Farkındalık

Kilo vermemi neden istiyorsunuz acaba?

Oyuncu Aslıhan Aydoğan Büyükakgül’ü ilk kez geçen sene Taksim’de bir otelin seminer salonunda, kapının dışında kalanların tahmin edemeyeceği mistik deneyimler yaşarken gördüm. Güney Afrikalı metafizik öğretmeni Vernon Frost’un Labirent seminerindeydik. Birkaç hafta sonra aynı eğitmenin Bolu’daki inzivasında tekrar buluştuk. Çalışmalarda hiç aynı gruba denk gelmedik ama hali, tavrı, neşesi ile onu aklıma yazdım. Sonra da sosyal medya hesaplarını kurcaladım. Oyunculuk yaptığını biliyordum. Öyle bir videosuna denk geldim ki onunla beden algısı meselesi üzerinde konuşmayı çok istedim. Nihayet Aslıhan ile geçen gün buluştuk ve okuyacağınız bazen komik bazen biraz hüzünlü bazen de pes dedirtecek bu sohbeti gerçekleştirdik.

Başka bir işin varmış, sonra oyunculuğa adım atmışsın. Neler oldu yolculuğunda, bu hikâye ile başlayalım mı sohbetimize?

Kocaeli Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler bölümü okudum. Okulun daha ilk haftasında neden buradayım diye düşünmeye başladım. Üniversiteye hazırlık dönemim de çok zordu. Hiç ders çalışmadım, ne istediğimi bilmiyordum. Ne istediğimi bildiğim bazı konular da vardı ama. Reklamcılık istiyordum, psikoloji, oyunculuk ve şarkıcılık da. Şu anda hepsinden biraz yaptığımı fark ediyorum. Ama o zamanlar bu işler meslek gibi yapılabilir şeyler değildi ailem için; hep böyle rafta duran, zaten hiç yapılmayacağını düşündüğüm bir hayaldi hepsi. Konservatuvara değil, normal bir üniversiteye girip okumam gerekiyordu.  

Sana çocukluktan beri bu kız çok iyi oyuncu olur falan demiyorlar mıydı?

Evet her zaman. Annem bana hep derdi ki “Aslı keşke tiyatroya gitsen. Keşke tiyatro öğrensen.” Ama bilmiyoruz tabii bu konuları, annemin bana rehberlik edebildiği bir şey olmadı. O yıllarımız zaten onun da kendi hayatında bocaladığı zamanlardı. Ben de biraz rehbersiz kaldım aslında.

34 yaşındasın, ailen yeni jenerasyondan sayılır. İstanbul Kadıköy’de yaşıyorsunuz ve yine de tiyatro eğitimi tam bir eğitim gibi, meslek gibi görülmeyebiliyor.

Tabii ki. Benim annem de babam da ilkokul mezunu. Samsun’da doğup büyümüşler. Ben doğmadan sanırım üç sene önce İstanbul’a geliyorlar. İkisi de kendini çok geliştirmiş insanlardır. Ben sanırım anne tarafındaki yaşıtım olan kuzenlerim arasında üniversiteye giden ilk kişi olabilirim.

O zaman seni tiyatroya yönlendirmemişler ama kendi gerçekleri içinde sana çok büyük destek olmuşlar.

Kesinlikle öyle. Güzel okullarda okudum. Ama işte tiyatro para kazanılacak bir şey değil, benim para kazanmam lazım gibi durumlar vardı. O yüzden bırakamadım, mezun oldum. Hemen de çalışmaya başladım 21 yaşındaydım mezun olduğumda. Hiç unutmuyorum, Moda’da bilinen bir kafede oturuyoruz annemle. İşe giriş dokümanlarımı toplamak için Kadıköy’e gelmişiz. Ben ağlıyorum çünkü bir hafta geçirmiştim iş yerinde ve hayatımın sonuna kadar böyle bir iş yapamayacağımı anlamıştım. İhracat ofisinde bir işti. Annem çok üzüldü ama o sırada yapacak bir şey yoktu. Devam ettim ve dedim ki bir gün gelecek ve ben o şansı elde edeceğim.

Şans dediğin başka bir iş mi, yoksa oyunculuk mu?

Yok, oyunculuk hiç aklımda yok o zamanlar. Bu işi yapmayacağımı biliyorum ama ne yapacağımı hiç bilmiyorum. Beş sene çalıştım özel sektörde. Başka bir şirkete geçtim o arada. Bu süreçte çok da iyi çalıştım. Sorumluluk duygusu aşırı yüksek ve mükemmeliyetçi biriyimdir. Sabrım da sonsuzdur ama bazı şeyler vardır ki içimi bir anda buz gibi yapar. En başta da bana ya da bir başkasına yapılan haksızlıklar… İlk iş yerimden bu nedenle ayrıldım. Beş yılın sonunda önce aynı işi bir arkadaşımla serbest yapmayı denedik olmadı. Bir sene pastacılık yapmayı denedim. Bir şey yaratmak istediğimi biliyordum, en iyi bildiğim şey de oydu. Bir fikir defterim vardı ve oraya fikirler yazardım. Bir kafe açsam nasıl olur, bir şemsiye tasarlasam nasıl yaparım gibi fikirlerimi yazardım. İşten çıktığımda da artık fikir defterime hiçbir şey yazamaz olduğumu fark etmiştim. Güneş doğuyor ve güneş batıyor ama ben görmüyorum, delirmek üzereyim falan diyordum. Yetenekliyimdir, yemek yapmayı da severim, pastacılığı denedim ama bunu işe çeviremedim, sadece bir tane pasta satabildim! Herkes yedi ama o pastaları, çok güzeldi, ben de çok şey öğrendim. Bu arada da 24 yaşında evlendim. Cihan ile üniversiteden beri birlikteyiz. Onun da desteği ile iş hayatından biraz geri çekilme şansım oldu. O senenin sonunda bir gün anneme, “Ben oyuncu olmak istiyorum, sen de hep söylüyordun ya, acaba oyunculuk eğitimi mi alsam?” dedim. O da destekledi. Rehbersiz kaldım dedim başta ama ailemin bana çok ciddi bir sevgi desteği vardır her zaman. Bir de böyle aklımı sorgulamazlar, kararlarımı sorgulamazlar, bana güvenirler yani. Sen zaten yaparsın, en iyisine karar verirsin diye. Eşim de destekledi ve zaman olarak değil ama yoğunluk olarak bir üniversite eğitimi tamamlamış kadar oyunculuk eğitim aldım. Farklı ekoller, farklı denemeler, atölyeler… İkinci yılımda tiyatroya bile girdim. Zaten hep tiyatro istiyordum. Hocalar, “Ne için buradasınız?” dediğinde ben “Eğer haddimse ben aslında tiyatro yapmak istiyorum” diyordum. Haddim olduğunu düşünmüyordum o zaman, çünkü konservatuvar okumam gerekiyor sanıyordum. Sonra bir ilan gördüm, başvurdum, seçmelere gittim ve seçildim. Oyunculuk böyle başladı. Hocalarımdan biri Deniz Erdem’dir, hala onun yanındayım. Asistan pozisyonunda katılıyorum derslere. Çocukluktan gelen psikoloji merakım buradan karşılanmış oluyor ve üç senedir insanları izliyorum. Tiyatroda da bir şeyler anlatmak ve kendimi anlatmak gibi farklı farklı fikirler var ama aklımda.

Fikir defterini tekrar doldurmaya başladın yani…

Aynen öyle. Sürekli doluyor, sürekli doluyor…

Seni metafizik eğitmeni Vernon Frost’un İstanbul’daki Labirent seminerinde tanıdım. Sonra sosyal medya hesabında beden algısına dair videolarına rastladım. Aslında seninle röportaj yapmak için ilk motivasyonum bu konuydu. Hem komik hem insana dokunan videolar çekmişsin. Neler deneyimledin bu konuda?

Çok ilginç ki beden algısı hayatımda bu kadar büyük bir mesele iken gidip oyuncu oldum. Oyunculuk alanında bu konu ile ilgili şeyler yaşayacağım, tetikleneceğim o kadar belliydi ki… Bile bile… Tabii bunları hiç düşünmemiştim seçim yaparken.

Sen tertemiz bir niyetle oyuncu olmak istiyorsun. Kiloma bakarlar, boyuma bakarlar, saçıma bakarlar diye aklına gelmiyor.

Aynen öyle, gelmiyor. Tiyatroya yönelmemin de bir savunma mekanizması olup olmadığını düşünüyorum. Beni o kriterlere göre yargılayamazsınız çünkü ben zaten televizyon istemiyorum gibi bir şey miydi acaba? Ama sonra oynadıkça oyunculuğun her versiyonunu da oynamak istedim. Televizyon da olsun, sinema da olsun, kamera önü de çok güzelmiş… Kamera önü oyunculuğu eğitimi aldım. O da beni heyecanlandırdı fakat oraya geçince bir şeyler duymaya başlıyorsun. Çok büyük şeylere tosladım mı, direkt bana söylenen bir şey var mı? Yok ama insan öyle bir şey değil. İnsan zaten etrafında olanlardan da bir sürü şeyi alıp cebe atıyor. Benim bütün çocukluğum böyle. Bedenimle ilgili travmatik anılarım var. Epey çözdüğümü düşünüyorum artık, konuşurken artık eskisi gibi etkilenmiyorum, hatta değerli buluyorum. Şu anda yaptığım şeylerin de çok önemli olduğunu görüyorum ama mesela bazı anılar var hatırladığım… Çok çocuk istemişler, tedaviyle doğmuşum dört yılın sonunda. Üç ya da beş aylıkken doktor demiş ki bu çocuğa dikkat edin, kilo almaya çok yatkın, obez olabilir. Annem de oradan tetiklenmiş. Onun ailesinde de kadınlarda kilo takıntısı var. Kiloları yok, çok minyonlar aslında. Ben baba tarafına benziyorum. Hiçbir zaman alarm verilecek obez bir çocuk olmadım ama sürekli uyarı altında büyüdüm. Biraz daha pilav isterdim, “Doymuş olmalısın Aslıcığım, istersen salata ye, yoğurt ye.” Ya da ilk dilim ekmeği yedim, ikincide uyarı… Masadan birçok kez ağlayarak kalktığımı hatırlıyorum.

Annen de aslında iyi bir şey yapmaya çalışıyor.

Evet. İyi bir şey yapmak istiyor. “İleride bana teşekkür edeceksin” diye seslenirdi annem arkamdan. Boyum da uzundu, zaten diğer çocuklardan daha yapılıydım. Yaşıma uygun hiçbir şey bana olmazdı. Ayaklarım büyüktü. Lise mezuniyetimde 41 numara babet bulamadığım için bütün gece giydiğim 40 numara ayakkabı ile canım yanmıştı. Zaten böyle böyle dışarıda hissediyorsunuz.

BİR İZİN VERİRSENİZ BEN OYNAYABİLİYORUM ASLINDA

Böyle bir hikâyeden gelip kendini oyunculukta sınamaya başladın. Neler oldu peki?

Aynen. Sınamaya başladım. Beni en çok rahatsız eden şeylerden biri, stereotip dedikleri, “Sana şöyle roller gelir, evin yardımcısı olursun, belki mutfaktaki kadın olursun, bilmem kimin ablası olursun, belki yaşın büyüyünce daha çok iş yapacaksın” denilmesiydi. Bir duydum, iki duydum, çok rahatsız olmaya başladım. Bu arada bedenimle sürecim hala devam ediyor. İki sene öncesine kadar hayatımın diyetsiz bir yılını hatırlamıyorum. Yani ben bir sene içinde büyük ihtimal iki, üç, dört tane diyet yaparım, kilo alırım, kilo veririm, dolabımdaki kıyafetler bir bol olur, bir dar olur, bir bol olur, bir dar olur. Yani arka tarafta hayatımda bunlar oluyor zaten, bir tarafım da tamam kilo vereyim diyor ama içimden bir şey çok direniyor. Hayır neden yani? Neden ben sadece işimi iyi yaparak değer göremiyorum. Beni tanısalar zaten sevecekler… Hani bir izin verirseniz ben oynayabiliyorum aslında. Televizyon sektörü için, “İnsanlar sahip olmadıkları şeyleri görmek istiyorlar televizyonda. O şaşaalar, entrikalar, aşk, tutku” deniliyor. Ben öyle olduğunu düşünmüyorum. Şu an hepimizin yalnız olmadığımızı bilmeye ihtiyacımız var. Kendi gibi kendi hayatı gibi şeyleri görmeyi istiyor insanlar. Yalnız hissetmemek istiyorlar. Çünkü öteki daha çok yalnızlaştırıyor hepimizi.

Günün sonunda yatağa yattığımızda “Benim hayatım niye öyle değil” diye daha beter hale geliyoruz belki de…

Aynen öyle. Benim de içimde direnç vardı. Değişmek istemiyorum aslında ben. Benim derdim aslında kabul görmek sadece ama kendim veremiyorum henüz kabulü diyerek algım yavaş yavaş buraya doğru dönmeye başladı.

“Ben bu kabulü kendime nasıl veririm”e doğru mu?

Evet aynen öyle. Deniz Erdem hocamın yanında kendime daha doğru olan, daha bilinçli seçtiğim yolculuğum başlamıştı. Vernon Frost ile tanıştım. Daha çok okumaya, daha çok meraklanmaya başladım. Sonra beden olumlama yaklaşımı çıktı karşıma. Sezgisel beslenme diye bir şey duydum falan. Böyle böyle her şeye saldırdım. Sonra da dedim ki evet istersem değişebilirim ama istemiyorum, neden değişeyim ki? Aslında ben kendi öz değerimle ilgili ne kadar çok şey inşa edersem değişmem lazım fikrinden o kadar uzaklaşmaya başlarım. Benim böyle kabul edilmeye daha çok ihtiyacım var. Bence hepimizin buna daha çok ihtiyacı var. İçimin daha çok onayladığı ifade buydu. Ardından iki sene yine arınma ve yoga karışık bir yaklaşım denedim. Orada bir tetiklendim, yeme atakları geldi, psikolojim alt üst oldu ve artık bir diyet daha yapamayacağımı anladım. Kendimi mahrum etmek istemiyorum, bununla ilgili artık düşünmek bile istemiyorum dedim. Şimdi son iki senedir asla diyet yapmıyorum. Sezgisel beslenme ile ilgili danışmanlık aldım, orayı biraz geliştirdim. Çocuklar nasıl biliyorsa sezgisel beslenmeyi ben de onu öğrenmeye çalışıyorum tekrar. Bu bir yol tabii ve şunu da fark ettim; benim için yaptığım şeyin bir anlamı olmalı, sadece gideyim oynayayım değil. O nedenle bu konuyla ilgili de bir anlam arayışına girdim. Ardından bir atölye yapmaya karar verdim. Bu atölyede beden algımızı iyileştirmekle ilgili konuşmayı planlıyorum. Dürüst olacağız birbirimize ama “Ben bütün bunları aştım ve size şimdi anlatıyorum” iddiasıyla yapmayacağım bunu. Diyeceğim ki ben bu yoldayım, hala yürüyorum ve yoldaşlara ihtiyacım var. Bir komüniteye ihtiyacımız var çünkü algı öyle kırılıyor.

Bazı farklılık eğitimleri aldığın için mi bu atölyeyi yapmayı hayal ediyorsun?

Çocukluğumdan beri duyduğum bir şey var insanlardan, artık bunu kabul etmeye başladım: “Senin yanındayken kendimi çok rahat hissediyorum, çok rahat ifade edebiliyorum. Hiç yargılanmadığımı hissediyorum ve sana anlatmak istiyorum, fikrini merak ediyorum” derler hep. Çok küçükken de böyleydi. Arkadaşlarım gelip fikrimi sorar, teyzem, benden büyük kuzenim, annem bana akıl danışırlardı. Şimdi ben oradaki gücüme doğru adım atmakla ilgili bir şey yaptım aslında bu sene. Çünkü insanlar için çok iyi alan tutabildiğimi, bunu fark etmeden yaptığımı anladım. Kendiliğindendi ama artık daha bilinçliyim. Şimdi bazı araçlarım var üstelik. Oyuncu koçluğu da yapmak istiyorum. Hatta ufak ufak yaptım birazcık.

Seninle tanıştığımız inzivadaki çalışmalarda bazı işaretler aldığını söylemiştin. Neydi onlar? İçimdeki Çocuk Atölyesi ile ilgili mi?

İçimdeki Çocuk’la ilgili bir şey ama aynı zamanda insanlarla bir araya gelmem gerektiği ile ilgiliydi. Ben bir vizyon gördüm. Hatırlarsın ki Vernon’ın anlatmayın dediği bir meditasyon var. Sadece oradan bir kısmını söylüyorum. Vizyonumda insanlar önüme geliyordu, ben dokunuyordum, kalplerinde ışık yanıyordu ve gidiyorlardı. Benim için çok anlamlıydı. Birçok şey demek aslında bu ama ben anladım aslında ne demek olduğunu. Zaten o inzivaya gelirken niyetim de “Beni ben yapan, masaya getirdiğim potansiyele dair bir şey öğrenmek” idi. Oradaki bazı katılımcılar vedalaşırken, “Seni uzaktan izledim, o neşen, o çocuksuluğun ve aynı zamanda yetişkin bir kadın olman ve o ikisine birlikte sahip çıkışın çok güzel” dediler. O kadar çok kişi söyledi ki bunu… İşte bu benim masaya getirdiğim şey. Bazı vizyonlar aldım, bazı rüyalar gördüm orada ve dedim ki bu sene bir şey başlatmam gerekiyor.

Ne başlattın?

Gün Işığı Atölye’yi kurdum. Henüz fiziksel bir yerim yok. Bir yerimiz olsun, birlikte bir şeyler yapmak istediğim insanlara da alan tutayım istiyorum. Bir de atölyeler yapayım. Geçen Ağustos’ta da İçimdeki Çocukla Buluşma atölyesinin demosunu yaptım.

İçimizdeki çocuk ifadesi ile sen neyi kastediyorsun?

Her şeyi oyuna çevirebilen ama aynı zamanda bilge olan, hayata böyle göbekten bağlı tarafımız… Sezgisel olan tarafımız… Aynı zamanda sanatçı olanın da içimizdeki çocuk olduğu söylenir. İç sesimiz de aslında odur. Kalbimizin de çocuğumuzla çok bağlantılı olduğu da söylenir. Benim derdim aslında oyuncu olan insanlar değil de benim zamanında ofiste kendimle bağlantımı yitirdiğim zamanlar gibi deneyimler yaşayanların gelmesi. Çünkü insanlar oyun oynamıyor. Bakalım neler yapacak, ne kadar saçmalayacak, inşa ettiğimiz kişiliğimizi, giysilerimizi, ceketlerimizi, şapkalarımızı bir kenara bıraktığımızda o saf çocuk hali nasıl olacak? Bazı oyunlar tasarladım ama sadece oyunla da yapmıyorum. Başka çocuklarla bağ kurmak da çok önemli. Çünkü bence en büyük eksiklerimizden biri de birbirimize gerçek anlamda bakmamak. Hem oyunla hem meditatif çalışmalarla hızlı başlayıp yavaşlayan ve sonra biraz daha derine inen bir günlük bir atölye… Tabii grubun enerjisine göre de program değişebiliyor.

İÇİNDEKİ ÇOCUĞA BİR KEZ BAĞLANDIKTAN SONRA ONU GÖRMEZDEN GELEMİYORSUN

Bu bir gündeki tanışmayı hayata yaymak nasıl mümkün oluyor?

Kendi hayatımdan sana sadece şunu söyleyebilirim: Bir kere artık onu görmezden gelemiyorsun. Hepimiz aslında ihtiyaçları karşılanmamış ve bazı şeyleri yanlış anlamış çocuklarız. Ailemizden alamadığımıza inandığımız sevgiyi ya da kabulü dışarıda arıyoruz. Bu büyük bir zaman kaybı çünkü bulamıyorsun. Onu kendinde bulup bağlandıktan sonra da bir daha o yokmuş gibi davranamıyorsun. Ancak sonrasında insan buna ne kadar eğilir, bir dakika ya burada bir şey varmış ben bununla ilgileneceğim der mi, herkesin kendi kişisel yolculuğu bu… Sonrasında yapılacak çok şey var. Ben de çok kazıdım. Kendime bu beden konusu ile ilgili şöyle dediğimi hatırlıyorum: “Tabii ki öyle anlayacaktın akıllım, başka şansın mı vardı?” Şefkat… Belki şefkati orada gördükten sonra kişi artık hor davranamayacak, şefkatli olacak. Bir de başkalarının içindeki çocuğu gördükten sonra… Ben mesela artık bakınca o insanın çocuğunu da görmeye başladım. Diyorum ki, “Ne yapsın şimdi? Onun da demek ki bazı ihtiyaçları giderilmedi, bir şeyleri de yanlış anladı, tıpkı benim gibi, hepimiz aynıyız.” Çocuklarını görmek insanlar hakkında anlayış sahibi olmamı sağlıyor.

Güzel bir tiyatro oyunu çıkar buradan değil mi? Yoksa yazıyor musun?

Bir şeyler yazıyorum arada ama bununla ilgili henüz bir şey yazmadım. Şöyle bir hayalim var. Söylesem mi bilemedim ama bir oyun, yetişkinler için… Bir hayalim var bunlara dokunan diyeyim.

O zaman hiçbir şey boşuna yaşanmadı.

Hiçbir şey, hiçbir şey. Geçen gün böyle bir sitemlenmiştim ben. Bu arada oyunculukta birinin seni reddetmesine gerek yok. Sonuçta cevap almadığında da reddedilmiş oluyorsun. Geri dönüş olmadığında da reddedilmiş oluyorsun. Bir şey söylenmediğinde aslında reddedilmiş oluyorsun. İşte buna dair bir post paylaşmıştım. Bu işi neden seçtim? Bu kadar büyük bir mücadeleyi? Gözde Atalay’ın Clown Atölyesi’nin ikincisine giderken bir sabah bir anda durdum ve “Seçtim çünkü sahnedeyken, audition çekerken, kameranın önündeyken aklıma nerem nasıl görünüyor, kim benim şu an nereme bakıyor diye hiç gelmiyor” dedim. Çok acayip bir özgürlük. Sadece oynamakla ilgileniyorum. Bu özgürlükten dolayı seçmiş olabilirim oyunculuğu, bilinçdışı bir yerden. Orada çünkü her şey olabilirim ve herkes her yerime bakabilir çünkü o ben değilim bir kere. Baksınlar ve bundan da zevk alıyorum bu arada. Normal hayatta değil ama orada baksınlar, izlesinler. Çok acayip bir şey, beni dengeliyor olabilir.

Peki senin gibi düşünen insanlar var mı bu sektörde, alışılmışı kırmaya gönüllü olanlar?

Etrafımdaki insanlar da benim gibi insanlar olduğu için hep konuşuyoruz bunu. Bir ara bu sektöre savaş açmış gibi hissediyordum kendimi. Ben çıkacağım ve konuşacağım ve her şeyi değiştireceğim gibi geliyordu. Sonra dedim ki benim yöntemim hiçbir zaman savaş olmadı. Sadece sevgi olarak bir şeyleri değiştirebilirim. Belki yazdığım bir şeyle… Belki bir yönetmen görüşmesinde “Biraz kilo versen” denildiğinde, ben de “Ne için istiyorsunuz bunu tam olarak? Daha güzel görünsün diye mi yoksa karakterin çok önemli bir unsuru mu bu?” diyeceğim. Eğer ikincisi ise tabii ki bunu konuşuruz çünkü oyuncu da esnek olmalı. Ama sen beni o vitrinde sergileyeceğin bir obje olarak gördüğün için mi ve standartlarına uymadığım için mi böyle diyorsun yoksa başka türlü bir şey mi? Çok uzun süre oturup o öyle dedi bu böyle dedi diye konuştuk ama öyle olmuyor işte. Biz ne yapıyoruz karşılığında? Türkiye’de beden imajı, beden özgürlüğü ilgili hiçbir şey yok. Çok komik bir tecrübem var mesela. Bir diyet bisküvi reklamı için çağrıldım. O zaman da menajerim var, “Tam senlik iş” dedi. Çünkü özellikle zayıf değil de böyle kıvrımlı kadın istiyorlarmış. Ben çok heyecanlıyım, böyle şeyler olmaya başladı diye seviniyorum. Yerimi bulabileceğim falan diye gittim. Sloganı da sağlıklı olduğu için, kendime önem verdiğim için, bedenim benim tapınağım, o nedenle bu ürünü seçiyorum, kendimi değiştirmek içi değil gibi… Müthiş! Audition’a gittim. İlgili kişi dedi ki, “Yerde egzersiz yapıyorsunuz, bir yapıyorsunuz, iki yapıyorsunuz, çok zorlanıyorsunuz, düşüyorsunuz. Koltuğun üstünde de yeni aldığınız bikini duruyor, ona bakıyorsunuz, diyorsunuz ki hadi az kaldı yaza, hadi kızım yaparsın ve bu halinizle de çok eğleniyorsunuz. Kendinizi çok seviyorsunuz ama orada düşüyorsunuz, sonra kahkahayla gülüyorsunuz.” Kafam öyle karıştı ki ne oluyor, bu böyle bir şey değil diyorum içimden. Neyse eve döndüm. Birkaç gün sonra bir açıklama geldi ajanstan, kıvrımlı bir kadın olmasından vazgeçilmiş. Hımbıl görünüyormuş çünkü. Öyle demişler! Sadece benim için değil, bütün o şeyin çok hımbıl göründüğünü, biraz daha fit, belki 38-40 beden falan biriyle çekilmesine karar vermişler. Onlar da zayıf sayılmıyor ya şimdi. Şok geçirmiştim, demiştim ki bir gün bunu ifşa edeceğim. Çok ayıp ya. Diğer yandan şişman kadınların çamaşır reklamlarında olması gibi yaklaşımları çok mantıklı buluyorum. Biraz yapılsın ve normalleşsin istiyorum. İlk başta çok şişman kadınların bedenlerini özgürce sergiledikleri yabancı hesapları gördüğümde ben de rahatsız oluyorum. Sonra normalleşti baka baka. Algı böyle bir şey ve ancak böyle kırılıyor.

Zaten şişmanlığın daha çok kabul gördüğü dönemler de olmuş dünyada, belki zaman içinde tekrar oraya gideceğiz kim bilebilir?

İnzivada bir şamanik çalışma yapmıştık, orada ben bazı flashback’ler yaşadım. Orada şu ankinden çok daha iri bir kadınmışım ve bir kabilenin başıymışım. Çok güçlüyüm. Kabilenin erkeklerinden bile güçlüyüm ama aynı zamanda doğurganlıkla ilgili bir şey var. Bacaklarım, popom sallanıyor ve aşırı değerli. Her ayağımı vurduğumda onların sallanmasıyla çok güçleniyorum. O zaman dedim ki dünyada böyle zamanlar da varmış! Kendim Olmaya Dair adlı Youtube kanalımda iki yıl önce, inzivadan da önce bir video çekmiştim ve “Şikâyet ettiğim taraklı ayaklarım belki de bilmem kaç yüzyıl önceki atalarımın yere daha sağlam basmaları, belki tırmanmaları içindi. Ya ayaklarım onların bana mirasıysa? Ne kadar değerli bir şey düşünsene! Ya bedenim de öyleyse? Öyleyse kaslı olmam oradan geliyorsa… Göğsüm, popom, belki hep bir anlamı vardı o zaman ve onların mirası hepsi” demiştim. O zaman bedenimi özel, bana has, bana bırakılmış, aktarılmış gibi hissetmiştim. Bir de böyle bakmayı deneyemez miyiz demiştim. İnzivada da tam olarak yaşadığım şeydi buydu ve çok değerliydi benim için. Bedenim bir obje değil aksesuar değil, bedenim bir enstrüman…


©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

yaprak-cetinkaya
Gazetecilik eğitimini Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde aldı. 27 yıldır farklı görevlerde daima mesleğine aşık bir hal ile çalışıyor. Gazeteciliği en çok wellbeing, kişisel gelişim, psikoloji, ezoterizm, mitoloji gibi daha az konuşulan konular üzerinden yapmayı seviyor. Mümkün Dergi, Yuka Dükkân ve Yuka Ajans’ın kurucu ortaklarından…