Farkındalık

Lohusalığın farkındalık dolu şifası

Sevgili Gupse Özay’ın vizyondaki filmi Lohusa, çıktığı günden itibaren ilgimi çekiyor. Lohusalık sürecini iki kere deneyimlemiş bir anne olarak ve her ikisinde de hayatımda ruhsal gelişmeme eşik atlatan farkındalıklar yaşadığımdan pek bir kıymetli bu kelime benim için. Ve tabi ki kelimenin bana hatırlattıkları…Filmi hala izleyemedim. Vardır bir hikmeti diyorum ve yazımı daha fazla ertelemeden bana en azından bu yazıyı yazma konusunda ilham olduğu için filme teşekkür ederek başlıyorum.

İlk doğumumu otuz yaşımdayken yaptım. Lohusalığım, benim için inanılmaz farkındalıklarla geçti. Resmen kendimi yeniden doğurdum ben. Otuz yıllık kimliğimi bir kenara koyup ilk bebeğim Poyraz’la birlikte dünyayı sıfırdan keşfe çıktım. Ruhumu ilk defa idrak ettim. Bir ruhum varmış daha önce hiç sorgulamadığım, onu fark ettim. Tabi ki bedenim, birçok fizyolojik değişiklik geçiriyor, hormonlarım coştukça coşuyor ve ben, tanıdığımı sandığım iç dengemden uzaklaşıp başka bir yerlerde denge bulmaya çalışıyordum. Tüm bu değişikliklerin temelinde ruhum benimle konuşmak istiyordu. Sesimi duy buradayım, diyordu.

Anlatamıyor ama yaşıyordum

Korkmuştum. Çok korkmuştum. Hatta delirdiğimi sandığım çok zamanım oldu o sıralar. Bütün algım değişmişti. Zamanı bile eskisinden daha yavaş yaşıyor, sonsuz bir an’ın içinde hiç bitmeyecek döngüler yaşıyor gibi hissediyordum. Uykusuzluğun yarattığı halüsinasyonla açıklanmaya çalışılacak şeylerin çok üstünde bir idrak yaşıyordum. Kimselere anlatamıyordum çünkü “anlatılmaz, yaşanır” denilen cinstendi her bir deneyimim. Örneğin beynimde birçok eski anıya giderek sanki kameradan izler gibi onları gözümün önüne kadar yaklaştırıp istediğime zoom yapabiliyordum. Varlıkları titreşirken görüyor, atomlarına ayrılacaklar diye kafayı yiyordum. Aynadaki yüzümü tanımakta zorlanıyor, “Kimim ben?” diye gün içinde defalarca soruyordum. Dışarıda gördüğüm her şeyin kafamın içinde kendi yarattığım bir senaryo ile film gibi oynadığını düşünüyordum. Olan bitene gözlemciydim. Yakınlarım sanki yakınım gibi de hissettirmiyorlardı. Hepsi benim filmimin figüranı gibiydiler. Sadece gördüğüm anda var oluyorlar ve hiçbir geçmiş yaşantı verisi barındırmıyorlardı benim için. NPC karakterler gibi ortalarda dolaşıyorlardı.

Benimle birlikte olup biteni gözlemleyen bir varlık daha vardı: Bebeğim. Benim içimden çıkan yepyeni bir dünya… O da bana bilmiş bilmiş bakıyor ve sadece olup biteni gözlemliyordu. Ağlamıyordu bile. Poyraz gerçekten bebekliğinde pek ağlamadı. Benden çok daha yaşlı bir ruh gibi beni izledi. Ben de dışarıdan bakıldığında ona mükemmel şekilde bakan harika bir anneydim zaten. Görünürde hiçbir sorun yoktu ama içimde fırtınalar kopuyor, dünyalar yıkılıyor, yenileri oluşuyordu ve ben her adımda çok geniş bir algı düzeyine kavuşuyor adeta üç boyutluluğun sınırlarını zorluyordum. Duru görü, duru işiti ve duru biliş yeteneklerimin hepsinde son derece büyük artışlar olmuştu. Kendim bile inanamıyordum olup bitenlere. Zaten pek fazla kimseye de anlatamıyordum. O günlere ait en temel duygum, hala bile özlemini sıklıkla çektiğim yoğun sevgi. Her şeyi ama her şeyi ve herkesi seviyordum. Birisi bir başkası hakkında yanımda kötü sözler söylese orada duramıyor uzaklaşıyordum.

“Sonsuz bir şefkat içinde yüzüyordum.”

Sonraları bu halimi bebeğimle ne kadar simbiyotik bir ruh halinde olduğumu anladığımda çözecektim. Ben resmen yeni doğmuş bir bebek gibi her duyguyu tekrardan keşfe çıkmıştım. Beyin dalgalarım farklı işliyordu günün büyük bir bölümünde. Uykuyla uyanıklık arasında bebeğimin hayatında ilk defa gördüğü varlıkların görüntülerini beyninde nasıl işlediğini ben de sanki bir ekrandan izliyor gibi kendi ekranımda izliyordum. Anlatması ne kadar zor, ancak yaşamış ve fark etmiş olanlar anlayabilir.

Şekilden çok öz’e odaklanmanın kıymetini anladım

Bilinmezliği çok okuyarak aşmaya çalışıyordum. Korkularımı yenmeye başladıkça da deneyimlerime merakla yaklaşmaya başlamıştım. Dünyanın bir illüzyon olduğu gerçeği artık benim için çok netti ama işte buradaydık ve bir yere kaçamayacağımıza göre de buraya tutunmak zorundaydım. O günlerde denge kurmayı pek güzel öğrendim. Kendimi keşif sürecimi başlatmıştım. Yapabileceklerimi fark etmek, içsel gücümü artırmıştı. Bu dünyaya kendi içimden, sevdiğimin katkısıyla bir canlı getirmiştim. Ne büyük bir yaratıcıydım ben! Uzun süre yaşadığım Tanrı kompleksi tüm inanç sistemlerini de tekrar inceletti bana ve ben o günlerde öğrendim şekilden çok öz’e odaklanmanın kıymetini.

“Benim bir ruhum varsa şayet her şeyim vardı.”

 Ve her şeyden bana yansıyan bu ruh çok daha büyük bir şeyin parçasıydı. O halde O’nu bulmakla geçecek bir ömür ne kadar da kıymetliydi.

İkinci bebeğim Atlas da ise çok daha bilinçli bir yerden korkusuzca bu süreci yaşadım. Gelen her yeni farkındalığı kutlayarak, anlamlandırmaya çalışıp, hayatıma entegre ederek… Ve en sonunda da bugünümü inşa edecek olan adımları attım. Koçluk eğitimleri, bu alandaki en büyük dönüştürücü ivmeydi benim için. Orada keşfetmiştim tekrar ve tekrar yazmayla olan maceramı. Yazar olmak istediğimi nihayet itiraf edebilmiştim kendime ve öz benliğim benimle konuşup “Yazmak için buradasın. Daha ne bekliyorsun?” demişti. Sadece bir vizyon ve duru işiti deneyiminin peşine takılıp bugünümü inşa ettim, gerçekliğimi kendimin şekillendirebileceğini fark ederek.

Cennet, annelerinin ayakları altındadır

Benim deneyimlerim çok öznel ve başlarda gerçekten oldukça korkutucuydu. O yüzden lohusalık depresyonunun uzmanlarca çok dikkatli ele alınması gerektiğini hep düşünmüşümdür.  Ben kendi kendimi inceleyerek ve bana iyi gelen şeyleri yaparak şifalandım çok şükür. Ne yazık ki toplumumuzda bu özel sürecinde mutluluk duyması gerektiğini düşünüp benim gibi çok da pozitif olmayan, insanı başlarda rahatsız eden duygularla boğuşmak durumunda kalan bir sürü lohusa kadın var. Çevrelerindeki insanlar ve belki de en sevdikleri onları anlayamıyor. İşte bu yüzden tüm lohusalara büyük bir şefkat duyuyorum. Kimimize tüm bunlarla baş etmeye çalışmak, hele de ekonomik zorluklar vb. bambaşka dünyevi sıkıntılarımız varsa çok zor gelebilir.

Lohusayken intihar eden kadın sayısı azımsanamayacak kadar çok çünkü fazlasıyla destek gerektiren bir süreç. Hem bebeğe bakım vermek hem de kendi içinde cereyan eden ruhsal değişikliklerle baş etmeye çalışmak yeni anneyi yoruyor. Bu konuda Türk kültürünün destek anlamında iyi mekanizmaları olduğunu düşünüyorum. Tabii kadının kadına yaptığı birtakım duygusal baskılara hiç girmeyeceğim zira o bambaşka bir yazının konusu olur. Fakat dileğim, yeni çağda daha çok desteklenen anne görmek ve bu annelerin aynı zamanda ruhsal uyanışları için bu özel ve güzel dönemi olabildiğince rahat geçirmelerine alan tutan imkanlara sahip olabilmeleri. Çünkü artık biliyorum ki cennet bir boyuttur ve kapısından annelik deneyimiyle gelen yeteneklerle rahatlıkla geçilebilir. Bilinçteki sıçramanın en önemli eşiklerinden biri kendinden fazla sevebileceğin bir varlığa karşı duyduğun koşulsuz sevgidir. Bebeklerimiz genetik materyali geleceğe aktarma yönteminden ziyade bu ruhsal dersi anlayabilmemiz için en büyük fırsattır bana göre.

Bu yazı biraz farklı bir bakış açısı sundu biliyorum. Söylediğim birçok şey de tartışmaya açık. Tartışılması ne kadar güzel olur. Böylelikle daha geniş bakış açılarına açılıp anlayışımızı hep birlikte geliştirebiliriz. Ve belki bunu yaparken de işin komedisini yapmış bir başka kadına da selam göndeririz. En kısa zamanda filmi seyredip kendi lohusalıklarımı onurlandırmayı ve birkaç komik anıyla taçlandırmayı düşünüyorum.

Tüm kalbimle
Nihan


©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

nihan-uycan-ozen_
Yazar, sosyal girişimci…”Her yeni adımla kendine biraz daha yaklaşmış, yapmak istediklerini keşfetme yolunda ilerleyen bir ruh. Toplumda sosyal fayda yaratımını @kopruproject ile destekliyor.