Hayatımın her döneminde geceleri en çok evde olmayı sevdim. Pijama, terlik ve televizyon. Gece misafirlerini bile sevmem. Biri yemeğe geldiyse, vakitlice gitmez diye ödüm kopar. İsterim ki gece on, on buçuk dedin mi ev bize kalsın. Gece böyle bir şey çünkü. Özel. Sessizlik. Dinginlik. Durgunluk.
Akşam benim için huzurlu, memnun, tamamlanmış bir günün ardından gecenin yaklaşmakta olduğunun müjdesidir.
Akşam ezanı ise çocukluktan kalma bir şey olsa gerek; benim için eve dönüş vaktini temsil eder. Sokakta oynama yaşlarım boyunca akşam ezanı, vaktin dolduğu, sokağın bittiği, eve giriş zillerinin çaldığı Hafize annenin çanı gibiydi. Hava yavaştan serinler, ışık insanı hiç huzursuz etmeden yavaşça çekilir. Evdesin. Işıkların yanmasıyla perdeler örtülür. Artık huzur saatidir. Çok kişisel ama akşamın huzurunu ben biraz da mesainin bitmesine bağlarım. Artık kapıda beliren tatsız sürprizlerin mesaisi bitmiştir mesela. Kapı çaldıysa ya babam gelmiştir (ah ne büyük sevinç) ya ekmek almayı unutan bir komşu ya da pişirdiği yemekten komşulara da dağıtan bir başka komşu. Akşam huzurdur, sevinçtir benim için. Biraz da güven.
Ve işte tam da burada, insanlık tarihiyle kendi küçük hikâyem birleşir. Çünkü gece, her zaman iki anlamı birlikte taşır: korku ve güven, tekinsizlik ve huzur. Tarihin derinliklerinde gece, bilinmezlik yüzünden tehlikeyle, kötü ruhlarla ve ölümle özdeşleşti. Ama aynı gece, yıldızlarla bezeli göğüyle hayranlık uyandırdı; insanı hayaller kurmaya ve içe dönmeye çağırdı. Bizi uyumaya yönlendiren, aslında yaşamın kendi aklıydı. Yine de gece, evlerin içindeki sessizlikte, ailelerin bir arada oluşunda, perdeler kapandıktan sonra yakılan lambaların ışığında bambaşka bir güzelliğe büründü. Belki de gecenin en büyük sırrı burada: hem insanlığın en eski korkularını hem de en derin huzurunu aynı anda barındırması.

Bugünlerde “nocturizm” diye adlandırılan akımın varlığı da bu ikiliği doğruluyor aslında. Gecenin sokaklarına, meydanlarına kısaca mekanlarına bilinçli olarak açılmak hem tekinsizliğin kıyısında durmak hem de onun güzelliğini yeniden keşfetmek demek. İnsanlığın derin korkularını tetikleyen o eski karanlığa doğru yürüyüp, orada hayranlık, huzur ve dinginlik bulmak. Benim için evin içinde yaşanan huzur neyse, nocturist için de geceye bizzat karışmak aynı ölçüde özel bir deneyim. Çoğu zaman eve çekilmenin, kimi zaman da dışarıya açılmanın zamanı. Ama her ikisi de aynı hakikate işaret ediyor: gece hem korku hem güzelliktir hem yabancı hem tanıdıktır ve hem tehdit hem sığınaktır.
“SENİN KAFANIN İÇİ YILDIZLI KARANLIKLAR KADAR GÜZEL, KORKUNÇ, KUDRETLİ VE İYİDİR. YILDIZLAR VE SENİN KAFAN, KÂİNATIN EN MÜKEMMEL ŞEYİDİR”
Nazım Hikmet, “Delikanlım İyi Bak Yıldızlara”, şiir.
Epey oluyor, bir iş için Sultanahmet’e gitmiştim. Buluşma yerine de biraz erken varmışım. Siz kendinizi park eder misiniz? Ben çok park ederim. Öyle her yerde durulmayacağını bilmenin adı bu olmalı. Uzak Şehir diye bir dizi var, belki bilirsiniz. Oradaki ana karakter Cihan Albora’nın öylece durup düşünme anlarına izleyiciler “park etmek” şakası yapıyor. “Hele bak, kendini nası’ park etmiş gibi…” Çok iyi şaka, çok iyi metafor. Park etmek meselesini başka bir zaman açarız ama o gün ben de kendimi, tıpkı Cihan Albora gibi Kabasakal Caddesi’nin hemen sonundaki yüzyıllık bir ağacın dibine park ettim. Bir sigara yaktım. Tam burada araya girip çocukluğumdan beri din diyanet konularına büyük bir ilgim olduğunu söylemeliyim. İçim hep Allah’a çekilir. Onunla kurduğum temas öyledir ki beni meyhanede de sarar çayhanede de. Her yerde ama her yerde bir an kendimi onunla bütünleşmiş bulurum. Orada da içimde çok tatlı, tarifi mümkün olmayan bir his belirdi. Etrafa baktım. İleride Sultanahmet Parkı’nı gördüm. Ağaçların altında bir bank vardı. Normalde binlerce insanın akın akın dolaştığı, her an kalabalık olan bu yerde o bank nasıl boştu! Sanki boş değil de o çok meşhur “hiçlik” makamına ermiş gibiydi.

Banka doğru yürüdüm. Kediler, kargalar, çamlar, çınarlar ve bir de ben… Oturdum, sırtımı dayadım, gözlerimi kapadım. Bir de bir güzel esinti vardı ki! Bilirsiniz, İstanbul’un öyle sürpriz esintileri vardır; insanı hayatla doldurur. “Allah’ım” dedim, “bu nasıl güzel bir ikram. Sen beni buraya mı getirdin?” Tam huşû içinde, kendimi bu kez banka park etmişken ezan okunmaya başladı. O kadar etkilendim ki, sanki yıllar sonra yeniden kulağıma ezan okunuyor, ismim söyleniyordu: “Senin adın Serda, senin adın Serda, senin adın Serda.” O anda kalbime bir arzu düştü: bir gün mutlaka sabah ezanını dinlemek için yeniden buraya gelecektim.
Vaktim dolmuştu. Buluşma yerine geri döndüm ve Asude’yle buluştum. Arzumu ona anlattım. Hemen bana katıldı. Sonrasında Yaprak ve Dilek’i de sabah ezanı dinleme programımıza dahil ettik, günümüzü ayarladık.
Sadece birkaç hafta sonra, dört kadın sabah saat dört buçuk sularında, daha önce kendimi park ettiğim ağacın altında buluştuk. Tatlı bir neşe, yalnızca kadınlara has kıkırdamalarla Sultanahmet Meydanı’na yürüdük. Hava zifiri karanlıktı. Ne güzeldi…

Beklerken Asude, İstanbul’un iki büyük simgesi olan Ayasofya-i Kebir Camii ve Sultanahmet Camii’nde, Fatih Sultan Mehmed’in vasiyetiyle süregelen “karşılıklı ezan okuma” geleneğini anlattı o güzel sesiyle. Atalarımız her şeyin en güzelini yapmaya çalışmış: camileriyle, türbeleriyle, bıraktıkları izlerle şehirlere estetik ve güzellik katmışlar. Söz konusu ezan olduğunda da aynı inceliği göstermişler; eğitimler vermiş, “cumhur müezzinliği”ni düşünmüşler. Bu güzel bilgiler dışında orada çok fazla konuşmadık. Bu defa her birimiz kendimizi birbirimizden biraz uzak bir köşeye park ettik. Az sonra ezan başladı.
İçimden bile konuşmadan, hiçbir şey dilemeden, dua etmeye bile ihtiyaç duymadan ezanı dinledim. Ezan, kulaklarımdan içeri akıyor, bütün varlığımda dolaşıyor, hücrelerime işliyordu. O an kelimeler gereksizdi, var olmak ve teslimiyet ve bağlantı ve derin sessizlik. İşte buydu: huşû. Hep bildiğim ama adını o gün ilk kez idrak ettiğim hâlin adı. Eskiden böyle yerlere sadece dilek dilemeye, adak adamaya gidildiğini sanırdım. Hep öyle gösteriliyordu. Bana da tuhaf gelirdi bu. Başak burcu bir yargı queen olarak “oralara” gitmelere burun kıvırırdım. Ama o gece başka bir şey idrak ettim: dileklerden, niyetlerden, isteklerden arınmış bir “orada olma” hâli, bambaşka bir deneyimmiş. Hem atalarınla hem hayatın ta kendisiyle hem yaratıcıyla hem de her şeyin başlangıcı ve daimî kaynağıyla birleşmek, bütünleşmek başka bir şeymiş.
Nihayetinde dünyadayız, bedenimiz de seyahat ve ziyaret ikramını hak ediyormuş meğer. Meğer çok okuyan başka yerden, çok gezen başka yerden biliyormuş…
Belki de yaşla ilgilidir; ben artık tarihi çeşmeleri, müzeleri, yıllanmış ağaçları daha çok önemsiyorum. Biz çok kanatlı kuşlarız belki: Yaratıcı, hayat, zaman, dünya, doğa, kültür, insanlar… ve biz. İki kanatla da uçarsın belki ama ya tüm kanatlar açıkken uçmak da bir başka oluyorsa? Ben mekânın da maddenin de ruhu olduğuna inanıyorum; çeşmenin mermerinde, müzenin taşında, ağacın gövdesinde yılların, hayatların, iç geçirmelerin izi var. Yaşla birlikte zamanın hızını değil, taşıyıcılığını da fark ediyorsun. O taşınanlar bazen bir çınarın gölgesinde, bazen bir taşın serinliğinde yüzüne çarpıyor. Belki de geçmişle bağ kurma ihtiyacım arttı; benden öncekilerin ellerinin değdiği, gözlerinin gördüğü, ruhlarının sindiği yerlere gitmek bana bir süreklilik duygusu veriyor. Bir emanetin halkası, daimiliğin muhafızı gibi hissediyorum kendimi. Dünyadan gelip geçmiş ruhların onurlandırılmasını, bazı şeylerin hiç unutulmamasını, unuttuğumun bile farkında olmadığım şeyleri çeşitli vesilelerle yeniden hatırlamayı kıymetli buluyorum. Sanki bazı şeyler, hatırlamanın rasgeleliğine bırakılmayacak kadar önemli. Onlar için özellikle durmak, ziyaret etmek, anmak gerek.
Sonra kolektif hafıza. Bir toplumun, bir şehrin, bir kültürün hafızası… Eğer ziyaret edilmezse, yok sayılırsa, hatırlamanın rastgeleliğine kalır. Oysa gidip görmek, dokunmak, yürümek hem kişisel hem de kolektif olanı canlı tutar. Bir tür ortak sorumluluk gibi.

HUŞÛ GEZİLERİ: SİYAHINDA YEŞİL VAR, KİMSESİZ GECELERİN[*]
Huşû, sözlükte[**] “sessiz ve sakin durmak, alçak gönüllü olmak, Hakk’a boyun eğmek; yumuşaklık, kolaylık” gibi anlamlara gelir. Terim olarak ise Allah’ın huzurunda olduğunun bilinciyle tevazu gösterip boyun eğmeyi ifade eder. Hudû kelimesi de benzer anlama sahip ama o bedenle ilgili; kelime daha çok bedenin eğilmesi, dışa yansıyan teslimiyet hareketlerini karşılıyor. Huşû hal, hudû hareket. Diyorlar ki hudû bazen zorlama ya da mecburiyetle gerçekleşebilirken, huşû içten gelen, muhatabın heybetinden doğan kalbî ve ruhsal bir hal.
Benim inancıma göreyse huşû yalnızca boyun eğmek değil; varlığa, birliğe, kudrete şahit olmak, O’nu bilmek, O’na ermek, bir ve bütün olmak. O kimi zaman yaratıcıdır kimi zaman hayat kimi zaman dünya kimi zaman da bilgiye ermek. Tam da o an, bir an.
Huşûnun özel bir etkisi de var. İnsan o hali bir kez yaşayınca tekrar tekrar çağrılıyor. Hani insanlar bağışıklığı güçlendirmek için belli aralıklarla vitamin-mineral serumları alıyor ya… Bence huşû da bir çeşit ruhsal ve kalbî, belki enerjî serum. Sarı değil belki ama yine de serum. Koldan değil, hâlden alınıyor. Ruhu besliyor, varlık depolarını dolduruyor.
Sabah ezanıyla yaşadığımız o ikram tam da böyleydi. Çağrılmıştık ve biz de çağrıya uymuştuk. O yüzden hâlimizin adı çok netti: huşû.
Peki bütün bunların nocturizm ile ne ilgisi var? Çok ilgisi var.
“Nocturizm”, İngilizce nocturnal (geceye ait) ve tourism (turizm) kelimelerinin birleşiminden türetilmiş bir kavram. Gündüz yapılan turistik aktiviteleri geceye taşımayı, karanlığın, yıldızların ve gecenin atmosferiyle özel bir etkileşim kurmayı amaçlıyor. Aslında modern dünyanın yeni saydığı bu eğilim, insanlık tarihinin en eski sezgilerinden birine yaslanıyor: Geceye karışarak korku ile huzuru, tekinsizlik ile güzelliği, sınırlılık ile sonsuzluğu bir arada deneyimlemek.
Benim için Sultanahmet’te sabah ezanını dinlemek bir huşû gezisiydi; başkası için bu, yıldızların altında bir yürüyüş ya da bir gece müzesini keşif olabilir.
Gece ve Erendil’in Işığı
O sabah ezanı tecrübemden sonra, geceleri başka bir gözle görmeye başladım. Gündüzün kalabalık, gürültülü şehri yavaş yavaş susunca, yıldızların ışığında bir başka çağrı beliriyor. Ben buna “bağlantı gezilerim” dedim. Türbeleri, camileri, sessiz avluları dolaştım. Şehrin ortasında kendi ışıklarımı yaktım. Tıpkı Tolkien’in masallarındaki gibi, elime Erendil’in Işığı verilmişti: yol gösteren, kaybolduğunda bile sana “yol buradan” diyen bir ışık.
Gece, gündüzün hiç göstermediği şeyleri açığa çıkarıyor. Bir türbenin gündüz kalabalığında fark etmediğin taş, gece sessizliğinde dile gelir. Bir caminin kubbesi, karanlık gökyüzüyle birleşince göğe doğru açılan bir kapıya dönüşür. Şehrin en gürültülü meydanı bile gece yarısı öyle bir susar ki, o sessizlikte kendi kalbinin sesini işitirsin. İşte o an, dışarıdaki perdeler kapanırken içeridekiler açılır; kalbin perdesi aralanır.

Şehir hayatında gündüz insanı yutar. Metro kalabalığında, trafik ışıklarında, bitmeyen toplantılarda, herkes aynı telaşla akıyor. Gece ise bu perdeyi indiriyor. Gökdelenlerde birer birer ışıklar sönüyor, kafeler kapanıyor, yollar boşalıyor. O an fark ediyorsun: gündüzün hızından görünmeyen hakikat, aslında gecenin sessizliğinde parlıyor. Masallarda kahramanların gece yola çıkması boşuna değil; gece yolculuğu, insanın öze yürüyüşü gibi.
Belki de bu yüzden gece, sadece uyku zamanı değil. Şehirde gece, gündüzün karmaşasının telafisi gibidir.
Belki Bir Nocturizm Değil ama Ubudiyyet de Güzel Akım
Sözlükte[***] “boyun eğme, alçak gönüllülük, itaat, kulluk, tapma, tapınma” anlamlarına gelen ibâdet, dinî bir terim olarak insanın Allah’a saygı, sevgi ve itaatini göstermek, O’nun hoşnutluğunu kazanmak niyetiyle ortaya koyduğu belirli tutum ve gerçekleştirdiği davranışlar için kullanıldığı gibi daha genel olarak aynı mahiyetteki düşünüş, duyuş ve sözleri de ifade eder. İslâmî literatürde ibadet, düzenli hareketlerle Allah’a yönelişi; ubûdiyyet ise hayatın her anını kapsayan derin varlık duyarlılığını anlatır. Bir tanıma göre ubûdiyyet “insanın Allah’ın yaptıklarından memnun olması”, ibadet ise “O’nun razı olacağı işleri yapması”dır.
Çok iyi değil mi? Herkes Allah’ın bizden razı olmasını anlatır; ama bizim ondan razı ve emin olmamız da en az o kadar mühim. Çünkü o his bize lazım. Çok lazım. İşte gece gezmelerimin özünde bu var: yüce olanın yüceliğine iman tazelemek, senin de parçası olduğun büyük ilahî bağlamın içinden beslenmek. Yani görünmez kablolarla bağlı olduğun ana kaynağa, kendi fişini takmak.
Geçenlerde arkadaş grubumuzla oturuyorduk, laflar döndü dolaştı diyanetin bütçesine geldi. İçimizden biri, “Baksana her köşe başında cami var, ne gerek var bu kadar camiye?” diye çıkıştı, vergilerimizin çarçur edilmesinden yakınıyordu. Ben de kendimce şakayla karışık, “sorun camilerin çokluğu değil, gidenlerin azlığı” dedim. Bana biraz kızmış olabilir ama gerçekten böyle düşünüyorum. Amacım kimseyi camiye davet etmek değil; amacım kendimize moral ve ruh serumu gibi küçük manevi ikramlar sunmanın önemine ve güzelliğine değinmek.

HADİ GİDELİM
İstanbul’da gündüzler çok kalabalık, gürültülü ve çok telaşlı. Bir yere ulaşsan bile vardığın yerde kalabalıktan dolayı nefes almak zor. Ama gece öyle değil. Gündüzün debdebesi, koşuşturması arasında göremediğin pek çok şeyi gece fark edebilirsin. Ben bunu “bağlantı” gezilerimle deneyimledim: camilerde, türbelerde, sabah ezanında. Ama mesele bundan ibaret değil. Gecelere dair antik korkularımız yüzünden alışkanlıklarımız hep gündüze ayarlı; halbuki o alışkanlıkları tersine çevirdiğinde gün içinde yapamayacağın pek çok şeyi gecede buluyorsun.
Bir müzenin gece turu, tenha bir meydanda yürüyüş, şehrin ışıklarına rağmen yıldızları seçmeye çalışmak, Boğaz’da ay ışığı ya da gece çorbası… Nocturizm işte bütün bunları kapsıyor. Yani geceyi yalnızca uykuya ayırmak yerine, karanlığı ve tenhanın dinginliğini hayatın içine katmak.
Bunu deneyimlemek için büyük hazırlıklara gerek yok. Küçük gruplarla başlayabilirsiniz. Arabanız yoksa taksiyi paylaşabilirsiniz. Yeme içmeyi ikinci plana bırakıp yalnızca bir çay, kahve ya da çorba molasıyla bütçeyi dengeleyebilirsiniz. Ayda bir gecenizi, görmeyi çok istediğiniz bir yere ayırmak bile çok iyi gelir. O bir gece, ruhunuza ve zihninize bir ay yetecek kadar tazelik verebilir.
Çünkü mesele sadece gezmek değil. Gece, aslında içimizde unuttuğumuz bir alanı açıyor: hem manevî hem estetik hem de insani bağlarımızı tazeleme alanı. Kimi için türbe ziyareti, kimi için yıldız gözlemi, kimi için bir ışık enstalasyonu ya da sabaha kadar süren bir konser…
Mini Gece Turu Hazırlama Rehberi
- Gezi grubunu oluştur. Başlangıç için 4–5 kişi yeterli. Ne çok kalabalık ne de tek başına… Hem güvenli hem de paylaşımı zenginleştiren bir sayı.
- Kendi listeni yap. Instagram’da veya telefonunun notlar bölümünde “Gezilecek Yerler” klasörü aç. Gitmek istediğin yerleri buraya kaydet. Yıl sonunda “Bu yıl görmek istediğim yerler” listesi yap ve kendine küçük hedefler koy.
- Liste paylaşımı. Grubun her üyesi kendi listesini paylaşsın. Böylece ortak merak noktaları ortaya çıkar, yeni fikirler birbirini besler.
- Rotayı belirle. Navigasyon uygulamasından gideceğiniz yerin çevresine bakın. Hangi güzergâhı izleyeceğinizi, nerede dinleneceğinizi, toplam yolun ne kadar süreceğini önceden görün. Bu hazırlık, gezinin akışını kolaylaştırır.
- Tur rehberi seçin. Her gezi için gruptan birini günün “tur rehberi” seçin. Rota, mola, zaman planı onda olsun. Ama aynı zamanda herkesin gönüllü esnekliğiyle hareket edin. “Sıfır şikâyet, tam uyum” sözü verin.
- Hafif ve dengeli. Yeme içmeyi büyük planın parçası yapmayın. Bir çay, kahve ya da çorba molası yeterlidir. Hem bütçeyi dengeler hem de odağı deneyimde tutar.
- Birlikte ama yalnız. Bu turların amacı eğlenmek ya da sürekli sohbet etmek değil. Amaç birliğiniz var; birlikte ama kendi içine dönmek niyetiyle birliktesiniz. Biz mesela gece gezmelerimizde çok az konuşuruz; asıl niyetimiz, gittiğimiz yerde kendimizle baş başa kalmaktır.
- Gönüllü akışta kalın. Herkesin içinden geldiği gibi, rahatlıkla ama aynı zamanda birbirine özen göstererek hareket etmesi en güzeli.
Bakalım siz de bir nocturist olacak mısınız? Belki de zaten öylesiniz. Bulduğunuz yeni yerleri bana da yazın; ben de kendi listeme ekleyeyim. Kim bilir, belki bir gece aynı rotada yollarımız kesişir.
[*] Bir semai şarkı; beste: Yavuz Özüstün, güfte: Turhan Oğuzbaş, şarkı adı: Bir Deniz ki Gözlerin, söyleyen: Nesrin Sipahi.
[**] İslam Ansiklopedisi-web
[***] İslam Ansiklopedisi-web
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

