DOYA DOYA SEVMEK Mİ YOKSA ACI ÇEKMEMEK Mİ?
Farkındalık

Doya doya sevmek mi yoksa acı çekmemek mi?

“Bir daha asla bir hayvana bağlanmayacağım, bir daha asla bu kadar sevmeyeceğim ve evime almayacağım başka hiçbir hayvanı” demiştim, 15 yaşındaki muhabbet kuşum Çıtır öldüğünde. Öyle bir acıydı ki hissettiğim, o gittikten sonraki 1 yıl boyunca hiçbir muhabbet kuşunun sesine dayanamaz olmuştum. Çıtır’ın fotoğraflarına bile bakamıyordum. Sadece acı hissediyordum. Acının içinde suçluluk da vardı öfke de vardı. Neden evlendikten sonra onu annemde bırakmıştım ki? Neden hasta gibiyken veterinere götürmemiştim, neden onu öyle görmeye dayanamayacağım için son anında yanında olan ben değildim? İhanet etmiştim Çıtır’a. Sonra neden bu kadar kısaydı hayvanların ömürleri? Neden sevip sevip kaybetmek zorundaydık?

Fark etmiştim ki Çıtır bana geldiğinde ben yalnızca 10 yaşımdaymışım, o gittiğinde 25. Birlikte büyümüşüz. Kardeşimmiş aslında Çıtır benim sanki. Ne acayipmiş. Henüz yeni evlenmiş, yeni bir yaşama adım atmıştım. İnsanlara kuşum öldü bile diyemiyordum, anlamıyorlardı. O sadece bir kuş değil, o başka bir şeydi diyordum. Anlamaya çalışıyorlar, boş gözlerle bakıyorlardı. Bense işe giderken sabahları serviste dışarıyı izlerdim ve camın hemen dışında onun yanımdan uçtuğunu hayal eder, yanımdan hiç ayrılmadığını kendime kanıtlamaya çalışırdım. Sonra, bir gün buluşacağız elbet, belki bir gün ben de ölürken gelir yanıma, beni karşılar, kavuşuruz diye avunurdum. Bir resim yapmıştım hatta. Adını da Cennetteki Çıtır koymuştum. Resimde, maviliğin içinde, bir ağacın dalında beni bekliyordu. Çıtır öldüğü dönemde, hayatımın eski versiyonu da ölmüştü eşzamanlı olarak aslında.

Yeni Bir Dost, Kırık Bir Kalp

Onu kaybettikten hemen sonraki yılbaşında iş arkadaşım bana bir sürpriz yapmış ve bana bir muhabbet kuşu getirmişti. Adı Jimmy’di. Jimmy’i görmek bana nasıl acı veriyordu, arkadaşım düşünememişti. Henüz çok erkendi bir hayvana kırık kalbimi açmam için ama yine de sevdim Jimmy’i. Fakat o hissedecek olacak ki hiç alışamadı bize. Hiç bağlanamadık birbirimize. Tüm çocukluğu kuş yetiştirerek geçirmiş ben, onunla bir türlü ortak bir dil kuramadım. Birkaç ay sonra ise istifa ettim o zaman çalıştığım işimden.

Haziran ayıydı ve işyerindeki son haftama girmiştim. Eşimle birlikte Silivri’ye onların yazlığına gittik o hafta sonu. Pazardan dönüyorduk ki ikimizin gözü aynı anda yerdeki minik gri tüylü topa takıldı. Bir elektrik direğinin altında, ayakta durmakta güçlük çeken minicik, pasaklı bir kedi. Aynı anda “O ne öyle!” dedik ve hemen aldık eve getirdik. İlk görüşte aşktı. Belli ki yalnızdı, bakımsız kalmıştı. Besledik, temizledik, sevdik. Sonra kara kara düşünmeye başladık. Şimdi ne olacaktı? Ben de eşim de korkmuştuk. Hiçbir kedi sahiplenme niyetimiz yoktu, ne yapacağımızı da bilmiyorduk fakat onu geri bırakamazdık. Çok küçüktü bu gri top, biz de önce bir veterinere götürdük, sonra da sabah uyanınca tekrar ne yapacağımızı düşünmeye karar verdik. Sabah oldu, kutusundan sallana sallana çıktı, o bize baktı ve biz ona baktık. Eşim, “Ben bırakamayacağım galiba” dedi ve sanki bu, benim tam da duymak istediğim şeydi. Deneyelim dedik ve tatilimizi yarıda kesip apar topar döndük. Artık bizimleydi küçük gri topumuz, adını Dante koymuştuk. Dante öyle bir zamanda gelmişti ki hayatıma, 1 hafta içinde uzunca evde olacağım ve hayatımı tamamen şekillendirecek çok uzun bir sürece girecektim, Dante ise hep yanımda olacaktı.

“Dante benim ruhumun vitaminiydi.”

Dante ile geçen günlerimizin ilk zamanında Jimmy de bizimleydi. Bir gün kafesinin altını değiştirirken kaçıverdi camdan Jimmy. Arkasına bile bakmadı. Çok ilginçti, üzücüydü ve bir o kadar da komikti. Dante ise hep yamacımdaydı. Aksi biriydi Dante, yetişkin bir adam gibiydi. Büyüdükçe karakteri iyice oturmuştu. Az yer, az miyavlar, teması da az severdi. Benimle olan temasları hariç. Aşıktık birbirimize. Bana uzun uzun bakarken yakalardım onu. Göz göze gelince önce gözlerini kaçırır, sonra bakmaya devam ederdi. Ben de ona bakardım. Böyle bir sevgiyi daha önce hiç tatmamıştım. Nasıl olur derdim, seni ben mi doğurdum? Bu nasıl bir sevgi? Ona güzel sözler söylerdim, o gözlerini kısarak cevap verirdi. Diyorum ya aşıktık birbirimize. Onun olduğu dönem hayatımın en zorlu dönemleriydi aynı zamanda. Kendi derinlerime daldığım, yaralarımı kanattığım, izole olduğum. Gerçek bir keşif zamanıydı benim için ve bu keşif benim için bayağı acılı olmuştu. Dante ise hep yanımda olurdu. Ağlarken dizimin dibinde beklerdi. Hastayken yatağın köşesinde nöbet tutardı. Üzgünken gelir kalbimin üzerine oturur, mırıldardı. Ruhumun vitamini derdim ona. Onu o kadar çok sevdikten sonra vejetaryen oldum ben. Herhangi bir hayvanı yeme düşüncesine tahammülüm kalmamıştı. Kalbim genişlemişti, duyarlılığım artmıştı. Şifamdı benim. Üstadımdı. Oğlumdu. Rehberimdi.

Neo’nun Gelişi

Dante 8 yaşlarındayken içimiz yavru kedi düşüncesiyle gıdıklanmaya başlamıştı eşimle. Sanki bir kedi daha olmalıydı, olsa mıydı? Olsa Dante kabul eder miydi? Öyle aksi ve hassastı ki. Biraz stres olsa hemencecik idrar yolları sorunu yaşardı. Göze alamadık o yüzden ikinci bir kediyi. Fakat hatırlıyorum, o zaman sosyal medyada sahiplendirilen bir kediye kalbim çok kaymıştı. Beyaz bir kediydi, kuyruğu ve kafasının bir kısmı siyahtı. Aşırı oyunbaz ve hareketliydi. Keşke böyle oyunbaz, sırnaşık bir kedi daha olsa diye geçirmiştim içimden, hatta eşime bile göstermiştim. Ama dedim ya emin olamıyorduk.

Derken bir gün binamızın önünde bir yavru gördüm. Kötü bir haldeydi. Cılız ve korkmuştu. Ağzı ve burnu kanıyordu. Hemen aldım ve veterinere götürdüm. Bu cılız yavru, tıpkı sosyal medyada gördüğüm kedi ile aynı renklerdeydi. 1 hafta veterinerde kaldı, toparladı ve denemek için eve getirdik. Getirince bağlandık tabii ki ve bir süre deneyelim dedik. Adı Neo oldu. Dante’nin tamamen zıttı bir karakterdi. Çok yiyen, çok miyavlayan, çok hareketli ve çok sosyal bir kediydi. Kalbimizi çalmıştı hemencecik. Ben ise bazı akşamlar Dante’ye bakıp ağlardım. Neo’yu severken ona ihanet ediyormuşum gibi hissederdim. İnsanlar 2 çocuğu olduğunda ne yapıyor derdim. Dante ise hiç sevmedi Neo’yu. Ona tahammül ediyordu ama yakınında istemiyordu.

Neo büyüdükçe Dante sanki geri çekilmeye başlamıştı. Daha çok yalnız vakit geçiriyordu artık. Zaten oldu olası severdi yalnızlığı ama bu başka bir çekilmeydi, sonradan anlamıştım. Bir gün kucağıma almak için uzandığımda değişik sesler çıkardı Dante ve hemen anladım bir şeylerin yanlış gittiğini. Fakat Dante veterinerden öyle nefret ediyordu ki götürmek istemedim. Eşim de ben de ikna ettik kendimizi. Yazdı, hava sıcak dedik, ondandır dedik ve akışına bıraktık. Eylül’de annemlerin yanına Akçay’a gittim ve döndüğümde Dante’yi kötü bir halde buldum. Ayakta durmakta güçlük çekiyordu. Veterinere gittiğimizde ciğerlerinin su topladığını öğrendik. Uzun ve bir türlü iyileşmeyen bir tedavi sürecine girmiştik. Dante, gözümün önünde eriyordu ve ben hiçbir şey yapamıyordum. Yaşadığım korkuyu, acıyı, pişmanlıkları anlatmam mümkün değil. 1,5 ay sonra gitmeye karar verdi Dante. Ne yaptıysam ne kadar şifa yöntemi uyguladıysam ne kadar ikna etmeye çalıştıysam işe yaramadı, gitmek istedi. Onun gidişi ile hayatımda başka bir versiyonun da eş zamanlı öldüğünü sonradan anladım.

Yasın Ardından Yeni Bir Dönem

Dante hayatımın en derin ve içe dönük dönemlerinde vardı. Meditasyonlar, ruhsal çalışmalar, kendini keşifler ile izole bir dönemdi bu dönem. Neo geldiğinde ise hayatıma neşeyi daha çok almaya başladığım, hayata bir oyun alanı gibi bakabildiğim bir zamandı. Neo’nun olma hali, güveni, oyunbazlığı, hapur hupur yemek yemeleri, sanki bana “artık yaşama” zamanı diyordu. Eğlenme zamanı. Ve gerçekten de öyle oldu. Dante’nin acısı beni yaktı kavurdu ama kendime dair, yaşama dair, eşime dair çok şey öğretti. Bu kadar sevdiğim ve sevildiğim için minnetle dolup taştım. Varlığı da yokluğu da armağandı benim için.

Geçen sene ise 11. evlilik yıldönümümüzde, bir dolunay günü Luna ile kesişti yollarımız. Özgür, cesur ve sırnaşık Luna’mız. Hayatımda, kendimi bildim bileli evime gelen tüm hayvanlar hep erkek olmuştu. Luna ise dişiydi. O geldiği dönemde, evdeki çiçekler bile çiçekleniyor, yavrular veriyordu. Luna da tam bunların üstüne gelmişti. Yine hayatımın başka bir dönemine girmiştim anlaşılan. Ve gerçekten de öyleymiş, şimdi görüyorum.

Yaklaşık 3 hafta önce ise bir minikle daha kesişti yollarımız Eminönü’nde. “Kadının biri bıraktı gitti” dedi başında duran kadın. Minik ise bağırıyordu, yanaşıyordu, ayakları çamur içindeydi. Çok fazla düşünmeden aldım onu. Ama aldığım andan beri biliyordum ki başka bir yuvası vardı onun ve ben sadece vesile olacaktım. Başkasının hayatına başka bir evrenin başladığını, eskisinin ise öldüğünü haber verecekti. Çok yakın, hatta ruh kardeşim dediğim arkadaşıma verdim miniği. Fakat yine de bağlandım bende kaldığı süre boyunca, yine âşık oldum. Artık kaybetmekten korkmak yerine, bu sevginin ve o anın tadını çıkarmayı öğrendiğimi fark ettim.

Küçük Bir Güneş Parçası Bulmak

Bu kadar çok şeyi neden anlattım biliyor musunuz?

İlk şunun için: Hayatımızdaki her şey gibi yolumuzun kesiştiği hayvanların da bizi, süreçlerimizi temsil ettiğini anladım tüm bu süreçte. Bu sembolik varlıkları, hayatıma giren hayvanlarda o kadar görünürmüş ki buradan geri bakınca çok iyi anlayabiliyorum. Çıtır çocukluğumdu, baba eviydi. O gittiğinde evli bir kadın olmuştum artık. Büyümek ve kendi yuvamı yaratmak zamanıydı. Dante, derin sularımdı. Rengi bile griydi. O varken bu sulara az dalmamıştım. Kendi gölgelerimle, hastalıklarla, kayıplarla çokça yüzleşmiş, en sonunda onun kaybı ile o süreci noktalamıştım. Neo ise neşeydi, oyunbazlıktı, dünyevi şeylerden zevk almaktı, bol bol ifade etmekti, saflıktı. Joy (neşe) koymuştum göbek adını o yüzden. Ne zaman eski alışkanlıklarıma ya da Dante’nin yasına düşsem, koşarak gider oyuncağını getirir, beni yaşamaya, her şeye rağmen oynamaya davet ederdi. Üstelik beyazdı Neo, gün gibi aydınlıktı. Luna geldiği dönemde ise kurduğum Gün Işığı Atölye’nin iyice tomurcuklandığı ve evliliğimizde de çok önemli bir eşiği atladığımız dönemdi. Dişillikti, bolluktu, kapsayıcılıktı ve koşulsuz sevgiydi Luna. Rengi turuncuydu, Güneş gibi, Gün Işığı Atölye gibi.

Diğer sebebi ise, verdiğim bireysel danışmanlıklarda o kadar çok gördüğüm bir şey ki bağlanma korkusu. Bağlanma, kaybetme, kendini kaybetme korkusu. Kalbim kırılır, acı çekerim korkusu. Şimdi geri dönüp bakıyorum da hayatımı ondan önce ve ondan sonra diye ikiye ayırabileceğim Dante’nin kaybının acısı yanında, onunla geçirdiğim dopdolu 8 sene var. 1 dakikasını bile değiştirmezdim onu kaybedeceğimi bilsem bile. Doya doya sevdim, doya doya öptüm. Şimdiki yavrularımı da öyle seviyorum, öyle öpüyorum. Ve eşimi de ve ailemi de ve arkadaşlarımı da hatta artık kendimi de… Onca kez kalbim kırıldı evet ama diğer tarafta yaşadığım o koca sevgi, beni büyüttü, kalbimi genişletti, beni daha da ben yaptı. Sonu ayrılık da olsa, acı da olsa denemeye değer. Öteki türlü ne anlamı var ki?

Bu yazıya, yıllar önce başlattığım “A Little Piece of Sun” adlı blogumda yayınladığım yazıların sonuna eklediğim veda cümlemle nokta koymak istedim: “Dilerim, yolunuzu aydınlatacak küçük güneşinizi bulduğunuz gün bugün olsun.”


©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

Aslıhan Aydoğan Büyükakgül
1988 yılında doğdu. 21 yaşında Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu. Çalışma hayatına özel sektörde başladıktan 5 sene sonra, istediğinin bu olmadığına karar verdi ve hayallerinin peşine düşmek için işinden ayrıldı. 27 yaşında oyunculuk dersleri almak adına çıktığı yol onu kendi özüne doğru olan yoluna da yönlendirdi. Bu süreçte birbirinden farklı birçok eğitim aldı. Bu eğitimler hem bilişsel bilgileri, hem mistik ilimleri içermekteydi. Şimdi ise oyunculuğun yanı sıra tüm bu deneyimleri esentezleyerek tasarladığı atölyeler, danışmanlıklar ile kişiler ile birebir çalışmalar yapıyor.