Kadına ait kutsal üçleme paganizmden gelir. Ay’ın halleri ile de alakalıdır, kadınlığın üç halini de temsil eder: bakire, olgun kadın ve kocakarı yani bilge kadın. Bunun devamı olarak da Hristiyanlıkta bir üçleme var: bakire Meryem, olgun kadın Maria Magdelena ve yaşlı bilge kadın, bu da Ayasofya’daki Sofya.
Bir şehri özel kılan bu şehirde yaşananlar mıdır yoksa şehrin yapıları mı? Belki de bir sarmal gibi iç içe geçmiştir yapılar ve yaşananlar. Yaşandıkça yapılanlar, yapılarda yaşanılanlar…İki gözün ötesiyle gördüğümüzde anlatır her yapı, her şehir kendi hikayesini. Adeta bir puzzle’ın parçaları gibi tüm mitler, masallar, yapılar bütünleşiverir bir anda ve şehir tadına doyulmaz bir hale bürünür. Defalarca ziyaret etseniz de bir kez daha, bir kez daha görmek istersiniz. Ve şehir sizi her seferinde yeni bir gizemiyle buluşturur.
Erhan Altunay da şehrin ona fısıldadığı gizemleri duyanlardan. Ayasofya’nın ikinci katının yeniden ziyarete açılmasıyla birlikte belki de şehrin en görkemli yapısı yeniden gündemdeki yerini aldı. Biz de Ayasofya’ya olan derin sevgisini sık sık paylaşan araştırmacı yazar Erhan Altunay ile buluştuk. Ayasofya’nın gizemlerini ona sorduk.
Öncelikle ley hatlarına inanır mısınız?
Ley hatları tartışmalı bir konu. Alandaki en önemli kişilerden eğitim aldığımı söyleyebilirim. Ley hatlarının varlığı, eski uygarlıklarda olan bir inanç. Özellikle Anadolu Medeniyetleri Müzesi gibi yerlerde sıkça görüyoruz. Ama hâlâ bir fizikçi olarak geçerliliği ve gerçekliği konusunda sorularım var. Birtakım kanıtlar olsa da bana zorlama geliyor. Şahsen inanmak için daha fazla kanıt görmem gerekiyor.
İnsanlar kutsal yerleri nasıl seçmişler?
Pekâlâ, o zaman kutsal yerlerin üst üste inşa edilmiş olması, buranın önemli bir alan olduğunu gösterir mi?
Fizik üzerine çalışırken maddenin hafızası olabileceği konusunda ciddi çalışmalarımız oldu. Ben maddenin hafızası olduğuna inanıyorum. Bir metal, çatal formunda olduğunu hatırlayabiliyor mesela, 2 atom boyutunda da bir “hafıza” söz konusu. O yüzden her maddenin bir hafızası olabileceği düşüncesi çok saçma değil. Biraz abartırsak bir yere kutsal bir alan inşa edilince bu kutsallık oranın hafızasına işliyor diyebiliriz. Bir yerde kutsallık devam ediyor.
Ley hatlarının ötesinde Paganizmde çok önemli bir kavram var: Hiyerofani. Kutsalın tezahür etmesi demek. Kutsalın tezahür ettiği yerde, tapınaklar yapılıyor. Mesela Ana Tanrıça için düz bir alanda yükselmiş heybetli bir kaya kütlesi var. Foça’da ve başka yerlerde de bunun örnekleri var. Bu kayaya baktığınızda üzerinde işaretlerin olduğunu görürsünüz çünkü zamanında orada tapınım yapılmış. Bu Ana Tanrıça’nın kutsal bir tezahürü. Bir başka kutsal tezahür gökten taş gelmesi. Bir göktaşının düştüğü yer kutsal kabul ediliyor. Bunun en güzel örneği, Sivrihisar. Bir başka işaret de su kaynağı. Eski toplumlarda su kaynaklarının olduğu yerler kutsal sayılıyordu. Bugün ayazmalarda yaşayan kutsallık gibi. Aynı zamanda pratik bir nedeni de var, çünkü su bir ihtiyaç. Yine büyük bir yangının olduğu yer, yıldırım düşmesi de Zeus ya da Gök Tanrı’nın bir tezahürüydü. Hiyerofani olarak büyük bir hayvanın göründüğü yerler de kabul ediliyor. Bu mekanların bir hafızası var, şehirlerin de hafızası var. O sebeple, bu mekanlarda kutsal süreklilik oluyor.
Dolayısıyla Ayasofya da bir kutsal sürekliliğin devamıdır, diyebilir miyiz?
Ayasofya da sürekliliğin devamı tabii. Tarihsel süreçte de bunu görüyoruz
1. Ayasofya’nın yerinden çok emin olamamakla birlikte Ayasofya’nın şu anki yerinde daha önceden de tapınaklar var mıydı?
Ayasofya’nın bulunduğu yer, zamanında birçok tapınağın olduğunu bildiğimiz bir yer, yakınlarında Artemis tapınağı olma ihtimali var. İlk İstanbul Yerleşmeleri, Neolitik Dönem’de başlıyor. Marmaray kazıları, bize çok büyük ipuçları verdi. Bunları söylüyorduk, hocalar inanmıyordu bazen ama tabii o tarihi yarımadada neolitiğin olması kaçınılmaz. Tarihi Yarımada’da neolitiğe ait ufak tefek izler var. Byzantion şehrine bakarsak bugünkü Topkapı Sarayı’nın olduğu yerde kurulduğunu görüyoruz, yani bütün kutsallar ve yaşayan şehir burada. Bunun biraz dışı, kırsal bölge. Ama köyler yer yer kutsal alan olmuş. İstanbul’un bugünkü il sınırında da birçok tarihi eser var.
Biliyoruz ki boğaz hattında Artemis tapınakları ve Ana Tanrıça tapınakları var. Boğaz’da Dionysos Kutsal Alanı, Herkül Altarı, Zeus Altarı var. Tabii hepsinin yerini biliyoruz. Ufak tefek kalıntıları var bazılarının. Bazılarını ne yazık ki en son 60’larda rahmetli Semavi Eyice görüyor. Ondan sonra ev yapmışlar her şey kayboluyor. Üsküdar’da Marmaray kazılarında Kibele adak heykelleri çıktı. Kadıköy zaten Khalkedon şehri, burada Apollon tapınağı, Hekate tapınağı olduğunu biliyoruz. Aynı şekilde tarihi yarımada, Akropol Bölgesi bütün kutsallığı barındıran bir yer. Mesela Sarayburnu’na indiğimizde bir Hekate Tapınağı olduğunu biliyoruz, bir Poseidon Tapınağı olduğunu biliyoruz. Ayasofya’nın olduğu yere çıktığımızda biraz daha akropole yakın tarafta bugünkü hipodromun olduğu tarafta Helios Tapınağı, Ayasofya’nın olduğu bölgede bir Artemis tapınağı vardı, kemer çözen Artemis denir, evlilik kültleriyle alakalı. Ama bugün Artemis Tapınağı’nın nerede olduğunu bilmiyoruz. Ayasofya’nın altında olmayabilir çünkü zeminde kayaya ulaşılıyor. Aya İrini’nin oralarda belki. Aşağıda bir Athena Sunağı olduğunu biliyoruz aynı bölgede.
Şimdi Ayasofya’nın yerini de hayal etmek gerekiyor. Denizin üstünde koskoca bir tarihi yarımada var bir akropol, yükselti var. Büyük olasılıkla o kayanın üstünde bitki örtüsü yoktu ve koskoca bir kaya olarak gözüküyordu. Kubbeli gibi, bu da kutsallığın ta kendisi. Dolayısıyla şehir oraya yerleşiyor. Bütün her tarafa hâkim, dik kayalardan çıkması zor. Byzantion şehri böyle bir şehir. Kutsallık da böyle başlıyor.
Ayasofya, Aya İrini ve Aya Dynamis kutsal bilgelik, kutsal barış ve kutsal kuvvet olarak bir üçleme olduğu söylenir. Şehrin koruyucu tanrıçası Hekate de üç yüzlü olarak Artemis-Selene-Hekate olarak tasvir ediliyor bazen. Burada bir benzerlik olabilir mi?
Kadına ait kutsal üçleme paganizmden gelir. Ay’ın halleri ile de alakalıdır, kadınlığın üç halini de temsil eder: bakire, olgun kadın ve kocakarı yani bilge kadın. Bunun devamı olarak da Hristiyanlıkta bir üçleme var. Bakire Meryem, olgun kadın Maria Magdelena ve yaşlı bilge kadın, bu da Ayasofya’daki Sofya.
Peki nedir bu üçün cazibesi?
Üçün cazibesi tabii ki en eski zamanlardan geliyor. Üç, tripod gibi ilk dengedir. Kutsal üçleme de anne baba çocuk üçlemesidir. Çünkü yaratımın ve aynı zamanda yaratıcının simgesidir. Zaten Hristiyanlıktaki üçlemeye baktığımızda da aynısını görüyoruz. Baba; tanrı, anne Meryem, oğul İsa. Hristiyanlık kutsal üçlemesi budur ama zaman içinde kilise babaları Meryem’i oradan dışlayıp, Kutsal Ruh’u koymuşlar. İsis, Osiris, Horus da kutsal üçlemedir. Hekate’nin üç yüzü de kadınlık dönemleridir, genç kız, olgun kadın ve bilge kadın. Hekate, Ay Tanrıçası olduğu için ayın fazlarından esinlenilmiş bir kavram. Hekate, İstanbul’un koruyucusu tanrıçasıdır. Bir kere de İstanbul’u kurtarmıştır. Makedonlar İstanbul’u almak için geldiklerinde, gece Sarayburnu taraflarından gizlice şehir içine sızmaya çalışırlar, Hekate ise bütün görkemi ile gökyüzünde görünerek düşmanların zırhını parlatır ve halkın düşmanları fark etmesini sağlar. Sarayburnu’nda bir Hekate tapınağı olduğunu biliyoruz. Kadıköy’de bir Hekate Tapınağı da var, kayıtlarda geçiyor. Ama hiçbir kanıtımız yok, biraz hayal gücüyle söylenmiş bir şey. Ama üçüncü Hekate Tapınağını Boğaz’da olduğunu da biliyoruz.
Şehrin koruyuculuğunu Hekate’den sonra Meryem üstleniyor. Meryem de şehri kurtarıyor mu?
Ana Tanrıça’nın olduğu birçok yerde, Hristiyanlıktan sonra Meryem kültü gözükmeye başladı, özellikle ayazmalarda. Bir başka deyişle Ana tanrıça kutsalının olduğu her yerde tanrıçanın yerini Meryem alır. Tabii Meryem de İstanbul’u kurtardı. Ayvansaray’da beyazların Meryem’i kilisesi vardır. Tabii eski kilise maalesef 6-7- Eylül olaylarında yıkılmış. Yeni olandan söz ediyorum. Orası cuma günleri ayin yapan nadir kiliselerdendir. 626 yılında, Avarlar şehri kuşattığında Meryem bir anda gözükür, tsunami çıkartır ve donanmayı yok eder. Böylelikle İstanbul kurtulur. İstanbul’un Fatih tarafından kuşatılmasında da Meryem’in ikonası şehirde dolaştırılır ancak çok yağmur vardır ve rahibin ayağı takılıp düşer, ikona çamura saplanır işte o an “Bu iş bitti” derler.
Biz hep fethi Osmanlıların gözüyle görüyoruz. Peki ya Bizanslılar bu durumu nasıl karşılıyor? İmparator Konstantin Paleologos neler hissediyor, bir bilgimiz var mı?
Burada yaşayan insanlar aslında Türkler gelmeden önce çok büyük bir acı çektiler. O da Latin İstilası. 1204’te Latinler burayı işgal ettiği zaman taş taş üstünde kalmadı, kıymetli ne varsa götürdüler ve kadınlara tecavüz ettiler. İşin ilginç tarafı batılı tarihçiler de bunu kabul ediyor. Dolayısıyla, Bizans halkında inanılmaz kötü bir Latin algısı var. Latin serpuşu yerine Türk sarığı görmeyi yeğlerim lafı boşuna değil. Ancak elbette ki şehri de sonuna kadar savunuyorlar.
Gelelim Paleologos ailesine, onlar entelektüel bir aile. Latin istilasından sonra başa geçen 8. Mihail Paleologos, İstanbul’u yeniden canlandırmaya uğraşmış ama paraları yok. Fatih’in kuşatması sırasında ise Konstantin Paleologos tahtta, çok cesur bir adam ve şehri savunurken öldürülüyor, cesedi kayıp. Şehir alındıktan sonra Fatih’in tavrı çok önemli burada. Yağmaya izin verir ama kısıtlı tutar çünkü şehrin yaşamasını ister. Şehrin Rumlarla beraber yaşamasını ister. Kendini Roma İmparatoru olarak görür, o yüzden belli bir yerden sonra Rumlara ya da Bizans halkına tüm kolaylığı gösterir. Fethin travmasını attıktan sonra halk yavaş yavaş rahatça yaşamaya başlar. Ticaret hayatı gayrimüslimlere verilmiş vaziyette. Neden? Çünkü Türk dediğin fethe gider, gayrimüslimler ise ticaret yapar. Bizans’ta ticaret hayatının attığı yer Yahudilerin olduğu yerdir. Yani Mısır Çarşısı, Tahtakale civarı, sonrasında Karaköy tarafına geçerler. İkinci Beyazıt’ın 1492’de Yahudileri kabul etmesinin sebebi de ticarettir. Dolayısıyla Bizans halkı, Fatih Sultan Mehmet’in fethiyle beraber kısıtlanmış olabilir ama Latin istilasındaki kadar kötü günler yaşamadı. Aynı zamanda çok daha korunaklı bir yaşamları da oldu.
Fatih Sultan Mehmet’in Ayasofya’da yer alan kutsal emanetlerin bazısını odasında tuttuğunu biliyoruz. Bunun sebebi Fatih’in ezoterizme ilgi duyması olabilir mi?
Bir şeyi çok iyi anlamak lazım. Bir terim vardır tarihin yeniden inşası diye. Özellikle 2. Abdülhamit sonrası ve Cumhuriyet döneminde büyük bir aşırı milliyetçilik akımı gelişti. 1940’larda bu, Türk İslam sentezine ilk adıma dönüştü. 80’lerde Türk İslam sentezi oldu. Yeni bir Fatih portresi çizilmeye başlandı. Aslında bu yaratılan Fatih anakronik bir karakter, tıpkı günümüzde yarattıkları Abdülhamit gibi. Bugünkü, güncel anlayışla dindar bir adama benzettiler. Fatih tabii ki dindardır, tabii ki Müslümandır, bunun tartışması olmaz zaten. Ama bir şey söz konusu: Fatih Avrupa’yı tanıyan, yüzü Avrupa’ya dönük bir padişah. Bu kadar yabancı dil bilen, matematik hesabı yapan başka bir insan.
“Fatih meraklı ve ezoterizmi bilen bir adam.”
Avrupa’da Rönesans kültürü Ezoterizm ile baş başa gider. Fatih ezoterizmi de rönesansı da biliyordu. Bu sebeple bu tarz şeyleri kullanması şaşırtıcı değil. Bir insanı, sadece kendi yaşadığı dönem koşullarında ele almak lazım. Siz Fatih’in yaşadığı dönemi Avrupa’yı ve Türkiye’yi bilmiyorsanız bugünkü Avrupa ve Türkiye bakış açısıyla Fatih Sultan Mehmet gibi büyük bir adam için “böyle olamaz” demek anakronik çok büyük bir hata. Fatih, İtalya’yı takip ediyor. Venediklilere karşı Floransa’yı destekliyor. İki rahip Fatih’i eski sarayda ziyarete gidiyor. O zamanlar Fatih Topkapı sarayını sadece gündüzleri kullanıyordu, bugün Beyazıt Üniversitesi içinde kalan eski sarayda yaşıyordu. Rahipler, odasında Meryem İkonasının olduğunu ve ikonanın önünde mum yandığını belirtir. Kutsal emanetlerin politik gücünü biliyordu ve emanetleriniz bende mesajını veriyordu. Ayasofya’yı kendi vakfı yapmasının sebebi de bu.
Zamanda yolculuk yapsanız Ayasofya’yı kaç yılında ziyaret etmek isterdiniz?
Yapıldığı günden bu yana orada olmak isterdim. Latin istilasından önce bir tarih seçerdim. O günden sonra İstanbul’un fethine kadar harabe kaldı.
Ayasofya’nın sizin için en önemli yeri?
Ayasofya’nın her köşesi önemli. Benim için bir binada önemli olan, yaşanmışlıklar. Gerek Bizans çağında gerek Osmanlı çağında büyük yaşanmışlıklar var. Ama ilginçtir insanların Ayasofya’ya duydukları saygı ve sevgi çok benzer. Mesela Bizans döneminde binanın depremden korunması için pagan sembol yapıyorlar, 3 başlı yaba ve yunus balıkları. Bu aynı zamanda depremler yaratan tanrı olan Poseidon’un sembolü. Yine anı maksatla bundan yüzyıllar sonra bu kez bir Müslüman toprak vefki koyuyor Ayasofya’ya. İnançları farklı olsa da amaçları aynı. Bunun gibi yaşanmışlıklar benim için çok kıymetli.
Gizli Kalıntılar
Göbeklitepe’nin yüzde onu gün yüzüne çıktı denir. Ayasofya’nın sırları açısından yüzde kaçı gün yüzüne çıktı?
Pelin Çift ile yazdığımız kitabın adı ne olsun diye düşünürken “Ayasofya’nın Gizli Tarihi” olsun diye karar verdik. Gizli Tarih ne demek? Birtakım seyahatnameler, söylenceler, rivayetler vs. aracılığıyla duyduğumuz, bilimsel belgeyle kanıtlayamadıklarımız, bulgu, bilgi bulamadığımız her şey gizem teşkil ediyor. Buna ait belge, bulgu ortaya çıktığı zaman gizem ortadan kalkıyor. Şimdi Ayasofya da böyle bir yer. Ayasofya’nın yüzde yüzünü keşfettik diyen bir kafa var. Ama böyle bir şey olanaksız. Ben, kendi evimin her tarafını bilmiyor olabilirim. Tabii ki Ayasofya için çok araştırma yapıldı, belki yüzde ellisini biliyoruz. Ama Ayasofya’nın altını bilmiyoruz. Bir belgesel çalışması oldu ama yayınlanmadı, bir ufak araştırma oldu ama daha aşağıyı bilmiyoruz. Su olduğunu ve birtakım mezarların olduğunu biliyoruz ama hepsi bu. Ayasofya Araştırmaları dergisi var, çok güzel çalışmalar yapıyorlar. Ama oradaki antropolojik, etnografik grafittiler vs. konularını yeterince bilmiyoruz. Ayasofya’nın daha yapısı hakkında bile birtakım tereddütlerimiz var. Ayasofya için her şeyini öğrendik demek mümkün değil. Daha çok şey yapılması lazım ama ilk yapılması gereken binayı korumak. Onu koruduktan sonra her şey yapılır.
Ayasofya’yı hiç bilmeyen biri olsa… Diyelim ki 3500 yılından geldi ve minik bir kalıntı buldu. Siz de oradasınız. Kitabınız Masalcı’daki gibi, zaman yolculuğunda. Ona nasıl anlatırsınız?
Zamanında insanlığın en önemli mabetlerinden birinin kalıntısı derim. 3500 yılına kadar ve sonrasında sapasağlam yaşaması, en büyük dileğim.
Sizce o zamana kadar kutsal emanetler ortaya çıkmış olur mu?
Bu hızla evet. Kutsal emanetler kime göre, neye göre kutsal? Bir eşyaya ne atfederseniz, odur. Kutsal emanetlerin sihirli gücü olduğuna inanılıyor. Gerçeklikle alakası yok ama ve lakin bir objeye verilen değer önemlidir. Bu sebeple de konu önemli oluyor. O zaman, emanetlere de önemli demiş oluyoruz.
“Kutsal emanetlerden bahsederken sihirli objeden çok politik gücü olan objeler düşünmemiz gerekir. Tanrı ile konuşmaktan öte politik bir güç.”
Instagram hesabınızda “Canım…” diye hitap ettiğiniz kişi kim?
Masalcı 2’yi okuyanlar anladı kim olduğunu. Bir şövalyenin mutlaka sonsuz bir dişil kutsal kâse arayışı vardır. Canım, o kutsal kâseyi ifade eder her zaman. Jung anima demiş. Şövalyeler, kutsal kâse demiş, ben de canım diyorum.
Ama her şövalye de ara ara beden bulmuş haliyle karşılaşır.
Evet. İşte gerçeğini bulduğunda da şövalye, kral olur.
Peki o zaman üçüncü kitap geliyor demek. Kahramanımız kral olacak mı üçüncü kitapta?
Geliyor. Böyle bir kitabı yazmak tabii uzun bir süreç. İnsan yaşadıkça yazıyor. Kahramanın kral olacağını sanmam. Bazen arayış sonsuzdur.
“Canım”dan yola çıkarak bir sorum var. Sizce İstanbul’un en romantik hikayesi ve mekânı nedir?
İstanbul’un birçok romantik hikayesi var. En romantikleri de kayda geçmemiş olanlar herhalde. İstanbul’un çok önemli kadınlarının etrafında dolanan aşklar var. Bizanslı Agnès bunlardan biri. Hatta bir önemli kadın ve sevgi figürü de Rabia Gülnuş Emetullah Sultan var. İstanbul zaten kendi başlı başına romantik bir mekân. İstanbul’un grisinde aşk çok güzel yaşanıyor. Benim için de kutsal bir mekân aşkın yaşandığı. Bir Rum kızıyla bir Türk erkeğinin Samatya’da yaşadığı aşkı bilmiyoruz ama mutlaka çeşme başında yaşandı. Kavuşamayan birçok âşık oldu, tren garlarında ayrıldılar. Her yeri başka bir aşkla dolu İstanbul’un.
Canım dediğimiz varlık ete kemiğe büründü. Evet. Ve onu bir yere götürme hakkınız var İstanbul’da. Orası neresi olur?
Aslında o kadar çok yer var ki… Bazılarının da anısı var, Masalcı’yı okuyanlar bilir.
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.