İliklerime kadar nefret ediyordum bedenimden….
Farkındalık

İliklerime kadar nefret ediyordum bedenimden….

Gücümüzün ne kadarını güzellik takıntımıza veriyor olabiliriz?

Cevap, sandığımızdan kat kat daha fazla!

Ay yalan söylemeyeceğim, işimiz biraz uzun sanki he he! Yani burada ekranın başına oturdum ve düşünüyorum. “Neresinden başlayacağım bu lanet olası güzellik algısı/beden imajı/şişmanlık fobisi/beden olumlaması/osu/busunun?” Belki de anlatmamalıyım, sadece göstermeliyim diyorum. Sonra Türkiye’de yaşadığımızı hatırlıyorum ve tabii benim de aslında utangaç bir kız olduğumu. Öğrenmemiz gereken birçok şey olduğu kadar, İngilizce tabirle un-learn etmemiz gereken yani unutmamız gereken öğrenilmiş şey de çok var. Öyle bir noktaya gelmiş durumdayız ki aynaya baktığımızda gördüğümüz şeyi hiçbirimiz olduğu gibi kabul edemiyoruz. Mutlaka müdahale etmek istiyoruz. Ya makyajla ya da minik kozmetik müdahalelerle ya da estetik ameliyatlarla ya da ya da ya da… Sorun sadece yüzümüz de değil üstelik. Bedenlerimiz hiçbir zaman yeteri kadar “yeterli” değil. Neye yeterli değil? Dayatılmış bazı güzellik standartlarını karşılamaya yeterli değil. Nasıl olsun ki? Dünyada milyarlarca insan yaşıyor ve fakat hepimizden aynı şekilde görünmemiz bekleniyor. Öyle değil mi?

Belki de başlamamız gereken nokta budur: Farklılıklarımız. Bizi biz yapan şeyler. Farkındaysak bedenimizi  olduğu gibi ortaya koyarken hisssettiğimiz çekinceyi benliğimizi ortaya koyarken de yaşıyoruz. Farklı olmak zor. Aidiyet arıyoruz. Kabul görmek istiyoruz. Ama günün sonunda, ne yaparsak yapalım, kendimizden ne kadar ödün verirsek verelim yetmiyor, yetemiyoruz. İnsanın kendilik algısı başkaları üzerinden gelişen bir şey. Beden algısı da bir bakıma benzer şekilde işliyor. Yani bizler bedenimizi gözlemlerken başkalarının gözleriyle görüyor ve değerlendiriyoruz. Şimdi burayı biraz dikkatli okumanızı rica ediyorum çünkü çok önemli, biraz karışık gelebilir ilk başta:

Bedenimize dair sahip olduğumuz yargılar aslında başkalarının bedenimize baktığında duyumsayacağı yargılara dair varsayımlarımızdan meydana geliyor. Kendi bedenimize objektif bir açıdan bakamıyor, onu saf ve olduğu haliyle göremiyor, kabul edemiyoruz.

Hemen kendi yaşamımdan bir örnek vereyim. Benim dişlerimin üst hattı sağa doğru kayık ve ben bunun aşırı farkındayım. Ve sanıyorum ki bunun herkes farkında. Yani aslında bu kusurumu insanların gözünden görerek değerlendiriyorum kusur olarak. Fakat bugüne kadar dişlerimin düzgünlüğüne dair aldığım övgüler öyle çok ki. Ben ise övgüyü alır almaz şu cevabı veriyorum: “Ama bakın üst hattım kayık” ve gerçekten gözlerine sokar şekilde bunu onlara gösteriyorum. Onlar ise ancak o zaman bunu fark ediyorlar. Fakat bana sorarsanız bu aşırı belirgin bir kusur ve utandığım bir şeydi uzun bir zaman. Oysa milletin haberi yok. İşte bu davranışımızı da çarpık algımız yönetiyor. Çarpık algımızı ise kim yönetiyor? Birçok farklı aracı kullanan ve birden fazla mecrayı kapsayan medya diyebiliriz. Medya, kim(ler) tarafından belirlendiği belli olmayan(!) bir takım güzellik standartlarını farkında olmadığımız bir seviyede bizlere empoze ediyor.

Peki medyayı kim yönetiyor? Bir düşünün bakalım. Kimler devasa büyüklükte olan kozmetik, estetik, moda yani “güzellik” ile ilişkilendirebileceğimiz tüm bu sektörlerden akıllarımızın alamayacağı kadar büyük kazançlar elde ediyor? Cevaplar belli gibi he?

Fakat bana sorarsanız çözüm kimin yaptığını bulunca gelmiyor. Çözüm farkındalıkta yatıyor. Çözüm hatta önce şunu fark etmekten geçiyor: “Ben aynada kendime baktığımda, onu saf ve olduğu haliyle görüp kabul edemiyorum. Bu da şu demek: Ben kendime baktığımda, kendimi parçalara ayırıyorum. Beğendiklerim, beğenmediklerim. Olsa da olurlar, olmasa keşkeler. Nefret ettiklerim, çok sevdiklerim – ki bu çok sevdiklerim pek karşılaşılan şeyler değiller. Kendime bakıyorum, kendimi parçalara ayırıyorum ve kusurlarımla ilgilenmeye başlıyorum. Kusurlarım neden kusur? Çünkü bana öyle söylendi. Çünkü bana dendi ki “akne bir kusurdur, pürüzlü cilt kusurdur, leke kusurdur, kemikli bir burun kusurdur, selülit kusurdur, belimin etrafındaki yağ katmanı kusurdur, kalın bacaklar kusurdur, çok ince bacaklar da kusurdur, löp etler kusurdur, çok büyük memeler kusurdur ama çok küçük memeler de kusurdur. …dur, …dur, …dur…” Yani farklılıklarımız. Kusur mu? Yani doğal, genetik, dönemsel, kişisel sebeplerden olan ya da sonradan gelişen özelliklerimiz, kusur mu? Kusur, nokta.

Tamam hepimiz inandık çok güzel. Kusurluyuz. He-pi-miz. İstisnasız. Bakın günlük hayatta gördüğünüz o çok güzel, o çok doğal arkadaşınızın bile gizlice gidip ufak dokunuşlarla minik dolgular yaptırıp yaptırmadığını, dudaklarını renklendirip renklendirmediğini bilemiyorsunuz artık. O da kusurlu. Paniklemeyin, merak etmeyin. Hepimiz kusurluyuz. Sakin olun ve okumaya devam edin. Neden oluyor bütün bunlar? Neden bu kadar zor? Yorulmadık mı? Ben var ya o kadar yoruldum ki size anlatamam. 

Neden oldu/oluyor bütün bunlar için belki küçük bir ipucu verebilirim. Size Naomi Woolf’un The Beauty Myth (Güzellik Efsanesi) kitabından bir alıntı yapacağım, ne düşüneceksiniz bakalım:

“Bir kültürün kadının zayıflığına takmış olması kadın güzelliği hakkında değildir, kadının itaat etmesi hakkındadır. Diyet, kadının tarihindeki en etkili sakinleştiricidir. Sessizce deliren bir topluluk çok daha kolay kontrol edilebilir.”

Yani selülitlerimiz yüzünden üzüldüğümüzde, aç kaldığımızda ve dikkatimiz dağıtıldığında, hiçbir zaman tüm gücümüzle var olamayız. Sonra devam ediyor:

“Fazlasıyla kendinin farkında olan bir kadın, kendi duyarlılığını salıp onun oynamasına izin vermez. Eğer açsa gergin olacaktır. Eğer tükenmişse, kendi gözünün yansımasından bile alarm durumuna geçecektir. Eğer bedeninden utanırsa, hareketleri durağanlaşacaktır. Eğer dikkat çekmeyi kendinde hak görmüyorsa, içinde parlayacağı bir alanı da hiçbir zaman talep etmeyecektir.”

Offf beee! Durun. Bunu sindirmem lazım. Ya bu tam da bana olan şey biliyor musunuz? Bir bakın bakalım kendinize dair bir şeye dokundu mu? Vay banağ vaylar banaaağ diye yine acıyorum şu anda kendime. Heh ama acıdım bitti tamam. Çünkü ben artık öyle biri değilim ama o halime de acımıyorum, şaka şaka. Acıdığım çok uzun zamanlar geçirdim, evet. Evde, arkadaşlarımla buluşmak için giyinmeye çalışırken, hiçbir şeyi yakıştıramayıp, kilo aldığımı fark edip kendimi yere bıraktığım ve saatlerce ağladığım günlerim oldu. İzole oldum hayattan. Aynaya bakıp göbeğimi, bacaklarımdaki fazla yağları tutup “keşke şunları kesip atabilsem” diye içimden geçirdiğim günler oldu. İliklerime kadar nefret ediyordum bedenimden. Bilmiyorum belki rahatsız oldu bazılarınız okuyunca ama bunlar doğru. Ve maalesef ki özellikle ergenlik çağındaki birçok çocuk bedenlerinden nefret ediyor. Birçok genç kadının ve erkeğin yeme bozukluğu davranışları var. Sonuç şuraya varıyor: Çok fazla makyaj yapıyoruz, fotoğraflarımızda çok fazla filtre kullanıyoruz, ufak tefek dokunuşlar yaptırmak hepimizin aklından geçiyor ve hiçbir zaman yeterince zayıf değiliz. Üç nokta.

Belki bunların hepsi tek seferde düşünmek için biraz fazla. O yüzden burada bırakacağım şimdilik. Sadece şunu fark etmenizi diliyorum tüm bunları yazarken: Gücümüzü bu güzellik takıntısına tahminimizden çok daha fazla veriyoruz. Gerçekliğimizin büyük bir parçası ve değişmesinin zamanı geldi. Nasıl mı? Önce fark ederek. Sonra bilinçli bir şekilde dönüştürmek adına adımlar atarak ve bu dönüşüm konusunda ısrarcı davranarak. Bir günde olmayacak ama hey, herkes bir yöne giderken başka bir yöne gitmek çok zevkli değil mi ya? Gelin birlikte çıkaralım bu isyanı. “Yeter be!” diyelim.

“Ben benim ve olduğum halimle yeterim!”

Son olarak yukarıda bir de şu kabul görmek arzumuzdan bahsetmiştim. Bunu da fark edelim. Aslında hepimiz kabul edilmek için uğraşıyoruz. Kim kabul edecek bizi peki? Kim bize gelip “sen olmuşsun, geçebilirsin” diyecek? Ve biz nereye geçeceğiz sonra? Geçeceğimiz yerde ne olacağı bize vaat edildi ya da biz ne olacağına inandırdık kendimizi? Neden şişmanlık, kemikli bir burun, kıllı olmak, büyük ayaklara sahip olmak ve tabii birçok başka “kusur” bizim için ölüm gibi bir şey? Belki bunu düşünürüz birlikte. Özellikle şişmanlık söz konusu olunca, ilk vereceğiniz cevap, “çünkü sağlık” olmasın lütfen, beni daha derin bir seviyeden anladığınıza inanmak istiyorum. Başka türlü düşünmenin zamanı geldi, çünkü başka türlü bir yol mümkün.

Sevgi olsun!


©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

Aslıhan Aydoğan Büyükakgül
1988 yılında doğdu. 21 yaşında Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu. Çalışma hayatına özel sektörde başladıktan 5 sene sonra, istediğinin bu olmadığına karar verdi ve hayallerinin peşine düşmek için işinden ayrıldı. 27 yaşında oyunculuk dersleri almak adına çıktığı yol onu kendi özüne doğru olan yoluna da yönlendirdi. Bu süreçte birbirinden farklı birçok eğitim aldı. Bu eğitimler hem bilişsel bilgileri, hem mistik ilimleri içermekteydi. Şimdi ise oyunculuğun yanı sıra tüm bu deneyimleri esentezleyerek tasarladığı atölyeler, danışmanlıklar ile kişiler ile birebir çalışmalar yapıyor.