F.R.İ.E.N.D.S, VİKİNGLER VE LOST TERAPİSİ
Farkındalık

F.r.i.e.n.d.s, Vikingler ve Lost Terapisi

Don’t waste your time looking back you are not going that way’ meali ‘hayatını geriye bakarak harcama, o yöne gitmiyorsun.”

Ragnar Lothbrook, efsanevi, Viking Kralı.

Bütün yaz akşamlarımı dışarı çıkmadığım zamanlarda -ki bu epey zaman ediyor- seri diziler seyrederek geçirdim. Viking Valhalla ardından Vikingler, ardından Lost -evet 20 yıl önce izlememiştim- sonra The Last Kingdom ve yeniden Outlander… 29 dereceden tam açı yapan Balık burcundaki Neptün, -ki kendisi hayaller, kaçışlar, yaratıcılık, sisler, belirsizlik, sinema, masallar, rüyalar aynı zamanda aldanma ve hayal kırıklıklarından sorumludur- güneşime tam kare atıp beni tuhaf bir uyuşukluğun beşiğinde tıngır mıngır sallarken ve zamanın efendisi, karmanın Lordu Satürn yine Balık’ta haritamın tümünün üzerinde karma davulunu ağır ağır çalar ve hayatın dikenli taşlı yollarını önüme çıkarırken, enerjinin dengesi gereği bu kaçış gerekliydi bence…Kaçtımmmmmm!

Gün olur meditasyon yapamazsın, yeni yerlere gidemezsin, sağlıklı beslenemez, dengede durmazsın, var olmanın dayanılmaz hafifliğinden uzağa düşmüşsündür- ya da ben yapamayanlardanım- o zaman Neptün’ü devreye sokar, yeni hülya, rüya, sinema türünde kaçış alanları yaratarak yeni bir gerçekliğe ve atılımlara kadar başka dünyalara kaçarsın. Bana da başka yüzyıllara, medeniyetlere, dünyalara kaçma olanağı sundu kendisi. Aldım kabul ettim. Vikingler’e, İskoçlar’a, Lost’a kaçmak çok iyi geldi. Neptün’ün Venüs’ün, yani aynı zamanda sanatın daha yüksek formunu özellikle de sinemayı sembolize ettiğini söylemiş miydim?

Instagramdaki kimliğime bakarsanız orada rüya avcısı ve hikâye anlatıcısı yazarım. Kendime bunu uygun gördüm. İllâ bir tanım gerekirse çocukluktan beri zaten bir Neptünyen’im. Neptün, kendi yönettiği Balık burcundaki transit serüvenine yakında veda etmeye hazırlanıyor. Kendisi bu süreçte spritüel çalışmaları da patlattı. Hepimiz bundan misliyle payımızı aldık. Bundan önceki 1800’lerin sonundaki Balık burcu transitinde gene dünyayı spritüelliğe boyamış, öyle ki Marxizmin kurucularından Friedrich Engels bile o zaman dönemin moda akımı istiptizma seanslarına katılmıştı. Madam Blavatsky dönemin yıldızıydı, Victor Hugo Sefiller’i yazmış üstüne Komunist Manifesto kaleme alınmıştı. Neyse konumuza dönelim…

F.R.I.E.N.D.S, BÜYÜK KEDİLER VE ARISTOTALES

Şahsi tarihim açısından, bundan 18-20 yıl öncesinde gidersek benzer bir dönem yaşamıştım.  O dönemden geçerken elimde üç büyük silah vardı: Harry Potter kitapları, Aslan kaplan belgeselleri ve en önemlisi, tüm zamanların en önemli, fenomen komedi dizisi 10 sezonluk Friends.Tehlike anında camı kırıp hemen çıkarmıştım onları. Ve o zaman Friends’i ne büyük lütuftur ki, şimdi Lost’ta olduğu gibi ilk izleyişimdi, 10 sezonu çekirdek çitleyerek bir haftada bitirdim ve Harry Potter’ları okudum ve bol bol aslan kaplan belgeselleri izledim. Aslan- kaplan belgeselleri insanda çok sakinleştirici bir etki yapıyor; vahşi güzelliği ve doğa yasalarını, doğadaki hiyerarşiyi, hatta aile bağlarını göstererek modern yaşam anksiyetesinden çıkarıp seni kadim bir yaşam bilgeliğine götürüyor.  Ayrıca her zaman kedi iyileştirir, hele büyük kediler.

Antik Yunan tragedyalarında “katarsis” diye bir kavram vardır, bu kavram seyircinin tragedyaları izlerken yaşadığı ruh dönüşümüne verilen ad. İsim babası Aristoteles. Aristoteles, Poetica adlı eserinde, trajedinin seyirci gözündeki etkisini anlatır, ruhun hem özgünlüğüne hem tarafsızlığına kavuşturulmasını simgeleyen katarsis özünde başkalaşmayı, hatta bunu için bazen boyut değiştirmeyi (astral olarak) gösterir. Psikanalizde bilinçdışına itilmiş duyguların yaşanıp, boşalım olanağına kavuşturularak, kişinin patojen yani hastalıklı duygulardan ve nevrotik belirtilerden kurtulması tragedyalardaki katarsis duygusuyla sağlanır. Antik Yunan’da bir tür “ruh dönüşümü” olarak kabul edilen katarsis, ruhun kötülüklerden arındırılması anlamına gelir. Aristo, tiyatronun “insana kendisini dışardan gösterdiğini” vurgular. Bu özelliği, tiyatronun insanın arzulardan arınmasını sağladığını ve bunun da bir tür ruh dönüşümüne hizmet ettiğini söyler.

Evet tiyatro bunu yapar ama bugünün bir anlamda tiyatrosu olan diziler de pekâla bu katarsisi yapıyor, Aristo bence bugün yaşasaydı kesinlikle Lost izlerdi. Çünkü ona göre tragedya acıma ve korku duyguları uyandırarak kişiyi bu duygulardan saflaştırır. Onları izlerken içimizdeki karanlık gölgeler ortaya çıkar kendilerini gösterir, gözyaşları eşliğinde yerlerine giderler.

” İnsanın sonsuzlukla bağı hep sürecek.”

İşte ben de yerine göre comedia, mesela F.r.i.e.n.d.s yerine göre tragedya mesela Vikingler izleyerek orta yollu bir katarsis yarattım kendime. Geçmişteki o F.r.ie.n.d.s’li dönemimde bir çırpıda 10 sezonu bitirip üzerine, tüm Harry Potter serilerini okuyunca hızlandırılmış terapiye girip, ‘bir depresyon savar olarak Friends dizisi’ adlı bir yazı yazmıştım o zaman çalıştığım gazetede.  Ve yenilenerek hayata karışmıştım.  Baştan söyleyelim, Friends öyle böyle bir dizi değil, Beethoween’nin Ay Işığı Sonatı ile Mozart’ın Küçük Bir Gece Müziği ile yarışır, zarfa değil mazrufa bak. O kadar etkili bir seri. Tüm dünyada bitmeyen fanatikleri ile 22. Yüzyılda bile geçerli bir klasik olacak kanımca. Teknoloji ve manzara değişse de Kızıl Goncalar dizisinde, Cüneyd’in dediği gibi “insanın sonsuzlukla bağı hep sürecek” zira. Sanat da bu bağın iplerinden biri. İnsan olma deneyimini kurcalıyor.

İNSANLARI İYİLEŞTİREN SİHİRLİ DOKUNUŞ

Friends’de en sevdiğim, hatta âşık olduğum karakter Chandler Bing’i oynayan canım Matthew Perry geçen sene beklenmedik bir şekilde ölünce, şimdilik bir Friends yası da sürdürüyorum. Elim gitmiyor. Oysa ne zaman canım sıkılsa hemen açar, birkaç bölüm ağrı kesici niyetine izledikten sonra, ruhuma bir su yürür, kendimi canlı hisseder işe güce koyulmaya başlardım. Ve fakat hissediyorum ki, bir süre sonra yeniden dönebileceğim onun kucağına.  Aradan geçen zamana rağmen bu dizide “magic touch” yani sihirli dokunuş diye bir şey var. Altı arkadaşın birbiriyle girift, neşeli, büyüme dersleriyle dolu, sadık ve komik ilişkisi her daim o büyüyü taşıyor.  Acayip komik bir dizi olmasının altında, her karakterin gölge yanlarının, mizahi bir şekilde yansıtılması dizinin asıl büyüsü. Onlar karton karakter değil, onlar içimizden birileri. Arada birbirleri hakkında dedikodu yapabiliyorlar, bencil olabiliyorlar ama daima birbirlerinin yanında olmayı ve sevmeyi başarıyorlar. Gerçekten diziyi izlerken hem kendinden parçalar buluyor hem aşk ve arkadaşlık üzerine katarsis yaşıyorsun. Zaten ben bu hissettiklerimde yalnız değilmişim. Yıllar sonra çekilen Friends Union’da- 17 yıl sonra bütün dizi karakterleri toplaşıp bir belgeselde bugünkü halleriyle bir kavuşma gerçekleştirdidünyanın neredeyse her ülkesinden insan, Japonya’dan Hindistan’a, Afrika’dan Avusturalya’ya benzer şeyler söyledi: “Onlar bizim arkadaşımızdı.”, “Onlarla biz iyileştik.”

Milyonlar zor zamanlarında bu diziyi izleyerek iyileştiklerini. Kendilerini yalnız hissetmediklerini, depresyondan kurtulduklarını, anlaşıldıklarını hissettiklerini, umut duyduklarını söylediler.

Hatta Hindistan’da yayınlanan ( Psychologs: India’s First Mental Health Magazine) bir psikoloji dergisinde dizinin neden psikolojik iyileşme sağlayabildiği enine boyuna incelenmiş.  Bu makaleye göre, 20’li 30’lu yaşlardaki Ross (David Schwimmer) , Rachel (Jennifer Aniston), Joey (Matt LeBlanc), Monica (Courteney Cox), Pheobe (Lisa Kudrow), Chandler (Matthew Perry) olduğunu dizinin analizi yapılmış ve neden insanlara iyi geldiği araştırılmış.  Hepsinin bir kusuru var, Rachel’ın çocuksu şımarıklığı, Monica’nın patronluk taslaması, Ross’un inatçılığı, Joy’un aldırmazlığı, Chandler’ın iğnelemesi, Phoebe’nin şaşkolozluğu, işte biz onlara biraz da bu kusurlarıyla bağlanıyor, katarsisle kendi kusurlarımızı görebiliyoruz. İzninizle dergide yayınlanan makaleden biraz diziye alıntılar yaparak dip dalga gireyim.

Duygusal Bağlanma ve Nostalji

Dizi seyirciyle çok özgün bir bağ kurmayı başarıyor. Kalbe dokunan anlar, sempatik karakterler, birbiriyle bağlantılı bir senaryo, kültürel sınırlandırılmaları aşarak dünya çapında milyonlarca eve konuk oluyor. Kariyer, ilişkiler, arkadaşlık bağları ile milyonlarca insan o bağı yaşıyor.

Kahkahanın Gücü ve Kaçış

Kahkahanın en iyi ağrı kesici oluşu dizinin evrensel diliyle birlikte bir kez daha kanıtlanıyor. Komik zamanlamalar, diyalog göndermeleri, zeki şakalar hepsi de bir rahatlama ve kaçış kaynağı yaratıyor. Chandler Bing karakterinin o ünlü alaycılığı aslında toplumun temayüllerinden biri değil mi? 

Özdeşleşme ve Rol Modeller

Dizideki karakterler bütün jenerasyonların benimseyebileceği şekilde tasarlanmış. Phoebe’nin tuhaflığı ve özgür ruhu, Joey’in yemek sevdası ve flörtözlüğü, Monica’nın temizlik takıntısı ve güzelliği, Rachel’ın tarzı. Onlar sanki kurgusal değil gerçek karakterler.

Zamansız Temalar ve Kültürel Etki

Dizinin temaları ve hayata evrensel yaklaşan bakış açısı bundaki en önemli katkıydı. Aşk, arkadaşlık gibi insan varoluşunun en temel konseptlerine dokunuyordu. Onların içten, sahici tavırları ve zeki cümleleri gündelik hayata girdi. Her yaştan, her kültürden izleyiciyi kendine bağladı. O sadece bir TV dizisi değil, bütün jenerasyonların kolektif bilinçdışının bir parçasıydı.

BAĞLANMA TEORİLERİNE GÖRE KARAKTERLER

Chandler: Çocuksuluktan Olgunluğa

Kaçıngan bağlanan Chandler, anksiyeteli bir karakter. Örneğin Janice’le ilişkisinde hem bağımlı hem varlığından rahatsız. Uzun vadeli bir ilişkiden kaçmak istiyor. Bağlanmak onu rahatsız hissettiriyor, aslında bunun izleri çocukluk yıllarına ve ailesinin olaylı boşanmasına dayanıyor.  Ona göre uzun dönemli ilişkiler acı ve çirkin boşanmalar getirir. İlişkilerinde kaçak dövüşüyor gerçekten tam ne istediğini bilmiyor. Olgunlaşmamışlık onun yüzeyde görünen yüzü, Monica ile ilk kavgasında, ilk ayrılmayı öneriyor. Neyse ki Monica aptalca kavgaların her ilişkinin olmazsa olmazı olduğunu biliyor ve Chandler yeniden kendini güvende hissedip Monica ile olgunlaşan bir ilişkiyi sürdürüyor. Monica ile yavaşça olgunlaşmayı yaşıyor. Çocuk sahibi olmaktaki zorlukları, işsizliği, kariyer değişikliklerini beraber kalarak aşabiliyorlar. Zor zamanlara birlikte göğüs germeleri gerçek ve güçlü bir ilişki yaratmalarını sağlıyor. Böylelikle Chandler olgunlaşıp eski kız arkadaşlarıyla yaşadığı kaçıngan bağlanma sorunlarını aşıyor.

Phoebe: Şaşırtıcı Derecede Kendine Güvenli

Phoebe’nin kendine özgü bir sınır anlayışı olduğunu ve bir ilişkide ne isteyip ne istemediğine dair net bir görüşü olduğunu anlıyoruz. Terkedilme, red edilme, ailesiz, sokaklarda yaşama deneyimlerine rağmen bu son derece şaşırtıcı. Kendi benliğine güçlü bir bağla bağlanma ve güvenle ilişkileri yürütebilme yeteneği var. Diğer karakterlerin aksine Phoebe, kusurlarını ve kırılganlığını kucaklayarak, romantik ilişkilerinde sınır koymayı gayet iyi beceriyor. Örneğin Mike’la uzun dönemli ilişkisinde birlikte bir gelecek inşa etme arzusunu gayet net ortaya koyarken, Mark’ın evlenmeden yaşayalım talebi üzerinde uzlaşmayı reddediyor. Mark ona aradığını veremediğinde zor bir karar vererek kendi mutluğunu seçip çok bağlı olduğu ilişkiyi bitirebiliyor.  Phoebe’nin sınır koyma kapasitesi romantik ilişkilerinin ötesine geçen bir durum. Arkadaşlarını sorumluluk alma ve yapması gerekeni yapma konusunda yüreklendiren, sorumluluk alan bir karakter. Eksantrik ve eğlenceli doğasına rağmen yüksek duygusal zekâ kapasitesini kullanarak, kendini akranlarından daha güvenli bir yerde kılmayı başarıyor. Kendi otantik arzularına bağlı kararlar alıyor. Örneğin kardeşinin çocuklarına taşıyıcı anne olma kararı da kendi motivasyon ve ihtiyaçlarıyla uyumlu. O aslında bütün bu özellikleriyle- kendini keşfetmeye bağlılık, sınır koyabilme yetisi, otantik benliğine bağlı kalmak- aleyhine hayat şartlarına rağmen güvenli bağlanan bir karakter.

Joey: İç Çocuğu Kucaklama

Joey, berraklığıyla mutluluk yayan tatmin olmuş bir ruh. Özgürlüğünde doyum bulan bir karakter. Bekar olmak da mutluluk getirebilir. Joey’in geçmişine baktığımızda New York’a göç etmiş bir İtalyan ailesi görüyoruz. Bu koşuşturma içinde Joey, kız kardeşlerine bakım veren, koruyucu bir figür. Bu şartlar onun yetişkinliğe bakış açısını da belirlemiş. Joey’in bir yetişkin olarak aile zorunluklarından özgürleşmek istemesi ve iç çocuğunu kucaklamayı seçmesi şaşırtıcı değil.

Ailesinden kendini ayrıştırarak, çocukluğun o özgür anlarını yaşamak, o masumluğu ve neşeyi deneyimlemek istiyor. İlişkilerin sorumluluğundan özgürleşmek isteyen Joey, bağlılığı, erken gençlik dönemlerinde aldığı sorumluluklar nedeniyle bir yük gibi görüyor. Kendi başına basit bir yaşam sürmeyi yeğliyor. Onun yolculuğunda, hayata kaygısız bir şekilde yaklaşmak ve sosyal normlara aldırmadan bağımsızlığını kucaklamak var. Joey’in kadınlara yaklaşımı az da olsa endişe içermiyor değil. Kadınlara yaklaşımı, geldiği kültürel çevre ile yakından ilişkili, Kazanova fikrinin göz kamaştırdığı maço kültürün yüceltildiği bir çevreden geliyor ne de olsa.

“Friends karakterlerinin dünyası ilişkilerin karmaşasında bizleri bir roller coster’a götürüyor.”

Ross: Aşk Obsesyonu

Ross, karakter olarak bir ilişki içinde olmaya takıntılı. Derin bir ilişkide olmadığında yanlış bir yerde durduğunu hissediyor. Bu arzu, neredeyse bütün enerjisini ilişkiye yatırmasına neden oluyor ve kırmızı bayrakları görse de bu tutumundan vazgeçmiyor. Örneğin eski eşi Emily’in kontrolcü karakteri ve ültimatomlarını görmemezliğe geliyor. Emily’nin, onu Londra’da yaşamaya zorlaması ve özellikle Rachel’la arkadaşlığını tamamen sonlandırmasını istemesi buna iyi bir örnek. Buna rağmen Ross ilişki uğruna bu fedakarlığı yapmaya hazır. “Altın Çocuk” olarak büyütülen Ross, kendi iddia ve sınırlarını koymakta güçlük yaşıyor. Her şeyi altın tepsiyle önünde bulmaya alışmış Ross’un, ilişkileri tamir edecek ve uzlaşacak ekipmanları yok. Partneri tarafından masaya konan güç oyunları ile başı dertte, sorunu giderecek iletişim becerisini ortaya koyamıyor. Örneğin Rachel ona aşkını ilk itiraf ettiğinde bocalıyor, karar vermek için artıları ve eksileri olan bir liste yapıyor, ilişkide kendi arzularını ortaya koymada ve partner seçmede güçlükler yaşıyor.

Rachel’la yaptığı “biraz ara verelim” konuşmasının ve sonuçlarını gördüğümüzde Ross’un uzlaşma beceriksizliğini de görmüş oluyoruz. İlişkiyi şifalandırmak yerine, ‘ayrılmanın anlamı ne demek’ üzerine boş tartışmalara girişiyor. Ross ve Rachel’ın on yıl boyunca bir ileri bir geri, bir yakın bir uzak ilişkilerinin bitmeyen döngüsü ister istemez bunca zamanı neden boşa harcadılar sorusunu sorduruyor. Birlikte olmak istediklerini biliyorlar ama egoları, gururları, etkin bir iletişimde olamayışları onları bir çift terapisi almaktan alıkoyuyor. Onların hikayesi, kaçan fırsatların ve ilişki hünerlerinden yoksun olmanın gerçek bir bağ fırsatını nasıl kaçtığını anlatan bir hikâye. Sonuçta onca yılı ilişkilerini doğru yönetemedikleri harcamalarına üzülüyoruz. Anlıyoruz ki aynısı bizim de başımıza gelebilir.

Rachel: İtme ve Çekme

Rachel ayrıcalıklı bir çevrede, pamuklar içinde büyümüş, zengin babası o ne isterse ona sağlamış bir karakter. Bir arkadaş grubuna girdiğinde, başkalarının ihtiyaçlarından habersiz, kendini haklı gören bir yanı var.  Bazen yük olduğunu fark etmeyen talep ve istekleri var, özellikle de Monica için, aslında Rachel’ın babasıyla tek taraflı ilişkisini yansıtıyordu davranışları.  Babası da onun gibi anlamlı bir diyaloğa girmeden ne istiyorsa yapılmasını istiyordu. Rachel bu kalıbı Ross’la tekrar etti.  Tartışmalarında oturup konuşmak yerine 20 sayfalık, bütün isteklerinde de Ross’un hemfikir olmasını talep eden bir mektup yazdı. Açık bir konuşmadan ve iletişimden yoksunluğu nedeniyle o meşhur “ayrılık” meselesinde takıldı kaldı, onarmak ve iyileştirmek yerine ayrılık kelimesinin ne anlama geldiği konusunda bir dizi anlamsal tartışmada boğuldular. Bağlanma modellerine gelince Rachel “kaçıngan bağlanma” tarzını benimseyen bir yapıda, Ross ne zaman başka bir ilişkide olsa, Rachel açısından ulaşılmaz olsa Rachel’ın ona olan duyguları yüzeye çıkıyor.  O uzaktayken Ross’u arzuluyor Ross erişilebilir olduğunda uzaklaşıyor.

Monica: Onay Arayışı

Kontrol delisi Monica sürekli herkesi evinde toplayıp, en iyi aşçı, mükemmel ev sahibesi olmayı seviyor. Kuşkusuz ki o bir mükemmeliyetçi. Ama karakterinin derinliklerine girdiğimizde onun neden böyle olduğunu kolaylıkla anlayabiliyoruz. Yetiştirilme tarzı her şeyi açıklar nitelikte. Eleştirel ve kusur bulan bir anneyle büyümüş ve Monica onun gözde çocuğu değil. Tersine ağabeyi Ross ise Monica’nın hep açlık çektiği ama bir türlü alamadığı anne baba övgüsünden ve onayından bol bol payını almış. Çocukluğu kabul ve onay arayışı içinde geçmiş. Doğal olarak yetişkin hayatında Monica hep istediği onayın peşinde. Kendi başarılı restoranını yönetmek ve maharetlerini göstermek onun için hayati köşe taşları. Övgü isteyen, başkalarının hayranlığını isteyen, dış onaya ihtiyaç duyan bir karakter. Bu onun, Chandler’dan önceki partner seçimini de etkiliyor. Onu hep onaylayacak partnerler peşinde. Kendisinden yaşça büyük Richard, bilinçdışı onu onaylayacak partner modeli. Richard’ın aşkı için kendi ihtiyaçlarını öteleyebiliyor, neredeyse aile kurma arzusundan bile vazgeçecek kadar. Annesinden kabul görmemek Monica’yı ilişkileri dahil hayatın her alanında onay ihtiyacına sürüklemiş durumda. Geçmişinden özgürleştikçe Chandler’la ilişkisi sayesinde bir çiçek gibi açılıyor. Artık onay peşinde değil farklı bir tarzda daha önce hiç deneyimlemediği güven ve kabulü buluyor. Monica’nın yolculuğu onun onay arayışını ve geçmişin travmalarından özgürleşmesini yansıtıyor.

Bu altı arkadaş bize aşkın karmaşasını, arkadaşlığı ve büyümeyi öğretiyor. Ross’un yolculuğu bir ilişki peşindeyken kendi varoluşunu da korumanın önemini anlatıyor. Monica kırılganlığın önemini ve aşkın dönüştürücü gücünü gösteriyor, ben merkezli bir moda tutkunu olan Rachel’ın kendini keşfetmesini ve bağımsızlığı büyüme sürecini görürken, Chandler’ın alaycı zekasının ve mizahının onun güven oluşturma ve samimiyeti yönetme konusunda güvensizliklerinin altını çiziyor. Joey’in ilişkilere karşı kaygısız tutumu evet bekar hayatı da neden olmasın dedirtiyor. Ve son olarak Phoebe’nin dayanıklılığı ve ilişkilerde sınır koyabilme yetisi bize kendi değerimize önem vermeyi öğretiyor. Tavsiye ederim, 10 sezonu başlayıp bitirdiğinizde aynı kişi olmayacaksınız. İhtiyaç anında derhal bir Friends tuşuna basınız.

LOST’U ARARKEN KENDİMİ BULDUM

Bu yaz Lost’la tanışım kendimi yeniden bulma yılım oldu. Lost’un trend olduğu yıllarda, “madem trend, ben herkes gibi olmayayım” egosuyla izlememiştim şu canım diziyi. Gerçi iyi ki de olmuş. O yıllar yerine şimdi daha çok ihtiyacım varmış. 20 yıl önce o finali kaldırmayabilirdim.

Bir çok gizemli olayların cereyan ettiği, insanların Sawyer’mı Jack mı diye ikiye ayrıldığı ki aslında -Sawyer ve Jack tıpkı Bridget Jones’un Günlüğü’nde Darcy ve Daniel gibi ikiye ayrılıyor- bilim kurgudan doğaüstü olaylara, tesadüfler, eşzamanlılık, deja vu, zamansal ve mekânsal olağandışılıklar, paradokslar, diğer bilmeceler, araf, kurtuluş, iyi ile kötü, ölüm ve yeniden doğuş, karma, kefaret, zaman yolculuğu, Allah ne verdiyse  hepsi hepsi  neredeyse tüm zamanların en çok izlenen, üzerine en çok konuşulan, finali için sayısız teori üretilen efsane dizisi Lost’un içinde vardı.  Kate, John Locke, Juliet, Jack, Sawyer, Jacob, Sayid, Hugo, Ben Linus, Hugo, Charlie, Desmond, Claire… Hepinizi seviyorum ve anlıyorum.

Onlar da tıpkı Friends dizisi gibi yüklü geçmişleriyle, erdem ve günahlarıyla, suç ve suçluluklarıyla, kibir ve hatalarıyla, seçim ve kaderleriyle tamamen yaşayan karakterler…Tamamen bir büyük insanlık ailesi gibi Lost, varoluşsal sorunların hepsi zaman zaman yeryüzüne çıkıyor, bütün kırılganlıklarıyla. Aynı zamanda baş döndürücü bir gizemli lunapark ya da sirk gibi ada. Lost’un bana hissettirdikleri ve analizi ayrı bir yazı konusu içerdiği için burada çok kısa değineceğim ve en kısa zamanda bir Lost yazısı yazmaya niyetlendiğimi söyleyeyim. Nereden başlasam nasıl anlatsam durumu? Ama katarsislerin atasını, arınmanın dibini yaşattı bana. 

Ada kavramı zaten başlı başına aslında bir tür dünyanın ve dünya içindeki insan varoluşunun bir modellemesi, simülasyonu. Varoluşçu felsefenin özeti gibi ada kavramı. Lost’ta yer yer zamanın normal akışından farklı bir zamansal düzlemde akan zaman, insan oğulları ve kızlarının izolasyon içinde kaldığında varoluşu düşünürken zihninde yaptığı sıçramaların bir simülasyonu. Adadaki elektromanyetik alan adadakilerin daha iyi veya daha kötü olmasına yol açmasıyla da hem sürpriz hem bir idea duygusunu besliyordu. Bir yer bulmuşlardı dünyadan uzak. Lost’u bambaşka bir yazıya saklıyorum, neler neler anlatacağım, bendeki etkisi ise kendimi bulmak oldu.

GÖNLÜM VALHALA’DA KALDI

Beni 8. Yüzyılda ilkelliğin, şiddetin, maceranın, büyünün, ritüellerin, kahinliğin, istilanın dibine vurmuş bir dünyaya götüren Vikinglere gelelim. Kuzey ülkelerinin zorlu coğrafyasında, paganların tanrısı Odin’in sofrasında oturmak için onların cenneti Valhala’dan da çokça bahsedildiği, Hristiyanlığın yayılışı ile paganlığın sönümlenişi arasındaki o şahane geçiş dönemi. Bayıldım, uçtum, öğrendim, özellikle efsanevi Viking savaşçısı ve kralı Ragnar Lothbrook’un efsanevi felsefi kişiliğinden, o yüzyılda böyle hâl…

Bir çiftçi iken, ilk ilkel pusulayı keşfedip denizlere açılıp Avrupa’ya yağmaya giden aynı zamanda da bir inanç çatışmasının yaşandığı o özel anlarda, İngiltere’yi istila ede ede büyük savaşçı olan Ragnar Lothbrook’tan ve yine karısı efsane savaşçı Lagertha’dan etkilenmemek ne mümkün. Öncelikle Vikingler kuzeyli, kuzey ikliminin yarattığı o coğrafyada kendileri de o iklim gibi yağmacı, sert, korsan. İklim pek bir şey ekip biçmelerine izin vermeyince onlar da en iyi bildikleri yöntemle başları ejderha korsan gemileriyle, küreklere asılarak savaş, şiddet ve yağma yöntemleriyle başka topraklara çöküyorlar. Hristiyanlığın yayılma döneminde pagan Vikinglerle o dönem koyu Katolik Avrupa arasında büyük bir savaş var.

Bugünkü Norveç topraklarında olan Kattegat’ı artık avucumun içi gibi bildiğimi söyleyebilirim. Doğayla dost ve doğadan bilgi alan paganların kurban törenleri -evet insan da kurban ediyorlar- vahşetin üst boyutunda olsa da onların cennetleri Valhalla’ya gideceklerine emin hiç ölüm korkularının olmaması gerçekten ilginç. Bu kadar şiddet ve kan gölüne rağmen Vikinglerin hoşuma giden yanı kadın erkek eşitliğinde bugün bile dünyada yakalanamayan bir kadın erkek eşitliği ile yaşıyor olmaları. Kadın savaşçıları erkek savaşçılar kadar maharetli, bir yerin hükümdarı olabildikleri gibi kendi bedenlerinde tam bir otorite sahibiler. Haklarda eşitler ve esas mesele de bu. Kadın erkeğin böylesine doğal bir şekilde -kanuna yasaya ihtiyaç duymadan- haklarda eşit olduğu bir dünyada yaşamak şahane olurdu diye düşündüm. Doğalarında bir ayrım yok. Tabii ki savaşçı olsun diye erkek çocuk olunca daha çok seviniyorlar ama artık o kadar da olsun. Bu anlamda Vikingler oğullarına alan açmayı da biliyorlar. Onları küçük yaşta özgür bırakıyorlar ki kendileri olabilsinler diye. Böylelikle erkek çocuk erginlenmesini tamamlıyor. Anneleriyle sağlıklı bir ayrışma içine giriyorlar, yaralanmış bir erillikleri olmadığı için kadın, anne korkusu ve bağımlılığı da pek olmuyor. Annelerine sadece bir anne olarak değil bir kadın olarak da saygı duyuyorlar. Anne de oğlunu serbest bırakarak böylelikle onun eril enerjisini toksik bir şekilde yutmuyor, oğlu üzerinden iktidar kurmuyor. Toksik bir anne yutmasına yeltenmiyor. Düşündüm de işin bu tarafı dünyanın bu tarafı ne güzelmiş.

İzleye izleye Kattegat yurdum oldu, 8-9 yy İngiliz tarihini yaladım yuttum, Saxonları, Kral Büyük Alfred’i, Londra’nın Lundun olup Mercia Krallığı’ndan geldiğini, İngitere’nin İngiltere olmadan Wesex Mercia ve Northumbria olduğunu filan…Her anından keyif aldığım Vikingler dizisi bir aile hikayesi olarak da tam tragedyalara uyuyordu. Ragnar’ın oğullarına kendini bulmalarına, güce ve güçsüzlüğe dair verdiği dersler şahaneydi. Kızıyla ilişkisi de öyle. Sevgi dolu. Psikolojik açılımların da gören gözler için olduğu dizi, tam bir kopuş ve katarsis yaratması oldu. Yan etkisi olarak muhakkak Norveç’e ve Danimarka’ya hatta İzlanda’ya gitmek istiyorum. İnşallah kısmet.

İrşat doğru yolu gösterme, aydınlatma, uyarma demek. Ve İrşat her yerde! Ben Vikingler, Lost ve Friends dizisinden de bayağı bir aydınlandım….


©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

kevser-aycan-saroglu
Kul, insan, kadın, gazeteci, yazar, editör, yazar kâşifi, rüya avcısı. Amerikan Dili ve Edebiyatı mezunu. Medya sektöründe çok uzun yıllar muhabir, editör, köşe yazarı olarak görev yaptı. Halihazırda büyük bir yayınevinde yayın danışmanlığı yapıyor. Kendisini ‘ebedi hayat öğrencisi’ olarak görüyor.