kitaplar alırdım. Yani ilk gençliğimin sularında okuduğum eserler, beni bu alana yönlendirdi, diyebilirim. Tanpınar’ın Beş Şehir’i gibi çokça okuduğum kitaplar yazmak istiyordum. İçinde; edebiyat, şiir, tasavvuf, mimarî, müzik ve futbol gibi konuların olduğu alanlarda okumalar yaptım evvela, sonra bu puzzle’ları birleştirdim. İlk denememi de Bursa’nın Daveti-Bir Osmanlı Başkenti Güncesi’ni kaleme alarak gerçekleştirdim, sonra devamı geldi.
Bugün daha çok İstanbul ve inançlar üzerinde yoğunlaşmak istiyorum. İstanbul sizin için ne ifade ediyor?
Rahmetli babam Yalovalıydı. İlkokulu babamın memleketinde okudum. Hüviyetlerimizde “İli İstanbul, İlçesi Yalova” yazardı. İstanbul’a Adalar’dan bile uzak olduğumuz için meşhur “Kim takar Yalova kaymakamını” sözünü ilkokul öğretmenimizden öğrenmiştik. Hâliyle İstanbul’la beledî hudutlardan müteşekkil bir bağlantımız, bağımız vardı.
İstanbul ile ilk karşılaşmanız ve sizde uyandırdıkları neydi?
Babaannemler Kartal’da oturuyorlardı, dolayısıyla bayramlarda, tatillerde devamlı onların bahçeli evine giderdik. Fakat yine rahmetli babam bizi Üsküdar’daki Aziz Mahmud Hüdayi türbesine götürmüştü, çocukken. Yağmurlu bir gündü, arabayı yokuşa park etmiştik, dün gibi aklımda o sahneler. Benim için İstanbul fotoğrafı Üsküdar ve Hüdayi demek. Annemin babası, yani Bursalı dedem, abimle beni Hüdayi’nin şeyhi Üftade’nin türbesini götürürdü. Arada herhangi bir rabıta kuramazdım o yaşta ama hatıramın pH’ında ‘türbeler, camiler, eski bahçeler’ havasını kokladığımı hatırlıyorum.
Peki, sizce Boğaz mı İstanbul’un şifası, yoksa İstanbul mu Boğaz’ın?
Tanpınar, Huzur’da Nuran’la Mümtaz arasındaki aşkı anlatırken, kahramanlarına şu soruyu sordurur: “Birbirimizi mi yoksa Boğaz’ı mı seviyoruz?” Abdülhak Şinasi Hisar’ın cümlelerini takip edersek, bir Boğaziçi medeniyetine ulaşırız. Ancak bunlar artık milyonluk şehir İstanbul’da nostalji. Fakat her şeye rağmen ben Suriçi ve Boğaziçi hattında kurulan köprülerde yürümeyi seviyorum. Şifası mı bilmiyorum ama ikisi de birbirinin hem yarası hem yara bandı.
Şehrin dört muhafızıyla ilgili kitap yazma sürecinizde sizi etkileyen, adeta bu dört muhafızdan selam gibi olan deneyimleriniz oldu mu? Birkaçını paylaşır mısınız?
Boğaz’ın Dört Muhafızı benim ikinci çalışmam. İstanbul’un kent belleğinde yer alan ve şehri neredeyse her anlamda şekillendiren Aziz Mahmud Hüdayi, Beşiktaşlı Yahya Efendi, Yuşa Aleyhisselam ve Telli Baba’nın etrafında örülen dünyayı resmetmeye çalıştım. Üsküdar-Beşiktaş-Rumeli Kavağı-Beykoz hattındaki anıları bir koleksiyoner titizliğinde derledim. Kitapta okura; halkın muhayyilesine ve şehir folkloruna işlenmiş geçmiş anlatıları, mekânlar üzerinden aktardım, onları zamanda bir yolculuğa çıkardım aslında, hepsi bu kadar.
Kitabınızda eski ve yeni, tarih ve mistisizm iç içe geçiyor güncel bir yorumla sentezleniyor. Sizin yaşantınızda mistisizm ve spiritüalizm nasıl bir yerde?
Eyvallah… Ben tasavvufa inanırım. İnsanın iç âleminde yaptığı seyahatleri şahsî ve muhterem bulurum. Hani Rilke, Genç Bir Şaire Mektuplar’da, “Bizlere gereken yalnızlıktır, büyük, içsel bir yalnızlık. Kendi içine yürümek ve saatler boyu kimseye rastlamamak.” diyor ya bir öğüt olarak, ben de böylesi bir seyrisülûku insanın kendi personasını inşa ederken olmazsa olmaz görüyorum. Zaten bugün kabaca seküler/mütedeyyin diye ikiye ayrılmış olan Türk toplumunun temelinde hem olumlu hem olumsuz anlamda bir şeyh krizi yaşandığını düşünüyorum.
Yahya Efendi’nin Aziz Mahmut Hüdai’nin hayatlarına tanıklık ederken mucize denebilecek anılarla da karşılaşıyoruz. Sizce bu deneyimler mümkün mü? Yoksa sadece “bir umuttu yaşatan insanı” çerçevesinde maneviyatı güçlendiren efsaneler mi?
Bulutsuzluk Özlemi gibi ‘aldım elime sazımı’ derseniz, bugün sürreel gibi görünen hadiselere kapı açmışsınız demektir. Telden sesin çıkması mucizevî bir şey, değil mi? Sorduğunuz sorunun basit bir sağlaması var: Adını zikrettiğiniz kişiler, sosyal medyalı zamanlarda hâlâ konuşuluyor, hayatları merak ediliyor ve ölü hâlleriyle bile bir istikamet çiziyorlarsa şayet, bana göre ‘keramet’leri oldukça reel demektir.
Eğer Boğaz’ın Dört Muhafızı’ndan biriyle tanışabilseniz bu hangisi olurdu? Onunla nasıl bir konuşma geçerdi?
Benim Aziz Mahmud Hüdayi’ye ayrı bir zaafım var. 16. asırdaki Bursa kadılığından Üsküdar’da kurduğu tekkesine ve sonrasına değin hep yanında olmak isterdim. Yine Tanpınar’ın Huzur’da dediği gibi “Ben o zamanlar gelseydim… Muhakkak Celvetî olurdum.” Ama Beşiktaşlı Yahya Efendi’nin Şehzade Mustafa’nın Bizans entrikasıyla katledilmesi sonrası sütkardeşi Kanunî Sultan Süleyman’a post’a koyması, akabinde Hızır’ın rehberliğinde Çırağan sırtlarına dergâhını inşa etmesi süreçlerinde de yanında, omuz omuza olmak isterdim.
Sizce günümüzde de böyle zatlar yaşıyor mu? Ya da bir gün böyle zatlarla tanışmamız mümkün olur mu?
Tarih nasıl geçmişte kalmış bir zaman dilimi değilse, böylesi şahsiyetler de sadece mazide kalmadı. Muzaffer Ozak’ın sıklıkla andığı bir şiir var: “Benim gözüm var deme/Görenedir görene/Köre nedir köre ne?” Sufiler; en uzun ve zor seyahatin, insanın kendinden kendine olduğuna inanırlar. Bu yolculuğa çıkan birinin karşısına ‘böyle zatlar’ diye andığınız kişiler de mutlaka çıkar.
Sizler de türbe ziyaretleri yapıyor musunuz? En çok ziyaret ettiğiniz/ettikleriniz hangisi?
Ben menakıpnameleri de tekkeleri de türbeleri de tarihin ana malzemelerinden görürüm. Halil İnalcık’ın çok güzel bir tarifi söz konusu: “Bu anlamda efsane bir realitedir. Kahramanlar ve büyük işler efsanelerden doğar. Bunları tanımayan tarihçi, tarihi anlayamaz. Efsane; belki içeriğiyle değil ama tarihin yürütücüsü ve yaratıcısı olarak maddî hayat hırsı kadar gerçektir.” Ben mesleğim icabı bu gerçekliğin peşindeyim, yani türbelere çokça gidiyorum. Üsküdar’da yaşıyorum, bundan sebep Hüdayi Dede’nin evine sıklıkla yolumu düşürüyorum.
Kitabınızda Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman, Cem Sultan gibi Osmanlı padişahları ve şehzadeleri ile de buluşuyoruz. Bu isimlerin ezoterizm/spiritüalizm ile araları nasıldı?
Ben, tarihin sessize aldığı kişilerle daha çok ilgiliyim. Bu perspektiften ötürü Şeyh Bedreddin ve Cem Sultan monografileri de yazdım. Yine geçmişe, şimdiye ve geleceğe Batılı manada bir gizemcilikle bakmıyorum ve böyle yaşamıyorum. Ben hayatımı Nâzım’ın karısı Piraye’ye yazdığı mektupta dediği gibi ‘etimle, kanımla, kafamla, yüreğimle, adımla’ adımlıyorum. Bir trende dönüşen new age ruhçuluktan ziyade Hazreti Ali’nin anlattığı ve kurguladığı maneviyatı önemsiyorum.
Bursa da pek çok önemli zatın yaşadığı Hızır’ın ziyaret ettiği söylenen mistik bir şehir. Bursa’nın bu anlamda bir merkez görevi görmesinin sebebi sizce ne? Boğaz’ın Dört Muhafızı’nı Bursa’ya uyarlasak bunlar kimler olurdu?
Amin Maalouf’tan rol çalarsam; Bursa benim için ‘yolların başlangıcı’ demek. 1326 yılında Türklerin eline geçen bu kadim şehirde, sahnede dekor değişmiş ve keşişlerin yerini dervişler almış. Hâliyle Emir Sultan’ın Uludağ’da bir papazla görüşmesi ya da Üftade’nin camisini bir kilise kalıntısı üzerine inşa ettirmesi gibi mistik köprüler her daim var. Az önce de söylediğim gibi dedem, çocukken bizi türbeleri ziyarete götürürdü. O küçüklük günlerimizden birinde Ulu Cami’den çıkmış, Kapalıçarşı’dan geçerken, fötr şapkalı bir adama tesadüf etmiştik. O uğultulu ve kalabalık görüntünün arasında birkaç cümlelik mesafedeki bu kişinin kim olduğunu sorduğumda dedem, çok kolay ve olağan bir şekilde “Hızır…” demişti. Sezai Karakoç’un kendi saatlerini işlettiği şiirinde dediği gibi “Hızır’ı görmüştüm.” yani. Bursa; Buhara’dan çıkıp gelen ve Bosna’ya uzanan manevî yolun merkezi, bence en önemli istasyonu, tabiatıyla irrasyonel hikâyelerin ve kişilerin evi. Boğaz’ın Dört Muhafızı’nı Bursa’ya uyarlasaydım karşıma Keşiş’in Dört Muhafızı; yani Abdal Murad, Emir Sultan, Üftade ve İsmail Hakkı Bursevî çıkardı, bir de istinat duvarı olarak, Geyikli Baba mutlaka olurdu.
Yakın zamanda bizimle buluşacak yeni projeleriniz var mı? Paylaşabilir misiniz?
Yakın zamanda ikinci şiir kitabım çıkacak. Bir de Bursa’daki ergenlik zamanlarından kalma bir rock mesaim var. Bugünlerde üzerinde çalıştığım şarkılar var, onlarla ilgileniyorum, şimdilik böyle.
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.