Bilim ile maneviyatın çelişmediği, aksine birbirini tamamladığı düşüncesi İslam düşünce tarihinde çok güçlü bir yere sahiptir. Hem İslam filozofları hem de bilim insanları, evreni anlamanın iki yolu olduğunu savunur: aklın verileri ve kalbin (maneviyatın) sezgisi. Bu iki yol, gerçekte tek bir hakikati farklı açılardan kavrar.
İslam düşüncesinde “ilim” sadece fiziksel bilgi değil, aynı zamanda varlığın anlamına dair bilgidir. Bu nedenle:
- Bilim = Evrenin işleyişini anlamak
- Maneviyat = Evrenin neden yaratıldığını anlamak olarak görülür.
İslam bilim geleneğinde “bilim yapmak” evrene bakarak Allah’ın düzenini, yaratma kudretini anlama çabasıydı.
Modern çağda sıkça karşılaştığımız bir yanlış algı var: Bilim ve maneviyat birbirine zıttır.
Biri “akıl” der, diğeri “kalp”; biri “kanıt” der, diğeri “inanç.” Oysa İslam düşünürlerinin dünyasında böyle bir ayrım yoktu. Aksine, bilmek de inanmak da hakikati kavramanın iki farklı yoluydu. Ve bu iki yol, aynı kaynağa doğru yürüdükleri için asla çatışmazlardı.

El-Birûnî (973–1050)
- Astronomi, coğrafya, matematik, tıp…
- “Bilim, kâinattaki düzeni fark etmekle başlar” der.
- Ona göre düzeni fark etmek, Yaratan’ı anlamanın ilk adımıydı.
Bilim onun için sadece teknik bir uğraş değil, varlık bilgisine ulaşma yoluydu.
İbn Sina (980–1037)
- Tıpta müthiş buluşlar yaptı, ama aynı zamanda derin bir metafizikçiydi.
- “Aklın vardığı her gerçek, hakikatin bir parçasıdır” der ve Allah’ı bilmenin hem akıl hem de sezgiyle mümkün olduğunu savunur.
Tıbbı ve maneviyatı aynı potada eritti. İnsanın hem maddi hem manevi yönü olduğunu, tedavinin ikisini de kapsaması gerektiğini anlattı.
Farabi (872–950)
- Hem filozof hem matematikçi hem müzisyendi.
- Ona göre akıl, insanı Allah’ın koyduğu düzene ulaştırır.
- Bilimi “kâinatın matematiksel aklını çözmek” olarak tanımlar.
Yani evren bir kitap gibidir, bilim bu kitabı okumaktır.
İbn Rüşd (A1126–1198)
Bilim ile dini kesinlikle çelişmez bulur. Çarpıcı sözü şudur: “Hakikat, hakikate asla aykırı düşmez.” Yani doğru bilimsel bilgi ile doğru manevi bilgi aynı kökten gelir, çatışamaz.

Kâinat ve Tefekkür
Kâinatın kendisi bir “okunacak metin”dir. Kusursuz düzeni, matematiksel uyumu, döngüleri ve yasaları, yaratılışın kendine özgü alfabesini oluşturur. Bir gökyüzü hareketi, bir hücrenin bölünmesi, bir atomun kararlılığı, bir suyun buhar olup göğe yükselmesi…
Farabi’ye göre akıl, insanın kalbine yerleştirilmiş ilahi bir yetenektir. İbn Sina’ya göre aklın vardığı her doğru, Allah’ın nurunun bir yansımasıdır. El-Birûnî’ye göre doğada gördüğümüz düzen, Allah’ın kudretini gösterir. Bu yüzden bilim onlar için kuru bir teknik faaliyet değil, bir tefekkür biçimidir.
Bir Müslüman bilim yaparken aslında şunu söyler: “Ben yaratılışı okuyorum.” Bir astronom göğe bakarken yıldızların ardındaki matematiksel düzeni, bir hekim insan bedenindeki ilahi ahengi, bir matematikçi sayıların ardındaki kusursuz dengeyi keşfetmeye çalışıyordu. Bilim, Hakikatin görünen yüzüydü; maneviyat ise hakikatin sezilen yüzü.
Biz bugün iki alanı birbirinden kopardık. Kalbi akıldan, maneviyatı bilimden, ruhu zihinden ayırdık. Oysa tasavvuf bize şunu hatırlatıyor: Evrenin kanunlarını anlamaya çalışırken kanunların ardındaki anlamı da hatırlamak gerekir. Hakikat tektir ama onu anlamanın yolları çoktur.
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

