Kaç Yanlış Bir Doğrunun Hakkı?
Farkındalık

Kaç yanlış bir doğrunun hakkı?

Kimin kim olduğu hakkında kim, ne söyleyebilir? Söylemeli midir? Tarihin hiçbir zamanında insan, bugünkü kadar benlik müdahalesine uğramamıştır. Ve tarihin hiçbir zamanında insan, bugünkü kadar sistematik bir tanımlamaya maruz kalmamıştır. Hani her birimiz otantik varlıklardık, kendimizi olduğumuz halimizle sevecektik, koşulsuz kabul edecektik, ne oldu o iş?

“Siz insanlar, dedim. Bir şey hakkında konuşurken, hemen şöyle söylemek zorunda hissediyorsunuz kendinizi: bu aptalca, bu akıllıca, bu iyi, bu kötü! Bütün bunların ne anlamı var? Sırf bunları söylemek için mi bir olayın iç yüzünü araştırıyorsunuz? Onun niçin olduğunu, niçin olması gerektiği şeklindeki sebepleri kesinlikle açıklayabiliyor musunuz? Böyle yapsanız, yargılarınızda bu kadar aceleci olmazdınız.”

Goethe, Genç Werther’in Acıları

Kimin kim olduğu hakkında kim ne söyleyebilir? Söylemeli midir? Tarihin hiçbir zamanında insan, bugünkü kadar benlik müdahalesine uğramamıştır. Ve tarihin hiçbir zamanında insan, bugünkü kadar sistematik bir tanımlamaya maruz kalmamıştır. Hani her birimiz otantik varlıklardık, kendimizi olduğumuz halimizle sevecektik, koşulsuz kabul edecektik, ne oldu o iş?

Katiyen kabul edilemiyorum

Eskiden ne güzel sadece kadın dergileri vardı ve oralardaki testleri çözer, çıktıları üzerinden üç beş farkındalık yaşardık. Astroloji vardı mesela, teyit edilir, onaylanır, fikir edinirdik. Kendimizle işimiz dakikalar içinde biter, coğrafya çalışmaya geri dönerdik. Şimdi her yerden kendimle ilgili bir şey fışkırıyor. Bu delirtici.

Bu aralar kişisel gelişim mevzularında inanılmaz bir bolluk var. Her yerden yeni bir şey çıkıyor. Yeni bir sistem, yeni bir bakış açısı, yeni bir yorum. Kendini bir daha bir daha döküyor, bir daha bir daha topluyor ve bir daha bir daha bakıyorsun kendine: atılacaklar, tutulacaklar. Hastalık hastaları ya da estetik bağımlıları gibi olundu, çarpıklaşmış benlik algımızla oramız buramız sargılı, alçılı ortalıkta gezinip duruyoruz. Spiritüel merhemler, ruhsal ağrı kesiciler, ileri karmik görüntüleme teknikleri, birtakım medyumluklar acayip acayip işler. Body shaming’in kendilik shaming modeli: birini kusurlu, değersiz, olmamış, eksik, fazla hissettirerek kötü hissettirmek, hatta utandırmak. 

Müsaade ederseniz kendimi seveceğim

Gençlerin harika bir kelime buluşu var; zorbalamak diyorlar, birinin karşısındaki kişiye zorbalık etmesi anlamında. Zorbalık nedir, gücün kötüye kullanılması. Kişisel gelişim alanının berbat bir tarafı var. O da birilerinin sonsuz bir hak görme ile sizin hakkınızda yorum yapması, fikir söylemesi, sizin bütünlüğünüz ile ilgili ahkam kesmesi. Bir yanınızı kapsarken diğer yanınızı bütünden ayrı değerlendirmesi. Bütüne hizmet etmeyen(!) ya da bütüne “halel getiren” parçalarınızı tanımlayıp sizi onları değiştirmeniz gerektiğiyle ilgili manipüle etmesi. Sizin de bunu kabul etmeniz. Çare arayan, medet uman, mucize bekleyen, değişmek isteyen size, bunlarla ilgili ahkam kesmesi. Ya da birine ihtiyaç duymaksızın bunu kendi kendinize yapmanız. Kendinize kendinizi kötü hissettirmeniz. Oysa bu alan, medet umulan olduğunda tekinsiz bir alana dönüşecektir.

Kontrolsüz içsel kazınma ya da aralıksız pompalanan farkındalık sizi, parçalanmış benliğinizle baş başa bırakma tehlikesini de beraberinde getiriyor. Kendinizle ilgili aldığınız o geri bildirimler, edindiğiniz farkındalıklar, yapılacak işler, düzeltilecek kusurlar, yeniden yapılandırılacak kişilik özellikleri, kazanılacak yeni bakış açıları falan derken gerçeklikten kopmak, obsese olmak, duygusal dengeyi bilinmeyen bir süre boyunca kaybetmek, aşırılaşmış beklentiler; yanıltıcı kaynaklar ve dayanaksız argümanların neden olduğu bilgi kirliliği.

Ben benim, sen sensin

Benliğini, yaşamını, gerçeklerini durmaksızın sorgulamaya, araştırmaya açmak, iç dünyanı alameti kendinden menkul yöntemlerle kontrolsüzce analiz etmek ya da analiz edilmesine izin vermek fayda değil zarar getirecektir.

Bu zararlar neler mi olabilir?

  1. Obsesif düşünce kalıpları
  2. Duygusal tükenme
  3. Kendine yönelik eleştiri ve düşük özsaygı
  4. Özgüven sarsılması
  5. Kararsızlık ya da karar verme süreçlerinin örselenmesi
  6. Gerçeklikten kopma
  7. Mutsuzluk, hüzün, melankoli ve keder
  8. Kendini ifade etme güçlüğü

Bu maddeleri çoğaltabiliriz. Ama sizin de fark edeceğiniz üzere sürecin sonunda bizi bekleyen en büyük tehlike utanç, suçluluk, değersizlik ve yetersizlik duygusu. Oysa bizim amacımız ne, daha doğrusu bizim amacımız ne olmalı: Bütünleşme. Kendimle bütünleşme. Kendimi kapsama ve kabul etme. Değiştirmek değil görmek, fark etmek, yönetmek. Yani yapıldığı gibi kendi parçalarımı dışlamak, onları reddetmek, itip kakmak, akbabaların önüne atmak değil. Oradalar diye suçlu, eksik, kusurlu, değersiz, yetersiz hissetmek değil.

Kendini seçemiyorsun, bırakıp kaçamıyorsun

Sezen Aksu, Farkındayım

Bir göl düşünelim. Gölün bir dibi vardır. Gölün kıyıları vardır. Yüzeyi vardır. Yüzey başkadır, dip başkadır. Göl, dibi ile birlikte kapsanmıştır. Su, dibi ve dışı ile bütün olarak zırhlanmıştır. Arada rüzgarlar eser, fırtınalar kopar, mevsimler gelir geçer. Göl dalgalanır, dip suya karışır, dış suya karışır, çöplenir, sazlanır, bulanır bazen kudurur. Bazen kımıltısız öylece durur. Göl sadece su değildir. Göl hepsidir.  Hepsi göle dairdir. Göl de hepsindendir. Dip kötü değildir. Dalgalandığında bulanması, dibin ayağa kalkması kötü değildir. Bu, gölün doğasıdır. Hareketi zapt edersen göl artık bataklık olur. Dibi raptedersen o artık kaya olur. Kötü ya da negatif yoktur, doğa vardır. Nesnelerin doğası. Doğanın doğası vardır. Hakikat budur. Ayan-ı sabite budur. Diğer her şey yorumdur, özneldir, bükülmüş ve ellenmiştir.

“Arada dalgalanıp bulanıp sonra dinmek de mümkün”

Osho’nun harika bir anlatısı vardır bununla ilgili. Der ki, “Utanç duymaya gerek yok. Evren senin bu şekilde olmanı istiyor, o yüzden bu şekildesin. Evrenin sana bu şekilde ihtiyacı var; yoksa seni değil, başka birisini yaratırdı. Hiçbir koşul, hiçbir sınır olmadan kendin ol; sadece kendin olduğunda dindarsın, çünkü sağlıklısın, bütünsün. Rahibe ihtiyacın yok, psikanaliste ihtiyacın yok, kimsenin yardımına ihtiyacın yok, çünkü hasta değilsin, sakat değilsin, felçli değilsin. Özgürlüğün bulunmasıyla bütün o sakatlanmışlık ve kötürümlük gitti. Kendini korkusuzca, olabildiğince farklı şekillerde ifade et; korkacak hiçbir şey yok, seni cezalandıracak veya ödüllendirecek kimse yok. Varlığını en hakiki haliyle, doğal akışı içinde ifade edersen, hemen -yarın değil, bugün, şimdi ve burada- ödüllendirileceksin. Ancak kendi doğana karşı gelirsen cezalandırılırsın. Fakat o cezanın faydası olur; basitçe kendi doğandan uzaklaştığının, biraz yoldan çıktığının göstergesidir. Geri dön! Ceza, intikam değildir. Hayır, ceza seni uyandırma çabasıdır yalnızca: Ne yapıyorsun? Bir yanlış var, bir şey sana karşı gidiyor. Bu yüzden acı var, kaygı var ve keder var. Doğal olduğunda, kendini daha şanslı olan ağaçlar ve kuşlar gibi ifade ettiğinde -çünkü hiçbir kuş rahip olmaya çalışmadı ve henüz hiçbir ağaç psikanalist olmayı düşünmedi-, varoluşun evin olduğunu hissedeceksin. Ve din evde olmaktan ibarettir.”

Biz kendimizi hasta, hatalı, ters, kusurlu hissettiren şeylerin sahiciliğini, hakikate dairliğini sorgulamak en önemli sorumluluğumuzdur.

Biz bir ıvır zıvır öbeği değiliz

Jung, “Sadece birleşmiş bir kişilik yaşamı deneyimleyebilir, parçalara ayrılmış ve kendisine ‘insan’ diyen ıvır zıvır öbeği değil.” der. Çok iyi bir ifadedir bu. İnsanın ışığı tamamen kendisidir.

Esra Erol’daki Cemile’yi hatırlar mısınız? “Ben neysem oyum, açık açık söylüyorum,” demiş ve eklemişti, “Kavgacıyım evet, huzursuzluk yaparım evet, sinirliyim evet, takıntılıyım evet.” Bu sözleriyle ne güzel anlatmıştı kendisini. Biliyor musunuz, farkındalık da tam olarak böyle bir şeydir. Bizi bilinçli bir şekilde kendi diplerimize daldırır. Farkındalık korkunç tahminlerin, fütursuz tespitlerin, katı kurallarla çerçevelenmiş tanımların ve olumsuza seçici odaklanmanın çok ötesinde bir yerdir. Kendimin bütününü göreceksem, diplerimi keşfedeceksem, bu elzemse, birinin başımı ikide bir suya batırmasına ihtiyacım yok. Oksijen tüpüm, şnorkelim, paletlerim ve deniz gözlüğümle istediğim zaman bunu yapabilirim tabii eğer yüzmeyi de biliyorsam. Neden durup dururken bir başkası tarafından dibe çekiliyorum? Birbirimize bunu neden yapıyoruz?

“Kıskancım evet, eziğim evet, kibirli ve patavatsızım evet. Karmik borçlarım da var, zaten atalarım da hiçbir şeyi tam becerememiş!”

Şimdi bu bilgiyle ne yapmalı? Her zaman bir şey yapmak zorunda mıyız? Bazen hiçbir şey yapmaya gerek yoktur. Gerçekliğimizi saran her şey bizi büyümeye ve olgunlaşmaya davet eder, bazen de bunu bizzat kendi yapar. Tıp biliminin birinci kuralı nedir biliyor musunuz, hemen söyleyeyim: “Zarar verme.” Kimseye zararım dokunmadan tatlı tatlı tırnaklarımı yiyip, kıskançlık atağım geçince kalkıp kek yapabiliyorsam benim kıskançlığımdan kime ne? Ne olur biraz aptalca konuşsam ne olur bazen çekingen davransam? Ne olur birkaç yanlış karar versem? Arada hatalar yapsam ne olur? Kaç yanlış kardeşim bir doğrunun hakkı? Söyleyin, kaç paraysa verelim.

Bazen sadece bilmek yeterlidir. Bazen değiştirmek değil, geçene kadar beklemek yeterlidir.

Seni kendin olmaktan alıkoyan şeyden başka görecek bir şey yok!

Kendime sırt üstü yatıp kendi suyumun üstünde huzurla süzülmek istiyorum ben. Nefesim yettiğince kendime dalmak, kendimde memnun kulaçlar atmak istiyorum. Kendimin tadını çıkarmak. Hayatımı dibime adamak değil her katmanımı güvenle var ederek yaşamak.


©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

serda-kranda-kapucuoglu_
Kitap projeleri, yayın danışmanlığı, yazar koçluğu ve geliştirici editörlük yapıyor. Jungian Koç. Birdenbire adlı ilk romanını 2022’de yayımladı. Kurucusu olduğu ZB Akademi’nin Serda Kranda Akademi markası altında hem kurumlar hem de bireyler için editörlük ve yazarlık atölyeleri düzenliyor, editoryal danışmanlık veriyor. 21 Gün Okuyanları adlı okuma kulübünün kurucusu. Mümkün Dergi’nin ve 360 derece editörlük ve yayın danışmanlığı hizmetleri veren Mümkün Ajans’ın kurucu ortaklarından. Edebiyat, felsefe, mitoloji ve psikolojiyle ilgileniyor. 1979 İstanbul doğumlu. Evli, kedili ve iki kız annesi.