Nazli-Ayca-Ozkarahan_Mod
Kitap

Hayatla ilgili derdim, ayrıksı kalmış her şey

“Dokunmak ne garip şey, hafızası yok. Onca dokunmuşluğumu hatırlamaya çalışıyorum da derime izi düşmüyor. Oysaki bir yaşamı bekliyor olsam tazelerim o hafızayı. Elimi omzuna koyar, küçük sarı gözlerinin içinde yine kendimi ilk bildiğim yaşlara dönerdim. Yaşam süresiz bir hal alırdı. Sonra güven dolu koca ellerini tutardım. Mutlaka tutardım. Şimdiyse, zamanın altında kalmış yaşamaya çalışıyorum.”

Nazlı Ayça Özkarahan Şeytan Düğünü isimli ilk öykü kitabın arka kapağında yazan bu satırlar, yazarın okuyucuyu derin bir düşünce yolculuğuna çıkaracağının belli ediyor. 

MonoKL Yayınları’ndan çıkan kitapta on öykü var.  Şeytan Düğünü, aşırı sıcak bir havada aniden bastıran sağanak yağmur anlamına geliyor. Kapağın köşesindeki turuncu güneşin altında büyük yağmur damlaları dökülüyor.

Öykülerin isimleri arasındaki Kifoz, Us Yasası, Üç Kulhuvallah Bir Elham gibi seçimler, yazarın dil kullanımındaki ustalığına göz kırpıyor.

Sevgili Nazlı Ayça Karahan ile yazmak, yazarlık, yazma süreci, öykülerin ilham kaynakları ve daha birçok şey hakkında keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Dilerim siz de keyifle okursunuz. 

Yazar dediğin kimdir? Senin böyle bir soru sorduğunu hatırlıyorum sosyal medyada. Merak ediyorum, nasıl cevaplar gelmişti. Ve ben sana soruyorum; “Yazar dediğin kimdir?”

Evet, Ursula K Le Guin, “Hep yazar mı olmak isterdiniz diye sorduklarında, hayır demek zorunda kalırım çünkü ben oldum olası yazardım” demiş. Bunu okuduğumda çok hoşuma gitmişti, çünkü yazar olmaya giden yolculuk ciddi bir yazma tutkusu içeriyor. Çok nadir “elli yaşıma kadar hiç yazmadım ve birden…” diyen insan duymuşuzdur. Bu soruyu sorduğum zaman yazar olan kişiyi “yazma işine gönül vermiş” olarak tariflemiştim. Kelimelere âşık olan, kendini sesiyle değil de kalemiyle daha iyi ifade eden belki…  Belki de başkalarına ses olan, görünmezi görünür kılan ya da okuyana kendi gözlerini ödünç veren kişi demişim. Bugün biraz daha farklı düşünüyorum sadece yazmaktan zevk almak, aklına gelen her şeyi bir kenara karalamak ya da bol bol kitap yazmak belki de bu kavram için kâfi değil. Biraz entelektüel derinlik isteyen, yazmadan önce iyi bir okur olmayı gerektiren, hayatı derine inmeye değer gören kişi diyebilirim. Ama şunu da eklemeden geçmeyeyim bu bugünkü düşüncem yarın yine fikrim değişebilir. Tek bir cevabı olmayan soruları bu sebeple çok seviyorum. İnsanı yolda ve döngüde tutuyor. 

Ben yazmayı hep sevdim, yazdıklarımı göstermekten çok uzun süre çekindim. Utangaç bir mizacım olduğu için özellikle söz konusu duygular olduğunda sesimden çok kalemime sığındım bu sebeple yazmak bana hep daha kolay gelmişti, işin ilginci yazarak ve yazdıklarımı okutarak da bu mizacımla barış ilan ettik.

Yazmak için kullandığın bir tarif var: Mis kokulu güllerle bezenmiş bir yol ama dikenleri var. Yazmanın gül kokan tarafı ve dikenleri senin için nedir?

Hadi ya böyle bir şey mi demişim, romantik bir günümmüş sanırım. Ama hala arkasında duracağım benzer tanımlar yapabilirim. Yazmanın gül kokan tarafı, benim için son derece rahatlatıcı ve eğlenceli olması. Fakat orada başka bir şey var.

Mesela yazdığım gün ve yazmadığım gün arasında mutlaka bir fark oluyor, yürümek de böyle, yürüdüğüm ve yürümediğim günler iç enerjim çok farklı oluyor. Ha, bu yürümek için her fırsatı kolluyorum anlamına geliyor mu? Tam tersi yürümemek için bin bir bahane bulabilirim. Çok sevdiği bir şeyden neden kaçar insan? İşte ince çizgi burada beliriyor, yazmak bırak kaçmayı her fırsatı değerlendirdiğim bir eylem. Yazmakla da bitmiyor çok uzun süre süreçte kalmaya gönüllü olmayı gerektiriyor. O süreç meditatif geliyor bana.

Dikenleri ise daha çok yayımlanma aşaması ve sonrası. Yazıların dışına çıkıp başka şeylerle uğraştığın bir dönem. Bir de tabii hep kurgu konuşmamak lazım insan kendini yazarken de çok büyük farkındalıklar yaşıyor, kendi hayatına üçüncü göz oluyor, bir başkası gibi bakabiliyor, örneğin yıllarca çok duygusal sandığı bir ilişkinin ne kadar toksik olduğunu görüyor. Bu hem sağaltıcı hem de ürkütücü. Öte yandan yazmadığın zaman enteresan bir eksiklik duygusu var. Yürümekse bir hedef işi mesela şu kadar adım diyorsun ve bitiyor.

Yazmak bir rutin işi mi? Senin nasıl bir düzenin var?

Bence her eylem gibi yazmak da belli bir rutin çalışma içinde elbette çok gelişiyor, pasını atıyor insan kendi sınırlarını tanımaya ve zorlamaya başlıyor. Ama ben bunu rutine taşıyabiliyor muyum, maalesef hayır. Tam zamanlı çalışan iki çocuk annesiyim, yazmak ancak kaçma noktalarında gerçekleşiyor benim için. Örneğin Şeytan Düğünü’nün çoğu bekleme salonlarında otoparklarda yazılmıştır. Bale çalışmasının, antrenmanın ya da piyano dersinin bitmesini beklerken yazdıklarım, edit ettiklerim arasından seçilmiş öykülerden oluşuyor. Hani kafelerde yazarlar ya benimki daha çok arabada otururken.

Pandemiyle beraber kaçma noktalarım çok azalmaya başladı yazma konusunda oldukça zorlandım. 2020 Mart ayından beri evden çalışıyorum bu da yazma halini farklı etkiliyor benim çalışma düzenimde arada hadi bir sokağa çıkayım kahve içeyim diyecek bir durumum olmuyor dolayısıyla işe gidip gelirken oluşan ihtimalleri, vapurda dolmuşta geçireceğim zamanı ya da tetiklenmeyi kaçırıyorum.

Seni yazar olmaya davet eden, hayatla ilgili meselen nedir?

Yazmak benim için bildim bileli en akışta olan iletişim biçimi. Hep yazarak anlattım derdimi, dediğim gibi çok utangaç bir çocuktum muhtemelen bunun etkisi çok, demek istediğim ama diyemediğim çok şey vardı. Dile getiremediğim için yazardım. Bunun yanı sıra insanı anlama merakım var, zaten esas mesleğim de bunun üzerine. İnsanı merak edince duygu toplamaya başlıyorsun, tepkilerin nedenlerine kafa yoruyorsun, oradaki tetikleyicileri, neden sonuç ilişkilerini davranışsal bir gözle ele aldığında hikayeler başka versiyonlara bürünüyor.

Bir de çok küçük yaşlarda birkaç kez gördüğüm ve unutamadığım bir rüyam var. Bu rüya bir nevi yazar olma diktesi gibi, dolayısıyla yazmanın benim için çok eski bir hayal olduğunu söylemek mümkün.

Pandemide bir gün kızlarımla eski günlüklerimi çıkartıp karıştırdık, hep birlikte ne kadar çok olduklarına şaşırdık, aralarından mektuplar çıktı. Benim yazdığım mektuplar! Onları göndermeden kopyalarını almışım, teknolojinin olmadığı yerde ikinci kez yazmışım, kimilerini yazmış zarfa koymuş ama göndermemişim. Kimisinin üzerine pullarına kadar yapıştırmış sonrasında vazgeçmişim. Belki duygu uçmuş belki zaman aşımına uğramış… Sonra şiir defterlerimi bulduk, süslemeye dahi ihtiyaç duymadan sadece kelimelerle dolu onlarca sayfa çekmeceler dolusu A4ler, peçeteler aklına ne gelirse böyle bir aşka düşme hali. Belki de yazmak bir nevi “aman sakın ha unutmayayım” telaşı, bilmiyorum.

Hayatla ilgili derdimse ayrıksı kalmış her şey sanırım. Bunda beni bir cezbeden bir de dehşete düşüren yan var. Bundan dolayı Şeytan Düğünü’nde bir sürü ayrıksı kalmış karakter bulmak mümkün. Nedeni ne olursa olsun farklılıklara bakış açımız ya da hep bir norm arayışımız beklentiye uymayanda muazzam bir yalnızlık bırakıyor. İşte o yalnızlık işaretleri beni anlatmaya sürüklüyor; bazen bir bakış, bazen çaya uzanan bir el, bazense yüzden geçen bir bulut… Bakın buradalar demek istiyorum.

Boşlukları doldurur musun?

Yazmak benim için ……

çok keyifli ama bir o kadar da yüklü bir mesele. Mesela hayat şahane akıyor olsa ve ben o aralar yazmıyor olsam hep bir eksiklik yaşarım.

Yazmasaydım….

Keserdim biçerdim çizerdim illa bir şey yapardım, yazmadığı zamanlar yaptım da 😊

Yazmak…

Kuralsız ve özgür…

Konuşmak…

Ona da eyvallah!

Sence bir insan neden yazmak ister? Ölümsüzlük mü, sesini duyurmak mı, “Ben buradayım,” demek mi?

Sebep en başta kendini ifade etmek olmalı. Yazmanın çok yakınında bir yalnız kalabilme becerisi vardır diye düşünüyorum. Buna çok nadir “beceri” dendiği duyarız ama esasen önemli bir meziyettir. Kendini dinlemeyi dünyada olup biteni anlama fırsatı verir.  Modern dünya dışa dönük insanı çok ön plana çıkarttığı için bu meziyeti unutma eğilimimiz yoğun. Ama durup bir baksak bugün hayata anlam katan edebiyattan sanata, teknolojiden bilime birçok katkı içe dönükler tarafından yapılmış.

“Ölümsüzlük, sesini duyurmak, ben buradayım demek” çok olası sebepler ama her yazana/yazara göre değişir diye düşünüyorum.

Kitap için ilk kelimeyi yazdığın andan raflarda görene kadar yaşadığın süreçte durma, vazgeçme, geri adım atma halleri oldu mu? Olduysa motivasyonunu nasıl devam ettirdin?

Durma mutlaka olmuştur ama bu bir hedef değildi o sebeple bir vazgeçme oldu diyemem. Hedef değildi derken rutin yazmaya başladığımda bunun bir kitaba dönüşmesi hedefi elbet vardı ama ben kitabın yazılmaya başladığını farkında değildim. Daha çok dosyamı teslim ettikten sonra beklemekten dolayı yılma ve yorgunluk oldu. Sözleşmeden sonra kitap basılana dek iki yıl geçti ve bu süreçte iletişim de çok akıcı değildi, böyle durumlarda dehşet bir bekleme psikolojisine giriyor insan. En azından bende böyle oldu, başka bir şey yazamadım ya da yazdığımda suçluluk duygusuna kapıldım. Çünkü elimde o ya da bu sebepten henüz tamamlanmamış bir şey vardı ve ben her bekleme psikolojisinin girdabına düştüğümde teslim etmiş olduğum dosyayı okumaya ve baştan yazmaya başladım.

Groundhog Day filmindeki gibi bu sefer oldu diyorsun veee ertesi gün sil baştan beklemeye başlıyorsun.

Yazmak bir süreç mi yoksa sonuç mu?

Bu soruyu on yıl önce sorsan çok net “sonuç” derdim. Bir kitabın ya da yayınlaşmış öykünün sonuç ya da hedef olduğunu söyleyebilirdim. Ama işin içine girince çok keyifli bir süreç olduğunu fark ettim. O andan sonra ne zaman bitti ne zaman raflara çıktı insan daha az önemsiyor, elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor. Yazmak çok büyüten bir süreç. Ben yazarken en çok sabrı öğrendim. Tekrar tekrar üzerinden geçmeyi eleştirileri yapıcı bir şekilde kullanmayı öğrendim.

Bir yazar olarak senin için başkalarının düşünceleri ne kadar önemli? Başkalarının sesine kulakların tamamen tıkalı kalabiliyor mu?

Yok canım mümkün mü, başkaları okuyacak yazdıklarımı kulaklarımı tıkayamam ama duyduklarımı da güzel bir süzgeçten geçirmeyi öğrendim. Eleştiri geliyorsa orada bir şey vardır bakmak lazım. Bana kırk kişi “neden bu kadar depresif yazmışsın” diyorsa demek okuyucuya nefes aldırmam gerekiyor, arada başka gördüklerimi de dert etmem eklemem gerekiyor diye düşünürüm.

Ancak burada tabii şunu da atlamamak lazım bazen de geleni ayrıştırmak belli kategorilere koyarak ele almak en doğrusu. Yani gelen eleştiriyi duymalı, analiz etmeli mantıklı geliyorsa kullanmalı.

Şeytan Düğünü… Dikkat çeken bir isim. Kitabın adına karar veren sen miydin yoksa yayınevi mi? Anlamı nedir Şeytan Düğünü’nün?

Dosyanın ismini ben koydum, herhalde en az altı yedi kez değiştirdim. Bence bir dosyaya yazandan başka birinin isim vermesi kolay değil. Ancak tabii isimleri etrafımdakilerle paylaştım tepkilere baktım. Beni çok cezbeden bir isim önerisi gelseydi kullanırdım da.  

Anadolu’da yazın kızgın sıcakta aniden bastıran yağmura “şeytan düğünü” derlermiş, ya da “şeytan düğün yapıyor” denirmiş. Kitaptaki öykülerde de insanların hayatına aniden düşen olaylar ve değişimler söz konusu, bu bağlamda isim olarak çok uygun geldi. Tabii dikkat çekiyor olması da önemli noktalardan biri.  

Bir de bilenler bilir yağmur çok severim bu anlamda da bana çok sıcak geldi. Kitabın kapağında da bu sebeple güneş ve yağmur bir arada.

Tabii isimde şeytan geçiyor olması bazı algı hatalarına da neden oluyor. Geçen gün bir arkadaşım bir fotoğraf gönderdi, online kitap satışı yapan bir site benim kitabı dini bir kitapla eşleştirmiş 😊 Tatlı bir yapay zekâ hatası.

Yayınevi kararı verirken nasıl bir yol izledin?

Bu sık gelen bir soru ama eğer kabul görerek, telifle bastırmak istiyorsanız yayınevine karar vermek diye bir şey çok geniş bir çerçeveyi içermiyor. En fazla size onay veren birkaç yayınevi varsa bunun arasında seçmek söz konusu olabilir. Ben dosyamı hazırladıktan sonra uygun olabilecek yayınevlerinden bir liste oluşturdum. Uygun olabilecek derken tarzı sizin yazılarınıza uygun olan demek istiyorum. Yani öykü yayımlamayan bir yayınevine öykü dosyası göndermek çok da şık olmaz. Sonra bu listedeki tüm yayınevlerine dosyamı gönderdim. Aradan sekiz dokuz ay gibi cevapsız bir dönem geçti ki bu da beklediğim bir süreydi sonra yavaş yavaş cevaplar gelmeye başladı, gelmeyenlerle ben iletişime geçtim. İki yayınevinden kabul gelmişti, biri çok aktif profesyonel çalışan bir yayıneviydi hemen çağırdılar, iki editörle bir toplantı odasında bir araya geldik, tanıştık, beklentilerimizi ortaya koyduk, sonra yayınevi sahibi ile sohbet etme şansı verdiler. Ancak o sırada Monokl da dosyamı ikinci okumaya almıştı, edebi yayınlarını daha çok beğendiğim için bana katkısının daha fazla olacağını düşündüm ve böyle bir seçim yaptım. Seçimi yaparken yazar dostlarımdan, büyüklerimden fikirler aldım.  

Biz bu kitabı okurken hangi yaralarımıza dokunacak, hangi duygularımızla temas edeceğiz?

Bence bu sorunun cevabını okur vermeli, sen de çok iyi bilirsin herkes olayları kendi duygusal çerçevesinden okur. O sebeple yazar şuraya da dokunayım diye olaya bakamıyor. Sadece sonrasında “vay oraya mı dokunmuşum, olmuş mu ben de tam böyle hissetmiştim” gibi bir coşku yaşıyor.

Bir de bunu kendi penceremden söylediğimin altını çizeyim çünkü çok matematiksel de bakıp yazabilen insanlar var ben daha orada değilim.

Kitabın arka kapağında “Yaşam süresiz bir hal alırdı,” diye bir cümlen var. Yazmak yaşamı süresiz kılan bir şey mi?

Süresizlikten ne anladığımız önemli burada, kimi zaman çok pozitif bir anlam olabilir bu kimi zamansa tam tersi. İnsan kendini anlamak hayatı yorumlamak için birtakım sınırlara ihtiyaç duyar, zaman kavramı da buna en güzel cevap veren olgulardan biri. Dolayısıyla o arka kapaktaki süresizlik üzerinden “evet yazmak böyle bir şey” diyemem. Ama öte yandan duyguları saklamayı, hatırlamayı, sık sık anları ziyaret etmeyi seven biri olarak yazmanın böyle ölümsüz bir hali var. Söz uçuyor yazı kalıyor, her okuduğumda aynı duyguya gidebiliyorum. Benim için paralel evrenler yaratmak gibi bir şey, iyi bir şeyin hazzına tekrar varırken kötüyü hatırlayıp bugüne şükredebilmek için de güzel bir araç. Mesela genç kızlık günlüklerimden bahsetmiştim, tekrar okumak kendimin o yaşıyla karşılaşmak gibiydi. Hem kızlarımı daha iyi anlamama hem de olayları bir kez daha bugünü aklımla süzgeçten geçirmeme yardımcı oldu. Hafıza ne kadar iyi olursa olsun yazıdaki gibi olmuyor.

Tesadüfen bir sayfa açtım, karşıma “Bir şeye ihtiyacınız var mı?” sorusu çıktı.  Ben sana sorsam: Ayça’nın şu andan neye ihtiyacı var?

Ayça’nın uzun zamandır kendiyle kalmaya hatta kendisiyle bir “date”e çok ihtiyacı var. Hayatın hızlı ve agresif aktığı bir dönemdeyim bazen durup ne olduğunu anlayacak vakit bile olmayabiliyor. Kısaca;

“Ne atom bombası, 
Ne Londra Konferansı;
Bir elimde cımbız, 
Bir elimde ayna; 
Umurumda mı dünya!”  demek istiyorum.

Öykülerin ilk bakışta delilik sınırında gezen, bazen o sınırı aşan insanlarla ilgili geliyor ama derine indikçe, öyküleri okumayı sürdürdükçe o insanları başkalarının sınıra ittiğinin idrakına varıyoruz. Sence bu mekanizma nasıl işliyor?

Hayat elbet bu tarz etkileşimler ve döngülerden ibaret. Her seçimin her doğrunun her hatanın bir etkisi var. Sevgisizlik kadar ölçüsüz sevgi de zararlı, kimi zaman kişinin kendine kimi zaman karşısındakine. İnsanoğlu bir yandan aşırı merhametli sevgi doluyken bir başka durumda aşırısı acımasız olabiliyor. Hepimizin içinde tüm duygular ve dürtüler mevcut, hangisi ne zaman tetikleniyor hangi sınırda ortaya çıkıyor bunları sorgulamak hoşuma gidiyor. Kültürel baskı altında insanın dünyasını şekillendiren ögeler, bastırılmış duygular, iç güdüler kısaca bilinçli dünyamızı etkisi altına alan bilinçli olmayan bir kaynaktan çıkan güdülerle haşır neşir bir mekanizma bu.

Genelde toplumdan yahut aileden miras yüklerin yarattığı hasarlarla boğuşan insanları izliyoruz öykülerde. Bu bilinçli bir tercih miydi yoksa yazdıkça mı ortaya çıktı?

Sanırım büyüme sürecimde bu tip insanların etrafımda olması sebepli bilinçsizce oluşan bir merak. Ben Feneryolu’nda büyüdüm, o yıllarda müstakil evler yoğunluktaydı. Bahçelerin duvarlarında ağaç tepelerinde büyüdük. Dolasıyla hayat kendini bize “dekorasyon dergilerinden fırlamış ön balkonlardan” daha açık ve net sunuyordu.

Mesela hafızama çakılı kalmış çocukluk anılardan biri; zihinsel özürlü kızını arka bahçede hortumla döven bir anneye arkadaşlarımla şahit olmuştuk, iki bahçeyi bölen çalıların ardından dehşetle seyretmiştik, sonra o kadın ön bahçeye çıkıp hiçbir şey olmamış, hayat harikaymış gibi fırından yeni çıkan börekleri bize ikram etmişti. Arka bahçeden ön bahçeye kadar değişen ruh hali neydi? Ya da insan toplum beklentisiyle ne kadar “mış” gibi yapabilirdi? Bu sorular ta o zamanlardan beri hayatımda. Dayak yiyen kız durumu ne kadar farkındaydı, peki ya abisi? O abi ne tür duygularla, fırtınalarla, eksikliklerle gidiyordu futbol sahasına? Normal diye nitelendirdiğimizle karanlık çökünce ortaya çıkanlar arasında çok farklar var. Hayat kuytularda çok başka akıyor ve biz körleştikçe o kuytular büyüyor. Belki de benimki buna bir dur deme arzusu.

Bir de o hasarlı insan daha da büyük hasarlar açıyor, yani bu bir yerde bitmiyor genişliyor. Benim korkunç bir ilk okul öğretmenim vardı, yakınlarım hep bilir ve dinler, bir anneler gününde annesini kaybettiği için hüzünlenip ağlayan arkadaşımıza okkalı bir tokat indirmişti “Bize ne senin annen yoksa!” demişti. Düşünebiliyor musun? Bunu söyleyebilecek bir yetişkin çok zor bir çocukluk geçirmiş olmalı. Ve bunu gören bir çocuğun yetişkinlikte susma şansı yok bence. Sanırım öykülerdeki karakterler böylesi şahitliklerden ortaya çıktı, ben o anları, o insanları unutamadım çünkü ızdıraplarına o an dokunamadım. O ilk okul hocasına bir şey yapamadım.

Kitaptaki “öteki” teması da dikkat çekici. Seni bu temada yazamaya iten neydi?

Az önce anlattığım gibi hayatımda çok fazla öteki vardı, ilk okulda idrak etmeye başladığım bir meseledir bu. Ötekileştirmeyi bir türlü anlayamamışımdır, oradaki yalnızlığı dindirme isteğime karşı koyamamışımdır. Bunları söylüyorum tabii evliya gibi insanım demek de olmasın bu, kim bilir kimlere neler yaptım. İnsan hata yaparak büyüyor, hatayı fark edebilmek ve tekrarlamamak çok kıymetli. Bir şeyin sürekli varyasyonlarını yaşıyorsak bir durup bakmak lazım.

Dolayısıyla fark edip de birini öteki olarak bırakıyorsak o zaman orada çok ciddi bir mesele var demektir.

Bana biraz yeni kültür de bunu besliyor gibi geliyor. Örneğin dizilerde kötü olmanın, birilerini manipüle etmenin yüceltildiği bir kültür var. Her evde bir silahın olması, her sinir anının kaba kuvvet ya da öç almaya dönüşmesi beni aşırı rahatsız ediyor. Sonuçlarını anlatmak istiyorum.

©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

ozlem-cetinkaya
Yaşam gözlemcisi olma yolunda bir yolcu. Yolculuğun her anında farkındalıkla deneyimin içinde kalabilmek, kalbini uyandırmak adına kullandığı araçlarını diğerleri ile paylaşmaya gönül vermiş bir elçi. Jaadoo İyi Yaşam markasının kurucusu. Yazar, yazar koçu, farkındalık ve şefkat eğitmeni.