“Kendi yüzümü kendi gözlerimle görmek istiyorum.” Sizce bu mümkün mü? Yağız 4 yaşındaydı bu soruyu sorduğunda. Ben ise henüz taze bir öğrenci, kitap bilgilerine gömülmüş karizmatik bir yoga eğitmeni. Sohbet şöyle devam etti:
-Aynada görebilirsin yüzünü Yağız.
-Hayır, ellerimi gördüğüm gibi görmek istiyorum.
-Ama gözlerin yüzünde bu mümkün değil.
-Ama niye? Seni kendi gözlerimle görüyorum, kendimi niye göremiyorum?
Ben çok ulvi bir yanıt vermek istiyorum, çocuğun hayatında bir dönüm noktası olmalı, çok profesyonel bir tavır ile düşünüyorum ama yok, çıkmıyor.
-Ben biraz düşüneyim annem (Bir çocuğa bunu nasıl anlatırım ki? Ve gerçekten sorunun cevabını ben de bilmiyordum) Böyle yaratılmışız Yağız. Başkalarını görerek, kendimizi ise araştırarak, izleyerek tanıyoruz.
Hani ben meditasyon yapıyorum ya işte gözümü kapatarak izlemeye çalışıyorum yani kendimi.
Yağız yanıtı hiç beğenmedi aslında:
-Yani Allah bizi böyle yaratmış, biraz tuhaf, ben niye kendimi tanıyamıyorum ki?
Aradan yaklaşık bir hafta geçti, Şükrü çektiği videoyu televizyondan gösteriyor, Yağız gözlerini kocaman açtı:
-Bu ben değilim, bu benim sesim değil. Sizin sesiniz aynı. Bu benim sesim değil, diye ağlamaya başladı.
-Anneciğim biz de kendi sesimizi çene kemiğimizden duyuyoruz, diye anlatıyorum ama Yağız ağlamaya devam ediyor, dinlemiyor bile beni.
-Bunu da Allah mı yapıyor? Benim gerçek kendimi görmeme neden engel oluyor, bu gerçek sesim değil, bunu bana yapmaya hakkı yok!
Susmadan ağlıyor, durmuyor. Annemden öğrenmiş yanım “Aa beni üzme Yağız, ağlama hadi odana” demek isterken bilen yanım durduruyor. Büyüyünce her şeyi bilirim sanıyordu çocuk yanım, gözlerini kocaman açtı şaşkın, dokunsan ağlayacak. “Anne olmayı beceremedim.”
Gelmesi gereken tam zamanında gelir, sen görmeyi istiyor musun?
Neyse ki az çok bir şeyler biliyorum. Çocuk gelişimi okudum. Yağız’ın soruları ile dalga geçmeden anne baba olarak bildiğimiz kadarını anlattık, ses oyunu oynadık, borulardan birbirimize konuştuk, kulaktan kulağa oynadık, bez torbanın içine oyuncaklar koyup dokunarak tanımaya çalıştık, gözlerimizi kapatıp birbirimize dokunduk, kendi yüzümüze dokunduk. O zaman ne biliyorsam o kadarıyla destek olmaya çalıştım Yağız’a.
Yine kendimle çalışıyorum son zamanlarda, babamın ölümünü kabullenmek, acımı ıstıraba çevirmeden içinden geçmek, olanı bütünüyle görebilmek için meditasyon çalışmaları yapıyorum. Hatta başlangıç seviyesi meditasyon eğitimlerini tekrar almaya başladım. Kitaplığı kurcalarken, hamile olduğumu öğrendiğimden beri Yağız için hazırladığım defter elime geçti. Hep başkasının gözlerinden bakıyoruz kendimize. “Annemizin” gözü mimleniyor içimize ve o mimle başkasının bizi nasıl gördüğünü anlayıveriyor ve kesiyoruz geçer ya da geçmez biletini.
Kendimizle tanışmadan, başka birini tanıdığımızı sanıyor bir de onunla yaşadıklarımıza üzülüyoruz.
Başkasının gözleriyle değil, kendi gerçekliğinle tanışmak
Gerçekten kendi gözlerimle görmek istiyorum bu günlerde kendimi. Kendimi görebildiğimde dışarıda gördüklerim gerçek olacak biliyorum. Canımın ne kadar çok yandığını, içimdeki özlemi, güçlü olma çabamı, sonra fark edip bırakıverme halimi, bir anın aklıma gelişiyle ağlamam, sonra dönüp patates soyuşum… Biraz “delimsirek” derler bizim buralarda benim bu halime. Yaşamın içinde öyle çok duygu var ki, biri geliyor biri gidiyor. Sadece benim gözlerim görebilir, ben içinden geçebilirim kendi gerçeklerimin. Gerçek demek, olan demek ne oluyorsa yani…
“Birimizden farklı olduğumuz gibi yaşama şeklimiz de farklı. Tam da bu yüzden kendimizle tanışmamız gerekiyor.”
Her bir kar tanesinin şekli birbirinden farklı, neden biliyor musun? An… Hiçbiri aynı an içinde ve aynı koşullarda yeryüzüne inmiyor, bir salise fark var aralarında. Hepsinin birbirinden farklı şekilleri oluyor, tıpkı bizler gibi. Aynı anda dünyaya gelebiliriz ama farklı şehirlerde, farklı anneler ile dünyaya geliyoruz. Şimdi buraya çok afili bir yazarın ismini yazmak istiyorum aklıma gelmiyor ve anında yargılamaya başlıyorum “Okuduğun aklında kalmıyor acaba hangi vitaminin eksik, kafanı vermiyorsun, yoo veriyorum aslında.” Okuduğumun içinden geçiyorum, öyle içselleştiriyorum ki sanki kitabı ben yazdım. Bir iki kelime de değişiyor zaten ben içinden geçerken.
Ben hatırlayıp içinden geçtiğimi yazayım, sonra bulacağım söz. (Derslerime ve eğitimlerime gelenler hatırlayacaklar bu paragrafı.) “Zihnine bir düşüncenin gelmemesi için çaba harcama. Hatta aç kapıları, gelen düşünceyi gör. Onun misafirliğini kabul et, çay kahve ikram edip sohbet etme, bırak düşünce geçsin gitsin. Sen izleyici, şahit ol, bazen bu şahitlik bozulacak ve sen o düşünceye kapılıp duygu kayığına binip kendini kıyılara, kayalara çarpabilirsin, bu da normal. Hiçbir şey için geç değil, nefesini fark et, evine şimdiye dön” (Orijinal paragraf: Ön ve arka kapınızı açık bırakın düşüncelerinizin gelip gitmesine izin verin ama onlara çay ikram etmeyin. Shunryu Suzuki / Zen zihni Başlangıç Zihnidir kitabı)
Bize gelen bütün duygular normal. Kendimi bir anda beceriksiz hissedebilirim. Beceriksizliğe çay ikram ettiğim anda yanına değersizlik hissi kuruluyor, bir başkası daha geliyor ve çok kalabalık oluyor. Ben kendimi unutuyorum, duygularla dövünüp duruyorum. Ancak kendimizi gördüğümüzde, fark ettiğimizde, duyguyu görüp selam verdiğimizde şimdiye dönebilir ve gerçekliğimizi yaşayabiliriz.
O vakit şükür!
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.