Lise ve üniversite yıllarımda o çok gülen, her şeye gülen kızlardandım. Büyüyünce geçer sandım, geçmedi. Bilakis! Yüzümün oturması gibi yıllar içinde neşem de oturdu. Neşe nereden gelir? Onunla nasıl temas kurulur? Neşe nehrinin denizimize dökülmesi nasıl mümkün olur? İlahi neşe ile insani neşe birbirlerinden nasıl ayrılır? Bu soruların cevapları, kızımla Heidi izlerken geldi.
Heidi’nin hüzünlü başlayan ama müthiş bir tutunma becerisiyle insana ilham veren hikayesini hepimiz biliriz. İsviçreli yazar Johanna Spyri’nin yapıtında büyükbaba, Peter, Clara, Bayan Rottenmeier, köpeği Joseph ve keçileriyle Heidi, mutlu olmayı, dahası sevmeyi bilen bir kız çocuğudur. Ve tanık olduğumuz yaşamına birçok yeniden başlama deneyimi sığdırır. Teyzesi Dete tarafından büyükbabasına emanet edildiği ilk günleri hatırlar mısınız? Gördüğü her şey onun için o kadar yeni ve şaşkınlık vericidir ki zorlu dağ ve doğa yaşamı bile Heidi için tadına varılacak yeni şeyler arasına çabucak girer. Geçtiğimiz günlerde çizgi dizi versiyonunu kızımla bir kez daha izledik. Heidi’nin Ober Rofels’a ayak bastığı o ilk dakikalar o kadar güzel hissettirdi ki içimin neşeyle dolduğunu söylemem gerekiyor. Heidi’yi orada ilkin bir kelebek karşılıyor. Heidi, kelebeğin peşinden kırlara doğru koşarken öyle heyecanlanıyor öyle büyük bir coşku yaşıyor ki bu duygularına kahkahaları da eşlik ediyor. Ama nasıl tatlı kahkahalar! Hem koşuyor hem kahkaha atıyor.
Buna sadece çocuksu merak diyebilir miyiz? Çocuksu saflık? Bence değil… Bu olsa olsa varoluşsal temasın beraberinde getirdiği yükseliş öforisi olabilir. Ruhun, ilahi ellerle gıdıklanması.
Öyle sanıyorum ki neşe tam olarak böyle bir şey.
POZİTİF OLANI KAVRAMAK
Çıkılamayan videoları sever misiniz? Japon ustaların acayip bıçaklarla sebzeleri ustalıkla kesmelerini izlemek, kar videoları ya da hadi itiraf edeyim, slime videoları… Böyle şeyleri izlerken insan kalakalır. Bakmaya doyamazsınız. Bunları izlemek tıpkı çocukken babamın eve geldiği o ilk birkaç dakikanın hissine benziyor. Ya da halı yıkanırken fırçanın tersiyle suları sıyırmaya. Enfes bir boşluk, geri kalan her şeyin bir an için durması. Dünyanın, o an olmakta olana hayranlıkla izin vermesi. Bu bir kavrayış anı. Bir anlık bir şey. İnsanın içi, tanımlanamayan ama çok, çok iyi hissettiren bir şeyle dolar. İşte bence neşe bu.
NEŞE VE KAHKAHA
Hint asıllı İngiliz Bilim Gazetecisi Anjana Ahuja, “Bizi güldüren şeylerin en ilginç tarafı neyin bize kahkaha attıracağını ön göremememiz” diyor. Bunda da çok haklı çünkü beynimiz herhangi bir şeyi işlemeye başladığında onunla ilgili bir dizi çoklu görev yürütüyor. Topladığı bilgiyi saniyeler içinde ilgili pek çok farklı bilgiyle etkileşime sokuyor, doğru yerler arıyor, orayı burayı tetikleyip duruyor. O esnada kendi içinde çok özel bir stres altında. O olabildiğince rasyonel, tutarlı ve mantıklı nedensellikler peşinde… Hazırlanıyor. En doğru tahmini bulmaya çalışıyor. Neden? Çünkü sen zekisin, akıllısın, yaratılmışlar içinde Fibonacci Dizisini bulan tek türsün ve elbette türünü en iyi şekilde temsil etmeye devam etmelisin ki havan olsun!
İşte bu, ataları arasında Leonardo Fibonacci, Albert Einstein ya da Nicola Tesla gibi dâhiler de bulunan ancak, düşe düşe bize düşmüş olan beynimiz onca hengâme onca uğraşla en şahane sonuca ulaşmaya çalışırken bir bakar hiçbir şey düşündüğü gibi çıkmamıştır. İşte tam o an ne olur? Ani bir “Bu ne şimdi!” şoku. Hiçbir şey düşündüğü gibi değildir. E ne yapacak, gülecek tabii. Hani soğuk espriler vardır ya, bunlara güldüğümüz anlar tam olarak bu hali anlatıyor.
Hemen bir örnekle yaşatayım size: “Herkese günaydın ama sana good morning, neden? Çünkü sen artık bir yabancısın.” Tamam gerçekten çok kötü ama gülmediniz mi? Ben çok güldüm.
AKLIN TESELLİSİ
Mantık, bir hapishanedir. İşte oradan ara sıra kaçmak gerek. Hatta belki sık sık. Dalga geçmek için, iyi vakit geçirmek için, biraz iyi hissetmek için. Zira hayatlarımız tıpkı Babil Kulesi gibi değil mi? Yığma… Üst üste. İç içe. Bir acayip kaos. Her birimiz her gün yük taşıma kapasitemizi geliştiriyoruz. Adeta ruhsal olarak kas yapıyoruz. Belki de bu nedenle, Galler Kralı VIII.Edward gibi yükümüzü bırakıp şöyle kızgın kumlardan serin sulara atlamak gerek.
Hep akıllı hep güçlü hep hazırlıklı hep tetikte hep uyanık olmak zorundayız. Hayatta kalmanın gerçekleri milyonlarca yıl öncesiyle aynı çünkü. O vakitler vahşi doğaya karşı mücadele ediyorduk artık yeni nesil vahşiler bizleriz. Kendimiz ve diğerleri. O halde arada kravatları gevşetmek, ayakkabıları çıkarmak, bir banka oturup uzaklara bakma anları yaratmak hakkını kendimize vermeliyiz.
Hiç şüphesiz gülmek, elzem bir ihtiyaç
Peki kendimizi gülmeye ve neşeye nasıl açacağız?
Bunun iki yolu var:
1. Kendi kendimize gülebilmek
2. Bizi güldürecek şeylerle temas kurmak, fırsat yaratmak
MATRAK BEYİN
Şimdi kendi kendine gülebilmek deyince toplumsal kodlarımızı düşünelim: “Kendi kendine gülene deli derler!” Bu lafa katiyen inanmıyorum. Kendi kendine gülebilmek beynin eğlence metodudur bence. Onun da düzene, rasyonaliteye, ölçeklere, düzgünlüğe baş kaldırma hakkı var! Kaos, düzene karşı. Dil çıkarmak, saçını parmağına dolamak ve banyo yaparken şarkı söylemek onun da hakkı! Ve onun da hakkı dinlenmek, hoşça vakit geçirmek, saçma sapan bağlantılar kurmak… (Şu an bunları yazan da benim beynim olduğuna göre, sanırım bunlara inanmak zorundayız. Diğer tüm beyinlerin temsilcisi şu an o. Yani ben. Aman tanrım!)
Doğrusu ben kendi kendime çok gülerim. Hatta geçirdiğimiz maskeli iki yılın en büyük iki konforundan biri yollarda tek başına gülebilmek ve şarkı söyleyebilmek. Şimdi ben deli miyim? Yooo!
Gelgelelim bir de dışsal tetikleyiciler var. Capsler, fıkralar, stand uplar ya da gündelik diyaloglar esnasında gelişen bir dolu gülünesi şey. Bana kalırsa beyin, pipisini her fırsatta başkalarının pipisiyle kıyaslayan bir oğlan çocuğu gibi bazen. O da kendi performansını başkalarının performansıyla kıyaslıyor. Ve işte bazen bu kıyasta üstün çıkınca büyük bir keyif alıyor ve basıyor kahkahayı. Dalga geçiyor, küçümsüyor, diğerini çok şapşik buluyor. Tadına doyulmaz unutuş anları. Nihayet ahmak olan başkasıdır, kendisi değil. Bu büyüklenmeli hal de hoştur. Mesela Uçurumdan Düşen İbo ve Aşırı Sakin Arkadaşları videosunu bilir misiniz? İlk kez izlediğim günden sonra haftalarca düşünüp düşünüp gülmüştüm. Ha şimdi izleyince siz gülmeyebilirsiniz ama bir anonim sözde denildiği gibi “Sadece eşitler aynı şeye gülebilir!” Eğer gülmediyseniz muhtemelen benden daha gelişmiş bir şapşiklik anlayışınız vardır.
İşte bu çeşit bir gülme ve kendiyle iftihar etme meselesi, tüm komedi tarihinin özüdür. Sizin beyniniz fularını takmış, bacak bacak üstüne atmış, altın varaklı rustik berjerinde günlük gazeteleri okurken bir diğerinin beyni muhtemelen sarı bezi sıkıp lavabonun kenarına yerleştiriyordur. N’apalım bu işler böyle.
ZEKİLER Mİ ÇOK GÜLER ŞAPŞİKLER Mİ?
Bu soruya bir aklı evvel “şapşikler” diye bir cevap vermiş. Ama sanırım o, o gün hâkî yeşil fularını takmış olmalı. Espri zekâsı gibi önemli bir zekâ türünün varlığı bana, gülmenin de zekâ ile ilgili olduğunu düşündürüyor. İnce bir ironi, tatlı bir paradoks, gırgırı yüksek bir varsayımı kurgulamak az şey mi? Çünkü tersinin doğru olmaması çok saçma. Espri yapmak, hiciv, mizah zekâ ile ilgiliyse… Bunun takdiri ne olacak? Birilerinin de sana katılıp gülmesi gerek nihayetinde. Aksi halde kimsenin gülmediği fıkralar gibi olmaz mıydı? O halde biri espri yapacak diğeri gülecek ve aralarındaki eşitlik (az önceki anonim deyişi hatırlayalım) ortamı şenlendirecek.
BİLİM BU İŞE NE DİYOR?
İyi haber şu ki bilim insanları gülmenin sebeplerini henüz kesin bir şekilde açıklayamıyor. Bazı çıktılar var elbette. Örneğin gelotoloji adlı bir alt bilim dalı, gülmenin insan fizyolojisi üzerindeki etkilerini inceliyor. Hatta Amerikalı bir sinir bilimci olan Psikoloji Profesörü Robert R. Provine hayatının önemli bir kısmını bu konuya adamış biri ancak onun da elinde gözlemsel verilerden başka hiçbir şey yok. Dolayısıyla gülüyoruz ama bir sor niye, diyecek olsak kimsenin verecek bir cevabı yok! Ben bütün sırrın burada yattığına inanıyorum. Neden güldüğümüzü bilmemek şahane bir şey. Yoksa allah muhafaza onu engellemenin de bir yolunu bulur, elimizden alabilirlerdi. Kimler mi? Rakıfillırlar falan…
İDDİA EDİYORUM, BU İŞTE
BİR İŞ VAR!
Keşke bir filozof olsaydım ya da bir guru çünkü insan sıradan bir fani olunca istediği her şeyi söyleyemiyor. Eğer mühim biri olsaydım, o zaman gönül rahatlığıyla şunları derdim:
1. Tüm kafadan bacaklılar tanrının bizlere bir şakasıdır.
2. İnsanın kendine ettiği en büyük kötülük ve dahi var oluşa yaptığı en büyük kısıtlama mantıktır, akıldır.
3. Gerçek dediğimiz şey sıkıcıdır, hayat diğer ihtimalleri de görebilenlere güler.
4. Evrenden dünyaya akan bir neşe nehri vardır. Bu nehir görülmez, duyulmaz. İnsana düşen sadece o nehir ile kendisi arasında bir yatak oluşmasına emek vermektir.
5. Heidi’nin kahkahasında ilahi öfori alemlere ders olması için Spyri’ye ilham edilmiştir. Mesajı alanlar, yaşamıştır.
6. Evrenin tüm bilgeliği, neşe nehrinin balıklarıdır.
7. Yaratıcılık, neşeden gelir.
8. Güne “Hayat dudaklarda mey, eğlen oyna durma hey, yaşamak ne güzel şey” gibi neşeli şarkılar dinlemek, evsizlere ev, barksızlara bark, eşsizlere eş getirir. Neşe, tüm dileklerin enterı, tüm imkansızlıkların imkânı, tüm karanlık senaryoların karşı tezidir.
Bak şu an bunları canva’da hazırlanmış instagram postları olarak hayal ettim! Fakat çok iyi olmaz mıydı?
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.