Farkındalık

Lüküs kamarada kimler oturur?

Youtube’da bir videoya tıklamak üzereyim.

İzleyeceğim programda Armağan Çağlayan, öyle ya da böyle tanınmış isimlere çok net sorular soruyor ve izlerken “Aaa hiç de sandığım gibi değilmiş”, “Aaa meğer o olay öyle olmamış” diyorsunuz. Konsepti çok beğeniyorum.

Bir süredir izliyorum ve sonrasında kocama heyecanla anlatıyorum, “Ya biliyor musun o olay öyle değilmiş” diye…

Aslında hiç tanımadığım bir insana dair farkında bile olmadan taşıdığım bir yargıyı daha bıraktıkça sanki omzumdan bir yük iniyor.

Ferahlıyorum.

Ama şimdi bir an için içimden bir korku geçtiğini fark ediyorum.

Neden?

Çünkü bu sefer siyasi bir isim var koltukta. Beni bugüne kadar hiç temsil etmemiş bir parti için çalışıyor.

Bir an gerçekten tereddüt ediyorum ve hızlıca şu düşünceler geçiyor zihnimden:

“Şimdi izleyeceğim, onu anlayacağım ve ona artık kızamayacağım.”

Ortada, açıkta kalacağım gibi bir his.

O kadar ama o kadar kısa bir an ki!

Sonra kendimi tebrik ediyorum, o mini minnacık şeyi yakaladığım için.

Bak bakalım Yaprak Efendi diyorum, ne var burada?

Ve aslında zaten biliyorum.

Çünkü günlerdir bunu düşünüyorum.

Bu hallerimizi…

Düşündüklerimiz, savunduklarımız, izlediklerimiz, dinlediklerimiz, ait hissettiklerimiz değişiverecek diye ne kadar korktuğumuzu…

Bir şeye karşı olmaya ne kadar ihtiyaç duyduğumuzu…

Görüyorsunuz değil mi sosyal medyada paylaşılan, “Şunu şunu yapmayan kaç kişiyiz?” sorularını.

Tiktok videosu çekmeyen kaç kişiyiz arkadaşlar?

Arabesk dinlemeyen ve Türk dizilerinden nefret eden kaç kişiyiz?

Sanal paraya yatırım yapmayan ve henüz Covid olmayan kaç kişiyiz bir açıklar mısınız?

Astrolojiye inanmayan kaç kişiyiz?

Haydi bir toplanalım da kendimizi iyi hissedelim.

Geçenlerde yaşı genç ama görevi geçmişte kalmış eski bir milletvekilinin paylaşımına denk geldim. Kısaca şöyleydi:

“…. diziyi izlemeyen kaç kişiyiz?”

Diziye esin kaynağı olan psikiyatristin adını yanlış yazdığı vurgulanınca da eklemişti,

“O kadar izlemiyorum ki soyadını bile bilmiyorum.”

O kadar izlemeyen ve soyadını bile bilmediği için kendisi ile gurur duyan kaç kişiyiz?

Bu tıpkı aynı günlerde bir başka sosyal medya paylaşımının altında gördüğüm, “Müslüm Gürses kim desem beni döver misiniz?” yorumu gibiydi.

O kadar bilmiyorum ki… Bilmediğim derecede kültürlü, entelektüel, kaliteli ve havalıyım.

Küçümseyebildiği oranda iyi hissedebildiğini fark eden ya da etmeyen kaç kişiyiz?

Oysa hatırlıyorum o milletvekilini, Haliç kıyısında sıcak bir gün, kan ter içinde broşür dağıtırken gördüğümü…  Şans bu ya Rahmi Koç Müzesi’nin nostaljik trenindeydik biz ve o da bizim gibi müze gezen, kültürlü (!) insanlara broşür uzatmış, sonra sahilde yere oturmuş vatandaşlara yönelmişti. Şu an biliyor mu acaba o müzeyi gezen bizler ve sahilde bedava oturanlar, hep birlikte o diziyi izliyoruz.

Bundan utanç duymam gerektiğini düşünen kaç kişiyiz?

Hemen bir beş yıl daha geriye sarıyorum ve Bodrum’da belediyenin salonunda konuşma yapan bir başka milletvekilini dinlediğim ana gidiyorum. O sıralar revaçta olan bir yemek programını kastederek, “Vaktinizi bunlarla geçireceğinize faydalı şeyler yapın” gibi bir şey söylemişti.  Tahmin ettiniz değil mi? Ben o sıralar o programı da izliyordum zaman zaman. Belki de o kibirli konuşmaya maruz kalmak yerine eve gidip televizyonu açsam en azından kendim için daha faydalı bir iş yapmış olacaktım.

Benim sıradan, basit bir insan olduğumu düşünen kaç kişiyiz?

Ve bu tavır hiç bitmiyor, hiçbir yerde bitmiyor. Okunan kitaplar, izlenen diziler, filmler, dinlenen müzikler, inançlar… Özetle tercihleri hep ama hep yargılanıyoruz.

Yoksa biz nasıl, kimin aynasında kendimize bakıp da iyi hissedeceğiz?

Kendimizden alamadığımız gücü başkalarına bakarak damarlarımıza nasıl pompalayacağız?

O güvenli alanın sınırlarını başka türlü nasıl çizeceğiz?

Ya lüküs kamaramızdan çıkıp o hiçbir şey bilmeyen, anlamayan, zevki gelişmemiş, yanlış partiye oy veren insancıklara temas ediverirsek?

Ya anlayıverirsek?

Ya kalbimiz yumuşarsa?

Ya eskisi kadar kızgın olmazsak?

Ya siyaset gözlüğümüz, ya taraftarlık gözlüğümüz düşüverirse gözümüzden?

Motivasyonumuzu, yaşam gücümüzü nereden alacağız?

Ya seversek?

Gerçekten seversek…

Göğsümüzün ortasında sıcacık bir his oluşursa ve bu hayatta en çok ama en çok kızdığımız insanı, insanları, temsil ettikleri tüm kalıpların ötesinde görüp seversek?

Sonra da yine kendi hayat görüşümüzü, müziklerimizi, kitaplarımızı, dizilerimizi, filmlerimizi, tercihlerimizi huzurla, keyifle, neşeyle yaşamaya devam edersek?

Müslüm Baba filminde, bir hayranının bıçaklamasının ardından gazetecinin neden böyle yapıyorlar sorusuna şöyle yanıt veriyordu Müslüm Gürses:

“Yas tutuyorlar…”

Anlamıştı.

Yetişkin görünen o çocuklar hem kendilerini jiletliyor hem babalarını bıçaklıyorlardı.

Bizim de jilet yaralarımız bulunduğunu, onlardan tek farkımızın bunları çok iyi saklama becerimiz olduğunu fark eden kaç kişiyiz?

Böyle bir anlaşılmaya ihtiyacı olan ama buna bakmaya korktuğu için jilet gibi keskin dillerle karşı durduklarını eleştiren kaç kişiyiz?

Başlık: Melih Cevdet Anday- Şinanay şiirinden ve Sezen Aksu’nun güzel yorumundan esinlenilmiştir.

©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

yaprak-cetinkaya
Gazetecilik eğitimini Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde aldı. 27 yıldır farklı görevlerde daima mesleğine aşık bir hal ile çalışıyor. Gazeteciliği en çok wellbeing, kişisel gelişim, psikoloji, ezoterizm, mitoloji gibi daha az konuşulan konular üzerinden yapmayı seviyor. Mümkün Dergi, Yuka Dükkân ve Yuka Ajans’ın kurucu ortaklarından…