Duygularımıza bakmanın üç adımı: Duyum-His-Duygu
Farkındalık

Duygularımıza bakmanın üç adımı: Duyum-His-Duygu

Bir süredir nereye gitsem, hangi sohbet ortamına dâhil olsam mevcut şartlardan bir memnuniyetsizlik, gelecekle ilgili kaygı, özellikle ekonomik şartların getirdiği belirsizlik karşısında ne yapacağını bilmeme hali ile karşılaşıyorum. Belli ki duygular ve zihinler karışık.

Dost Can Deniz
Dost Can Deniz

Bu konu üzerinde düşünürken, Dost Can Deniz’in yakın zaman önce katıldığım “Koçlukta Duygularla Çalışmak” eğitimi geldi aklıma. Eğitim ne kadar koçlar için tasarlanmış olsa da aslında hislerin, duyguların ve bedenimizdeki duyumların dilini ve içerdikleri mesajları anlamak isteyen herkese uygun bir yapıdaydı. Ayrıca, ister profesyonel anlamda koçluk yapalım ister yapmayalım, yaşamın kendi akışı içinde farkındalığımızı yükselterek kendimize koçluk yapabiliyor olmanın bizi ileriye taşıdığını düşünüyorum.

  • Dışarıdaki bu değişken koşullarla birlikte yükselen duygularımızın esiri olmak veya onlara kendimizi kapatmak yerine onlarla doğrudan bir iletişim kursak,
  • Kararsız kaldığımız, ilerleyemediğimizi düşündüğümüz, sıkışıp kaldığımız yerlerde bizi buradan kurtaracak anlayışa götürecek bedensel ve duygusal farkındalık yollarını deneyimlesek,
  • Hislerin içindeki bilgeliğe ulaşsak kendimizi çok daha cesur ve huzurlu hissetmez miyiz?

Uluslararası Koçlar Federasyonu (ICF) tarafından dünyada az kişiye verilmiş MCC (Master Certified Coach) akreditasyonuna sahip tek Türk koç olan Dost Can Deniz, aynı zamanda hem Kalp Yolu Cem Şen Eğitim Sistemi eğitmenlerinden, hem de Gestalt Coaching Program kurucularından. 

Duygu, his ve duyular arasındaki farkları ve bunları tanımak hakkında bir fikir sahibi olmak isteyenleri; belirsizliğin karşısında ve zor durumlarda duygularla nasıl temasa geçebileceğini, duygularla temasa geçmenin karar verme üzerindeki etkilerini merak edenleri söyleşimizi okumaya davet ediyorum.

İçinde bulunduğumuz dönemde çevremdeki insanlarda belirsizlikten dolayı kaygı artışı, halinden memnuniyetsizlik, geleceğe karşı kaygı ve öfke artışı gözlemliyorum. Sanırım “Hepimiz yorgunuz,” desem pek de abartmış sayılmam. Bizi bu kadar yoran bu kaygı ve öfke duyguları ile nasıl temasa geçeceğiz? Zihinlerimiz dağınık ve düşüncelerimiz bize pek de dostça yaklaşmıyor.

Belirsizlik sadece bizim ülkemizde yaşanmıyor, bütün dünya politik olarak, iklimsel olarak, ekonomik olarak bir belirsizlik döneminde. Ayrıca, belirsizlik yeni keşfettiğimiz ya da icat ettiğimiz bir şey değil, her zaman vardı.  Şu anda sadece çok göz önünde. Şimdi söyleyeceklerimi herhangi bir politik görüşü öne sunmadan söyleyeceğim; çok yakın bir zaman önce bir seçim yaşadık. Seçim öncesinde bir grup insan büyük bir umutla değişimi bekledi. Sonunda bekledikleri değişim olmadı.  Aslına bakarsan istedikleri parti kazansa bir türlü kazanmasa bir türlüydü. Bu bizim hayat içinde kendimize kurduğumuz bir tuzak: İsteğim şey gerçekleştiğinde mutlu olacağım diyor ve buna derinden bir inançla sarılıyoruz. Benim istediğim parti seçimi kazanacak, çocuğum istediğim okula gidecek, istediğim parayı kazanacağım, durakta sıra beklemeyeceğim… Bütün bunlar beni mutlu, huzurlu edecek ve güvende tutacak; benim belirsiz hayatımı bir parça belirli kılacak.  Bu büyük bir YANLIŞ ANLAMA. Bunu okuyan herkes,

“Evet, bu çok saçma,” dese ve bunu anladığını düşünse bile yine de biz bunun doğru olduğunu sanıyoruz. Başından birkaç evlilik geçmiş insanların çoğu her seferinde, “Bu sefer olacak, bu doğru insan,” der. Ancak sen kendin “doğru insan” olmadığında, mutluluğunun sorumluluğunu bir başkasına bırakmayıp kendin ele almadığında kurduğun her ilişki hüsranla sonuçlanmaya mahkumdur. Ancak bunları yapmak, yine de ilişkinin başarılı olma ihtimalini arttırsa da garanti altına almaz. Burada anlamadığımız şey şu; duruma gerçekçi bakmadığımız, olayın bütününü, tarihsel ve zamansal döngüyü görmediğimiz, zamanı anlamadığımız için duygu ve düşüncelerin içinde kayboluyoruz. Zamanı anlamaktan kastım; her şeyin belli bir dönemi var, her şeyin iyi olduğu bir zaman ve daha sonra kötü olduğu ve sonra tekrar iyi olduğu dönemler var. Bu ilişkide de, ekonomide de, iş hayatında da aynı. Zaman döngüler halinde hareket ediyor.  Zamanın döngüler halinde olması da onu belirli kılmıyor çünkü döngüler de belirsiz.

Biz bu gerçeği, gözümüzün önündeki hakikati görmekte direndiğimiz, onu kabul etmek istemediğimiz için görmüyoruz. Neden? Çünkü kabul edersek, yüzleşmek zorunda kalacağımız bir takım duygular var:

Eski rutinimizi yürütemeyeceğiz. “Bu sefer doğru insanı bulacağım,” diyemeyeceğiz. İçinde bulunduğumuz durumun ve karşımızdaki insanla olan ilişkimizin sorumluluğunu yüzde yüz üstlenmek zorunda kalacağız.  Olanda ve ilişkide kendi payımıza bakacağız, ekonomik olarak beklentilerimizi gözden geçireceğiz. Belki hayallerimizle ilgili gerçekçi olmamız gerekecek ve bu bize bir takım yasları tutmayı getirecek. Belki hayal ettiğimiz o mükemmel evde oturamayacağız, mükemmel arabamız olmayacak, mükemmel çocuklarımız olmayacak…

Hepimiz bir gün Rock Star olacağımızı sanıyoruz ama olamayacağız.  Belki de bu yüzden Fight Club filmi çok sevildi: Hayatın en yalın gerçekliği ile ve hem içinde bulunduğumuz sistemin bizim iş birliğimizle bizi bundan nasıl uzak tuttuğumuzla yüzleşmek.

Buradaki en önemli soru şu: Duyguları neden bu kadar kuvvetli yaşıyoruz?

Gerçekten belirsizlik var ve hayatta kalma güdümüzün tetiklediği bir taraf da var. Bir başka neden de tutmadığımız yaslar; gerçekçi olmayan hayallerimizi bırakmamız ve onların yaslarını tutmamız gerekiyor. Bizim kafamızdaki dünya gerçek değil, çoğu zaman mümkün bile değil, gerçeklik neyse o. Gelecek sene sıcakların bir anda yetmiş derecelere çıkıp bütün dünya nüfusunu ortadan kaldırmayacağının bir garantisi yok. Hiç olmadı. Duygularla temas etmek ve zorlu duyguları yönetmeden önce kabul etmemiz gereken şey bu. Savaş sanatları hocam Erhan’ın dediği gibi “herhangi bir karşılaşmada hiçbir şeyin kendisini şaşırtmasına müsaade etmeyen kazanır”. Bundan elli sene önce de belirsizlik vardı, bugün de var, yarın da olacak. İstediğin olmayacak diye endişelenmek, istediğin olmadı diye şaşırmak gerçekçi değil. Gerçekçi olmayan beklenti ve arzulara tutundukça duygularımızı bilgece hareket edebilecek kadar yatıştırmamız mümkün olmayacak.

Bu entelektüel düzeyde anlaşılabilir bir şey ama çuvaldız insanın kendisine battığında kabul etmesi o kadar kolay olmuyor sanırım.

Evet. Biz şu anda belirsizlikle zorla yüzleşiyoruz. Bundan yıllar evvel, hatırlarsın, sürekli orada burada bombalar patlıyordu. Kendimi çok güvensiz hissetmiştim ki genelde temel güvenlik hissimi kaybetmem. O zaman şöyle bir yazı paylaşmıştım, tabii ki herkes için, ama öncelikle kendime yazdığım: Ne bekliyorsun ki? Annen ve baban kendilerini ne zaman güvende hissettiler? Bu ülkede ya da dünyada ilişkilerin istikrarlı olduğu bir zaman hiç oldu mu? Annen baban kaç ihtilal gördü, kaç savaş yaşadı büyüklerin. Geriye doğru gittiğinde olayların belirli ve istikrarlı olduğu hiçbir dönem yok.

Yani “niye şaşırıyorsun!”. Başka türlü bir şey nasıl ve neye dayanarak bekleyebilirsin ki! Belki de bizler geçmişe göre en istikrarlı dönemde yaşıyoruz. Şu andaki ekonomik ve politik zorluklar büyük bir ihtimalle bu söyleşiyi okuyanların yaşamlarında, hayat stillerinde korktukları kadar büyük bir değişim yaratmayacak. Muhtemelen, korktuğumuz şey başımıza hiç korktuğumuz gibi gelmeyecek ama bu bizim belirsizlik karşısındaki tepkiselliğimizi, korkumuzu, duygulardan kaçma eğilimimizi ortadan kaldırmıyor. Bu duygularla nasıl temas edeceğiz?

Satre şunu demiş, Hz. Muhammed böyle demiş, Buddha şöyle söylemiş demek güzel ama bunlar ancak o anlamını kendi deneyiminde gördüğünde gerçekten anlayabileceğin, idrak edebileceğin cümleler.

“Bir dakika, ben burada bu olayı yanlış tarafından tutuyorum. Burada bir saçmalık, bir yanlış anlama var,” dediğimiz ve hakikatin kendisi ile temas ettiğimiz anda duygularla temasın da kendiliğinden başlama ihtimali doğuyor. İhtimal diyorum çünkü bunu da çok kognitif bir süreçten yapma eğilimimizin olduğu da bir gerçek. Seninle ben Dharma öğrencileriyiz, bazıları Dharma’yı o kadar düşünsel bir yerden alıyorlar ki Dharma’yı varoluşsal acılarıyla temas etmemek için durumu rasyonalize etmek için kullanabiliyorlar. Buna “ruhsal yandan dolaşma” deniyor, spiritual bypassing. Ancak bizim bu yolda ilerlemek için yapmamız gereken hangi olguyla karşı karşıyaysak, buna zorlu duygular da dahil, onunla doğrudan yüzleşmek, onun gerçeği ile, ve hakikati ile buluşmak.

Duygularla temas konusuna doğrudan yanıt vermediğimi farkındayım çünkü doğrudan ve teknik olarak yanıt vermek yine aynı şey olurdu. Yanlış anlamalarımızı görmeyi, sorumluluklarımızın farkında olmayı konuşmadan sadece kognitif ve rasyonalize edilmiş bilgiyi paylaşmak olacaktı. Satre şunu demiş, Hz. Muhammed böyle demiş, Buddha şöyle söylemiş demek güzel ama bunlar ancak o anlamını kendi deneyiminde gördüğünde gerçekten anlayabileceğin, idrak edebileceğin cümleler.

İster alkol kullan ister politikacılara öfkelen, ister kendini alışveriş ile uyuştur, ister aktivist ol, ister Dharma ya da Tasavvuf öğrencisi ol, acıdan kaçmak mümkün değil. Sonuç değişmiyor.

Anlayış oturmadığında, bilgi sadece entelektüel düzeyde kaldığında çok daha acı verici olabiliyor.

Bizim bütün yaptığımız kaçınılmaz olan acıdan kaçınmaya çalışmak aslında. Acının kendisi ve kaynağı ile ilgili bilgiye ulaşma arzumuz da yine acıdan kurtulma arzumuzdan geliyor ama bunu yaptığımızda acı geçmiyor. İster alkol kullan ister politikacılara öfkelen, ister kendini alışveriş ile uyuştur, ister aktivist ol, ister Dharma ya da Tasavvuf öğrencisi ol, acıdan kaçmak mümkün değil. Sonuç değişmiyor.

“Namusunla çekmeye razı olmadığın sürece acı ıstıraba dönüşür,” der sevgili hocamız Cem Şen. Acı seçmeli, ıstırap kendi yarattığımız bir şeydir. Belirsizlik var. Bu kadar. Bu acı olabilir ama onu ıstıraba çevirmek bizim seçimimiz. Şu anda seninle konuşuyoruz ama bir dakika sonra ne olacağı hakkında en ufak bir fikrimiz yok. Bunu kognitif olarak söylüyoruz ama gerçekten idrak ettiğimizde yaşantımız, olaylara yaklaşımımız değişiyor.  Şu anda öfkeyi, kaygıyı, duygularla temas etmeyi konuşurken aslında onlardan kurtulmayı ve onlardan kaçabilmeyi konuşuyoruz. İstiyoruz ki bu tekniklerle onlara bir dokunalım ve yok olsunlar.

Belirsizlikle karşılaşınca herkes korkar, kayıpla karşılaşınca herkes üzülür; burada garip bir şey yok, ama bunun acısından kaçmaya çalışmanın yarattığı ıstırap çok daha büyük, çok daha uzun süreli ve çok daha yıkıcı. “Duygularımıza doğru dönmek” diyorum ben buna. Ancak, bunu bir sonuç beklentisi ve bu beklentine uygun bir şekilde, “Buraya bir dokunayım da geçsin ve bir daha bu acıyı hissetmeyeyim ya da her acı hissettiğimde dokunayım ve rahatlayayım,” taktiği ile yaparsan o zaman işlemez. İçerideki o duyguyu yaratan ben, yani benim zihnim, en az benim kadar zeki ve benim her düşündüğümü benden bir saniye önce biliyor. O nedenle içerideki mekanizma bunu yemiyor. Yemediğinde biz kendimize “o acı geçmiş” gibi sanrı yaratıyoruz. 

Bu çerçevede yapılacak olan şey, dürüstçe, kimseyi kandırmaya çalışmadan ve hiçbir şey beklemeden duyguya doğru dönmek. Dön ve bak, onunla temas et; bir beklentin olmadan, sonuç beklemeden temas etmeye müsaade et. Yaralı bir kuşa, ağlayan bir çocuğa yaklaşır gibi. Hiçbir beklentin olmadan ağlayan bir çocuğun yanında nasıl durursun?

Bir hayvan sever olarak sen de biliyorsundur, bir kediyi ayakta çağırırsan gelmez ama diz çöktüğünde yanına gelir. Çocuklar da öyle. Benim 3.5 yaşındaki kızım tantrum (öfke nöbeti) halindeyken ona yukarıdan bir şeyler söylediğimde pek etkisi olmuyor, ama diz çöküp beklediğimde belki bir süre bağırıp çağırıyor ama sonra kendiliğinden kucağıma geliyor ya da sırtımdan gelip sarılıyor… Duygular da böyle. Duygulara beklentisizce yaklaştığında onlar da sana açılıyor. Ama duygular açılsın diye baktığında, o duygular sana açılmıyor; “Senin burada benden kurtulmak gibi bir niyetin var, ben bir yere gitmiyorum,” diyorlar.

Duygular neyse odur. Aslında dış koşullara sinir sistemimizin verdiği tepki setinin bir parçasıdır ve de çok evrimsel bir amaçları vardır: Bu sistemin, yani bedenimizin devamlılığını sağlamak. Şimdi detayına girmeyeceğim ama Sinan Canan bunu çok güzel anlatıyor. Bunun böyle olduğunu bilerek, değersizleştirmeden ama gerektiğinden fazla da yüceltmeden yaklaştığında duygular, çoğu zaman, kendilerini açıyorlar. Duyguların raf ömrünün 90 saniye olduğunu söylerler; onlara dokunur, onlarla temas edersen duygular başka bir şeye dönüşüyorlar. Mesela öfkeni sahiplendiğinde çoğu zaman arkasından endişe veya hayal kırıklığı çıkıyor. Bununla kaldığında belki hüzne dönüşüyor. Ona alan verirsen içinde saklı neşeyi buluyorsun. Ama sen onlara direnirsen, görmezden gelirsen, bir ömür boyu da seninle beraber ıstırap şeklinde de takılabilirler.

Doğru düşünsel bir çerçeveyle yaklaştığında duygular çok da sorun değil. Ancak, sen duyguna dokundun diye hemen bir dönüşüm de olmuyor, bunun için bir anlayışa ihtiyaç var: Ne oluyor, neden tepki veriyorsun, aslında orada olan ne…?  Seninle ve çevre arasındaki tetikleyicinin ne olduğu hakkında bir bilgi ediniyorsun.

Duyguya dokunduğunda, onunla temas ettiğinde kaygın ya da öfken dönüştü diye içinde bulunduğun durum hala belirsiz. Hala istemediğin şeyler var. Hala memnuniyetsizlik yaşıyor olabilirsin. O konuda çalışmaya devam etmek mutlaka gerekiyor. Bu belirsizlikle temas ettiğin her seferinde, belki bu sefer biraz daha farklı şekilde, ama buna benzer duyguların gelmesi de mümkün. Bir kere duyguna dokundun diye aydınlanmak diye bir şey yok.

‘Duyguya bakmak’ tanımını biraz açar mısınız? Bu ifadeyi ilk defa duyan ya da duymuş ama nasıl yapacağını bilemeyenler için bir fikir verir misiniz?

Duygu diyoruz, duyguyu konuşuyoruz ama hangi duygudan ve ne tip bir şeyden bahsediyoruz? Maalesef dilimizden bu tanımlamalar biraz kısıtlı. İngilizce’de kullandığımız ve birbirinden ayrışan üç farklı şey var: Sensation, feeling ve emotion.

Sensation, sense’ten yani duyudan gelen bir şey; duyum. Bedenimizde hissettiğimiz fiziksel duyumlamalar.

Feeling, ki ben buna “his” diyorum; aslında Türkçe’de his, duygunun Arapçası. Ben “his” ve “duygu”yu ayrıştırıyorum. Duyguya da “emotion” diyorum.

Ben burada konuşurken bir haz duyuyorum. Bunun bedenimde bir yansıması var, bedenimde spesifik bir yerde, göğsümde hoş bir duyum, bir felt sense’in farkındayım. Buna baktığımda “keyifli hissediyorum” diyebilirim, “mutlu” hissediyorum diyebilirim. Bunlar hislerim. Hisler şimdi ve buradadır, o anla alakalı, içinde bulunduğum durumla alakalı bana bilgi verir.

Emotion ise, geçmişle alakalıdır. Sen birisi seni eleştirdiğinde, çocukluğun boyunca seni eleştiren anneni ya da babanı hatırlayıp bir tepki veriyorsan, bu feeling ya da sensation değildir. Bu emotiondır ve çoğu zaman o anda yaşadığın durumla orantılı değildir. Belki karşındaki insan aslında sana çok haklı bir geri bildirimde bulunuyor… Ancak çocukluğun boyunca yaşadığın yaralayıcı bir duruma uzaktan benzediği için o eleştiriyi aldığın anda, senin sinir sitemin o duyguya karşı zamanında kendini korumak ve hayatta kalmak için ne yapmışsa onun aynısını yapıyor.  Bunun şu anki durumla ile çoğu zaman bir alakası yok.

Peki emotion’a kapılmazsan, duyguların selini durdurabilirsen, o zaman neyle kalırız elimizde? Şimdi burada ne varsa onunla: Belki bunu duymak sende üzüntü yarattı, “Üzüldüm,” diyebilirsin; bu feelingdir, histir. Şu anda bu duyduğun karşısında içinde oluşan tepkidir ve şimdiye aittir. “Bunu duyduğuma üzüldüm, hayal kırıklığına uğradım.” Dikkat ederseniz bu ifadelerde bir sahip çıkma var, ben üzüldüm var.

Ancak “Sen nasıl bana böyle bir şey söylersin,” dediğinde ve öfkelendiğinde ise bu emotion, duygudur. Şimdiyle alakalı değildir, geçmişin olmakta olana yansıması, onu bozmasıdır.

Onun için, duygu dediğimizde neden bahsettiğimizi bilmek önemli. Neyle çalışacağımıza, neyle temas edeceğimize bakarken belki de göreceğiz ki üçü ile birlikte çalışmamız gerekecek.

İnsan hayal kırıklığı ya da korkuyla temas edemediği için onun yerine öfkelenmeyi tercih ediyor.

Daha çabuk harekete geçebilmek ve kaçabilmek için belki?

Aynen öyle. Durumun gerçekliğiyle karşılaşmamak için. Belki de gerçekçi olmayan bir beklentim var: İnsanların hepsi beni sevsin, her şey benim kontrolüm altında olsun gibi. Bunlar hiç gerçekçi değil. Her şeyi kontrol edemezsin. İşler senin istediğin gibi gitmediğinde öfke yerine hayal kırıklığı ile temas edersen ve yeterince orada kalabilirsen, o sana bilgece şunu der: “Kontrol etmenin zaten imkânı yok. Bu belirsizlik.” Öfke ise seni sorumluluktan uzaklaştırır; “Onun yüzünden, bu kadın yüzünden, hep bu adam yüzünden, ekonomi yüzünden, hükümet yüzünden…”

Burada dikkat hep dışarıda. İçeride olanın üstüne basıp geçilmiş gibi.

Evet, tam da öyle. Öfke dışarıya olduğu gibi içeriye de dönebiliyor. Bu sefer şunlar başlıyor: “Allah beni kahretsin. Ben yapamadım. Kontrol edemedim…” Sen durup gerçekten duyguya bakarsan o zaman emotion’ı fark edebilirsin.

“Bir dakika, burada öfke var” diyebilirsin.

“Burada öfke var” ile “Öfkeliyim” çok farklı hissettiren iki ifade. Sanırım bunun altının çizilmesi önemli.

Buradaki en önemli şey, o öfkeyle kendimizi ne kadar kimliklendirdiğimiz. Öfke bizi ele geçiriyor, tüm dikkatimizi, zihnimizi, benliğimizi kaplıyor. Yapmamız gereken birinci şey bu öfke ile kendim arasına bir mesafe koyabilmek, ondan ayrışabilmek. Bunun için de onun nasıl doğduğunun, nasıl hareket ettiğinin ve nasıl geçtiğinin farkında olmam lazım. Bunu da ancak bedenimizde fark ediyoruz, çünkü öfke veya herhangi bir başka duygu, tek başına zihinsel bir fenomen değil ki, bedenimizde tezahür ediyor. Fiziksel olarak, sensation olarak hissediyoruz ve tabii ki kas ve sinir sistemimizde de etkilere neden oluyor. Bu olmaya başladığında fark edebilirsek, o zaman bir fırsatımız var. O zaman nefes alabilir, o öfkenin peşinden gitmek isteyen, onun içinde kaybolmak isteyen zihnimi durdurabilir, kendimi ayrıştırabilir ve bu farkındalıkla “içeride bir öfke var” diyebilirim.

Bunu yapabildiğimde, yani ben ve öfke ayrışabildiğinde o zaman öfkeye bakabilir, ona farkındalık getirebilir, onu anlayabilir hale geliyoruz. Öfkeyle aynı şey olduğumuzda onunla temas edemeyiz; iki aynı şey birbirine temas edemez.

“Burada öfke var,” dedikten sonra onunla direkt temas etmek zor olduğunda duyumları kullanmak iyi bir fikir: Nerende hissediyorsun? Gözlerimden alev çıkıyor ya da kulaklarım yanıyor gibi… Buna biraz alan verebilir ve bununla biraz kalabilir miyiz?

Geçmişimizle ilgili temizlik yapmayı amaçlayan bazı çalışmalarda öfkemize şiddet içeren bir biçimde alan vermek, örneğin yastıklara vurarak boşaltmak gibi uygulamalar yaparız. Bunca yıl kendimle ve başkaları ile çalışmamdan şunu öğrendim. Bu şekilde kendini tüketerek ve o adrenalin boşalması ile oluşan efori duygusu ile sanki rahatlamışsın gibi hissetsen bile, öfkeye yaklaşırken eğer odada farkındalık da yoksa, yani kendini o öfke içinde kaybediyorsan, bir şey değişmiyor. Değişim ancak farkındalıkla, doğru anlayışla gerçekleşiyor. Öfkenin içinde kaybolduysan, “öfke olduysan”, bu kendini tekrar travmatize etmekten başka işe yaramıyor. Onun için azar azar, sıcak bir sobaya dokunup elini çeker gibi, kaynaklar oluşturarak ilerlemek lazım bu tip zorlu duygularla çalışırken… Üzüntü de diğer güçlü duygular da böyle.

Büyük kayıplarda, yasta üzüntüde çok güçlü olabiliyor.

Evet. Hafifçe dokunup çek elini. Fazla geldiğinde teması kes, tekrar kaynaklarınla temas et, zeminine gel. Sonra biraz daha bilgi almak için, biraz daha anlamak için tekrar temas et. Bunu yaptığında, o duyguyla bu şekilde, nazik, kendine şefkat içeren, saygı içeren bir şekilde temas kurduğunda o zorlu duygular, öfke ya da üzüntü dönüşmeye başlıyor. Fark ediyorsun ki yaşadığın şey aslında öfke değil. Yani sadece öfke değil. Ardında hayal kırklığı ya da korku ya da endişe var. Bunlar birincil duyguların. Öfke bu duygularla ve bu duyguların nedenleri ile başa çıkma stratejin.

Şöyle bir genelleme sanırım yapabiliriz: Eğer öfke varsa, muhtemelen bir acı vardır, acı varsa çoğu zaman öfkeye dönüşür. O acı da ya geçmişin acısıdır ya da geleceğe projekte ettiğimiz bir acının korkusudur.

“Ben öfkeli değilim, sadece hayal kırıklığına uğradım,” dediğin noktada biraz kalabilir ve onu bedende nerede hissettiğine bakabilirsin. Orayla kaldıkça ve fiziksel teması sürdürdükçe onun arkasındaki gerçekliğe doğru ilerleyebilirsin:

“Bu hayal kırıklığının içinde her şeyin istediğim gibi olmasını istemem var ve bu hiç gerçekçi değil. Bu gerçekliği biliyordum ama kendimden sakladım,”  dediğinde her şey dönüşmeye başlıyor. Bu illa ki bir rahatlama olmayabilir, bir hüzne de dönüşebilir.

Beden iyi bir araç. Bedendeki duyumlar iyi bir araç.

Bazen kendini normalde olmadığın kadar zihinde bulabilirsin. Ben bunu çok yaşarım. Bedenime girip baktığımda görürüm ki çevremde üzücü, çözümü olmayan konular yoğunlaştığında ben bunları hissetmemek için kendimi tamamen zihnime, yukarı almışım. Onun içine girmeye müsaade ettiğinde, buna cesaret ettiğinde çözülüyor. O zaman daha canlı, daha becerikli, durumlara cevap verebilmek için daha gerçekçi ve kaynaklı olabiliyoruz.

Gerçekçi olmakla duyarsız olmak da karıştırılabiliyor kimi zaman.

Ben uzun zamandır koçluk yapıyorum. Bazı danışanların duyguları ile hiç temasları olmadığına şahit oluyorum. Duygularından öyle korkuyorlar ki kendilerini duygularından koparıyorlar. Duygusuz oldukları için değil aslında, duyguları çok güçlü olduğu için onlarla temaslarını kesiyor bu insanlar. Biz aslında duygulara temas ettikçe daha akıllı oluyoruz, yoksa duygularla karar veremeyiz.

Duygulardan tamamen kopuk ve tamamen mantıktan işleyen insanların da kararlarında ve yaşamlarında çok zorlandıklarını gördüm, görüyorum.

Aslında o insan bunu yaparken de bir duyguyla hareket ediyor. Muhtemelen yoğun duygularıyla nasıl baş edebileceğini bilmediği için geliştirilmiş adaptif bir strateji olabiliyor bu duygularla temas etmeme hali. Zihnin dünyası daha düzenlidir, duyguların dünyası ile kaotik. Bu kaosla başa çıkmamak için bulduğumuz gayet de inovatif stratejiler bunlar. Duygularına temas etmek riskli olduğundan kişi burayı kapatır, bu da aslında duygusal bir karardır. Çünkü o duygulara dokunmak riskli diye, sadece zihinden yol almaya çalışmak bir çeşit endişe ve korkuyla karar vermektir.

Bazen şöyle şeyler yaşarız. Bir kişiyi işe alırız ya da bir ilişkinin içine gireriz. İlk başta her şey yolundadır ama bir süre sonra biter ve “Aslında ben biliyordum yürümeyeceğini,” deriz. Aslında işe aldığın o adamın iyi olmadığını biliyorsundur ama üç aydır eleman aradığın, bulamadığın ve o anda adama ihtiyacın olduğu için işe almışsındır. İçeride bir tehlike çanı çalsa da o zaman için karşında kişinin bir şeyi cazip gelmiş ve hayatına almışsındır. Kendine itiraf etmesen de aslında aradığın elemanın o kişi olmadığını bilirsin, aradığın kadının ya da adamın o kadın ya da adam olmadığını bilirsin. Ama yine de bunu dileyerek, öyleymiş gibi davranarak, yeterince çaba göstererek “the one”a dönüşmelerini umarsın. Ve mutlak suretle hayal kırıklığına uğrarsın. Aslında gerçeklerle yüzleşip o işe hiç girmesen, hatta canın istiyorsa yine girip kendine dürüst davransan, mesela “Ben bu kadın ya da adamla bir süre birlikte olayım, tadını çıkarayım,” desen belki her şey daha kolay olacak.

Aslında alarm zilleri çaldığında hem “Bir dakika burada dikkat edeyim,” demek ve aynı zamanda devam etmek kolay değil. Bu yüzden bu bilgiyi, burada işlemeyen bir şey var bilgisini kendimizden saklıyoruz, rasyonalize ediyoruz, hikayeler anlatıyoruz. Kognitif olarak kendimizden sakladığımız bu bilgi bizim bedenimizde his olarak ortaya çıkıyor. İşte o his bize daha sonra, “Ben aslında biliyordum,” dedirtiyor.

Bazıları da hislere çok fazla önem veriyor, ancak içinde anlayış olmayınca bu da eksik kalabiliyor. Bir durumla ilgili içimde olumsuz bir his varsa, belki de o durumda yapacağım şeyi yapmaktan vazgeçmek ya da uzak durmak yerine o hissin içine girmeye izin versem orada beni asıl rahatsız, huzursuz hissettiren şeyi görebilirim. Belki bu sayede yeni bir çözüm bulabilirim. Hatta kendimle ilgili bir şey öğrenebilirim. Böyle bir durum oluştuğunda durup kendimize şunu sorabiliriz: “Burada beni rahatsız eden şey ne?”

Bütün bu değerlendirmeleri hesaba kattığımızda belki her zaman doğru karar vermiyoruz ama daha etraflı değerlendirilmiş bir karar veriyoruz.

Daha gerçekçi, daha berrak kararlar olarak geliyor kulağa.

Karar vermeden duygular önemlidir ama kognitif süreçler de önemlidir. Önemli olan şey gerçek ve neyi dışarıda bıraktığımızdır.

Aslında duygular gerçeği görmenin bir aracı diyebiliriz, değil mi?

Mutlaka. Ama burada diğer uca gidip duyguya –özellikle emotiona- yönetimi vermek bir felaket olur. Çoğu bastırılmış duyguyla temas etmeye başlayan kişisel gelişim yolcularının en başta yaptığı problemlerden biri de budur. Bu sefer diğer uca gidip, sadece kendi duyguları için yaşamaya karar verip, başkalarına zarar verebilirler. Gereksiz yere temel kontratları bozan ilişkilerin içine girebilir, finansal ya da fiziksel gereksiz riskler alabilirler. Bu da değil. Uyanık ve farkında olmak gerek. Eğer sen sonunda gidip o duyguyu tatmin etmek için yapıyorsan, konuşmanın başında gittiğimiz; “Bunu yaparsam bu sefer mutlu olacağım,” tuzağından farklı bir tuzakta değilsin.

Duyguları kral yapamayız.

İki uca dikkat etmek gerek: Duygulardan tamamen kopuk yaşamak ve duyguların her şey olduğunu sanmak. İkisi de doğru değil. Olanı orta yoldan görmek gerekiyor. Duygularımıza doğru dönmek, onlarla namusumuzla yüzleşmek ve onları doğru yerlerine koymak, ne yola gidiyorsak o yolda daha akılcı bir şekilde yürümeye devam etmek.

Buda zihni, Buda kalbi

Kalp ve zihin birbirinden ayrılmaz. Zihni arındırmak gerekiyor. Mental süreçleri ve duygusal süreçleri arındırmak gerekiyor.


©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

ozlem-cetinkaya
Yaşam gözlemcisi olma yolunda bir yolcu. Yolculuğun her anında farkındalıkla deneyimin içinde kalabilmek, kalbini uyandırmak adına kullandığı araçlarını diğerleri ile paylaşmaya gönül vermiş bir elçi. Jaadoo İyi Yaşam markasının kurucusu. Yazar, yazar koçu, farkındalık ve şefkat eğitmeni.