İyi roman, sizi bir atmosfere taşıyabilen bir romandır. Artık orada yaşar, o dünyada yer içer, soluk alır, oranın şarkılarını söylersiniz. İşte Serda Kranda Kapucuoğlu’nun ilk romanı Birdenbire sizi aşkın atmosferine sokuyor. Ayşegül ve Mehmet’in hikayesini, aşklarını, oyunlarını okurken aşkın atmosferine giriyor, aşık değilseniz bile sokaklara çıkıp âşık olmak istediğinizi haykırmak istiyorsunuz. Baharın gelişini müjdeler gibi aşkı müjdeliyor Birdenbire, belki ikisini de. Dilinizde şarkılar, kalbinizde tatlı bir çarpıntı biraz yerden yükseliyorsunuz. Serda ile ona bir rüyanın fısıldadığı romanını ve dünya dışı bir malzemeden yapılmış aşkı konuştuk.
Birdenbire senin ilk romanın, nasıl gelişti bu roman yazma fikri birdenbire mi yoksa uzun süreli bir birikimin sonucu muydu?
Çocukluğundan beri okuyan ve yazan pek çok kişi gibi ben de bir gün bir roman yazmayı istedim ama doğrusu bunu yapabileceğime pek ihtimal vermiyordum. Sen de bilirsin, edebiyatın kendine has, insana haddini bilmesini öğütleyen hatta bazen bunu dayatan bir hali vardır. Bizim ülkemizde ise bu adeta somut olarak hissedilir. Dolayısıyla kafamın içinde bir otorite, bir jüri vardı hep; ne yazsam yine de olmayacağını bana hissettiren. Ancak bundan yaklaşık 4 yıl önce bir rüya gördüm. Rüyamda birbirine aşık ama nedense birleşemeyen, birbirlerine henüz duygularını açamamış Mehmet ve Ayşegül’ü gördüm. Birbirlerine öyle güzel bakıyorlardı ki… Haftalarca aklımdan çıkmadı halleri. “Birbirini bu kadar seven iki insan, neden kavuşamıyordur ki?” sorusunu kendime sorunca, öyle sanıyorum ki zihnim de bu soruya cevaplar aramaya başladı. Bu cevaplar, parça parça görüntüler, sesler olarak hayatıma dahil olmuştu. Böyle bakınca, aslında hem birdenbire oldu hem de yıllar içinde romana kalkışmam. Ben bu aşkın hikayesini yazacağım, dedim. Yazayım ve diyeyim ki “İki insan birbirini seviyorsa bırakın da zaman azıcık dursun ya da onlar için aksın…”
“ÖDÜM KOPTU, YILLARCA TEK SATIR YAZAMADIM”
Aynı zamanda, editörlük, yaratıcı yazarlık atölyeleri yapıyorsun, masanın bir tarafından öbür tarafına oturmak da az buz meydan okuma değil, bu süreçte neler hissettin?
Ödüm koptu. Öyle ki yıllarca sadece düşündüm hikâyeyi, tek bir satır bile yazamadım. Sonra bir gece, “Dur bakayım, bir başlayayım bakalım nasıl olacak?” diyerek birkaç sayfa yazdım. Baktım ki çok zevkli; kimseye belli etmeden yaklaşık 40 sayfa kadar yazdım. Ancak dönüp yazdıklarıma baktığımda içimde artık kemikleşmiş olan editör ve okur tarafım beni ve metnimi yerden vurdu. Çok büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Ve yazmayı bıraktım. Yaklaşık bir yıl, bilgisayarımda kaldı o 40 sayfa. Ben derslerimde Orhan Pamuk’un Saf ve Düşünceli Romancı kitabını okuturum, ders de bu bilgiyle başlar. Tüm derslerim. Yazmak ile ilgili bir şey anlatacaksam girişim budur benim. Kendi kendime dedim ki “Ayol insanlara anlatıp duruyorsun, ‘Bir romancı ne zaman saf ne zaman düşünceli olması gerektiğini doğru ayırt edecek. Yazarken saf, okurken ve tasarlarken düşünceli olacaksın.” Bu içimi çok rahatlattı. Saflık ve düşüncelilik sınırlarını çizdikten sonra metnimin içinde hem yaratıcı akışa kapılmayı hem de her şeyin rasyonalitesini tartmayı deneyimledim. Ancak her şey bittikten sonra, bu defa yayınlatma aşamasında aynı karın ağrıları geri geldi. Bir süre, kitabımı yayımlamamayı düşündüm. Sonra bir gün Sevgili Cem İleri bana şöyle dedi, “Her yazarın sonradan pişman olacağı bir ilk kitabı vardır.” Bu sözü kendime dair derin bir şefkatle kabul ettim. Aynı günlerde canım arkadaşım Eftalya da (Köseoğlu) “Çok abartıyorsun, harika bir editör olabilirsin ama nihayetinde acemi bir yazarsın. Sonra daha iyilerini de elbette yazarsın,” dedi. Bu da kendimi kabulle ilgili kalbime iyi geldi.
Şimdi hala gece pişman olup sabah iyi ki yaptım diyorum… Sanırım bu böyle sürüp gidecek.
“Yazanlar ve okuyanlar için, yazarlık insanın kendini anlattığı bir iş değil. Yazar, daima başkasını anlatır. Ona bakar, odağında o vardır. ‘Ben ne yapardım?’ diye sormak yerine “O ne yapardı?” diye sormak gerek.”
Birdenbire aldatıldığı için uzun yıllardır sürdürdüğü evliliğini sonlandıran, özgürlüğünü kazanan, hayatının aşkına yelken açan Ayşegül’ün Mehmet’le yaşadığı erotik ögeleri olan bir aşk hikayesi. Evli, mutlu, çocuklu bir kadın olarak eşinden, ailenden hiç tepki aldın mı, her ne kadar kurgu bir metin de olsa bir durdun mu böyle?
Bu sorun beni gülümsetti. Özellikle kız kardeşim benimle çok dalga geçti. Eşim ise “Evlilik hakkında bunları düşündüğünü bilmiyordum,” dedi tatlı bir sitemle. Doğrusu kitap bittiğinde ben de babama bir anlatmıştım, “Babacığım bu hikâyede biraz erotik bölümler var, bu seni mahcup eder mi acaba?” diye. Kimilerine saçma gelebilir ama Borges’e nazireyle, “Kim olursam olayım önce babamın kızıyım.” Sağ olsun o da çok tatlı bir yaklaşımla, “Olur mu kızım, kimi ne ilgilendirir,” dedi. Çok şeker bir diyalogdu. Öte taraftan, bir hikâye anlatmak, anlatıcısından meseleyi iyi kavramasını bekler. Yazar temasına sahip çıkan kişidir. O tema her neyse içinde güzelce gezinmesini ister hikâye. Benim için yılların gözleminin ve biraz da sezgisel kavrayışın sentezi oldu, ayrılığı, boşanmayı anlatmak. Bir de şunu söylemek isterim. Yazanlar ve okuyanlar için, yazarlık insanın kendini anlattığı bir iş değil. Yazar, daima başkasını anlatır. Ona bakar, odağında o vardır. “Ben ne yapardım?” diye sormak yerine “O ne yapardı?” diye sormak gerek. Bu açıdan, Birdenbire benim hikâyem değil ki onun hikâyesi. Ben dile getirdim sadece.
Aslında Birdenbire bir aşk hikayesi olduğu kadar bir ilişkiler hikayesi de. Başrol oyuncuları kadar yardımcı kadın ve erkek oyuncuların da çok rolü var. Günümüzün çetrefil ilişki sarmallarını, aşkı seçmeye cesaret edemeyişlerini, yedeklemelere sapışlarını izliyoruz. Bu konuda neler söyleyeceksin? Bu anlamda kitabın inanılmaz bir film ya da dizi olabileceğini düşünüyorum.
Güzel sözlerin ve dileğin için teşekkür ederim. Ben de çok isterim. Ve evet, günümüzde ilişkiler çok acayip. Kimse tam olarak birbirine ait değil gibi. Birbirlerine bir yerinden sanki çengelli iğneyle, öylesine tutturulmuşlar gibi yaşanıyor ilişkiler. Hayret ediyorum, muhteşem kadınlar var ve yalnızlar; aynı şekilde harika adamlar var ve onlar da yalnızlar. Herkes bir “kendi alanını koruma” derdinde. Özgürlük adı altında çok kıymetli bir ihtiyacın hayatlarımızdan çıktığını görüyorum, “Aidiyet.” Ne kadar kıymetli bir olgu. Birine, bir yere, bir şeye ait hissetmek. Onunla tamam olma hissini yaşamak. Hani eve döner gibi, her buluşmada yaşanan ona dönme hissi. Yedekleme, güzel lafmış bu arada. Çok doğru ifade etmişsin.
Kitabın içinde şarkıların, şarkı sözlerinin büyük bir yer tuttuğunu görüyoruz, zaten kitap bir yanıyla çok modern bu dünyaya ait gibi, bir yanıyla da o 2000’li yıllar öncesinin sıcaklığını yansıtıyor. Bu karışım bilinçli mi seçildi?
Aslında karakterin yaşlarının tezahürü sanırım. 70’lerde ve 80’lerde doğanlar için, yani gençlikleri ya da ilk gençlik çağları 90’lara denk gelmiş olanlar için o dönem şarkılarının çok özel bir yeri olduğunu düşünüyorum. Ayşegül de 40 yaşında bir kadın ve müzik dinlemeyi çok seviyor. Diğer yandan kitapta da geçen Sezen Aksu’nun Vazgeçtim’i, Nükhet Duru’nun Sesini Duyur’u ve Mustafa Sandal’ın Suç Bende’si bana gerçekten yukarılardan gelen şarkılar. Her birini farklı zamanlarda duydum ben ve sanki eski bir hatırayı anımsatarak hikâye ile ilgili çok güzel bağlantılarla birlikte geldiler. Ben de yazarken çok dinledim bu üç şarkıyı. Ayşegül’ün çalma listesi de böyle oluştu. Yazma ve tasarlama sürecinde, hikayeyle karakterlerle bağ kurmama, bir olayın hissini anlamama çok yardımcı oldu bu liste. Her şeyin sonunda, hikâyeyi de kimi yerlerde şekillendiren şarkılar birikmeye başladı. Kitabın son sayfasına bu şarkıların olduğu Spotify listesinin kodunu koyduk. Merak edenler, uygulama içinden Birdenbire adıyla ulaşabilirler.
AŞKIN KÜÇÜK GÖRÜNEN BÜYÜK HALLERİ
Aşk romanlarının tarihe karıştığı, aşkın da şiddetin, entrikanın, maceranın, bazen komedinin içinde dekor olduğu zamanlarda yaşıyoruz. Oysa aşk burada bir başrol oyuncusu ve bu hepimize iyi geliyor… Sen neler söylemek istersin?
Bu soru için teşekkür ederim. Bu hikâye bence insanın en temeldeki en küçük, en gündelik hallerini esas alıyor. Merkezimiz o küçük haller. Aşk mesela, nicedir konuşulmuyor. “Kim kimle beraber, kim kimden ayrılıp kiminle birlikte olmaya başladı?” ilişki, birlikte olmak, aşk yaşamak… İki kişi birlikte bir şeyler yapmaya başladığında, bunu da aşkın altına koyuyoruz. Oysa aşk başka bir şeydi. Bir zamanlar. Ben bunu hatırlatmak istedim. Aşk seni sarsan bir şey bazen yıkan bazen kendine getiren bazen seni senden alan. Çok güçlü, çok özel bir şey aşk. İnsanın bu hayatta deneyimleyebileceği en özel hallerden biri. Ama ne yazık ki aşk konusunda çok küçük düşünüyoruz. Date diye bir şey var mesela. İlk duyduğumda şöyle bir bakakalmıştım.
“EVLİLİK, SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK ARAŞTIRMALARINA KONU EDİLMELİ”
Ayşegül kendisini mutlu sandığı evlilikten çıktıktan sonra kendisini yeniden tanımaya başlıyor, daha önce hiç tanımadığı bir Ayşegül’le karşılaşıyor, bunca zaman o tutkuyu hep saklamış, hepimiz gibi.
Evet. Sanırım bu evlilik aşkı öldürür dedikleri şey. Ancak bu sözün yükünü evliliğin omuzlarına yüklemek de yanlış. Diğer yandan şu da bir gerçek ki evlilik bir konsept, bir paket olarak giriyor hayata. Ve kimileri, benim de romanda bahsettiğim gibi, hala iki kişilik bir şeyin içinde olduğunu kolayca unutup, kendi gerçeğini karşısındakine dayatıyor. Ve evlilik, eve gelince pişman olup 15 gün içinde aldığınız yere iade edebildiğiniz şeylerden değil. Romanın başlarında Ayşegül’den duyuyoruz, “Evlilik memnuniyetle mi ilgiliydi? Evlilerdi işte, binlerce yıllık kurum. Acayip şartları olamazdı ya. Nasıl bir şeydi aslında evlilik? Mutlu evlilik neydi? Mutluluk neydi? Sonsuza kadar süren hiçbir şey yok ki mutluluk da bitimsiz olsun. Bir mutlu olursun, bir olmazsın. Sonraki mutluluğa kadar tüm mutsuzluklara katlanırsın.” Evlilik, sürdürülebilirlik araştırmalarına konu edilmeli; evlilik dinamiklerini alsınlar, parçalarına ayırıp algoritmayı çözsünler ve sonra, istedikleri her şeye adapte etsinler: çalışır.
Romandaki Ayşegül ve Mehmet gibi isimleri seçmen, yani mesela Lila, Liya, İlayda, Barın, Berkan gibi isimlerin uçuştuğu bir zamanda bu sadeliği özellikle mi seçtin?
Evet. İsimlerinin sıradanlığını çok önemsedim. Çünkü mesele de kişiler de çok sıradan. Bu ülkede milyonlarca Ayşegül bir o kadar da Mehmet var. Özel aileleri yok, özel bir kariyerleri, rafine zevkleri yok… Bu açıdan sosyolojisini, kültürünü, demografisini olabildiğince sıradan tutmaya çalıştım ana karakterlerin. Roman kahramanı deyince sanki süper kahraman yaratmalıymış gibi bir eğilim olabiliyor. Bence o zaman hikayedeki öz çok kısıtlanıyor. Öyle olsun istemedim. Ayşegül’ü emlakçı yapmamın, Mehmet’in ekonomik durumu, işi vs. öne çıkmamasının sebebi de bu. Olabildiği kadar etiketlerden uzaklaştırıp onları eylemleriyle ele almak istedim. Hayatımızı, gerçekliklerimizi şekillendiren esas şey de eylemlerimizdir zira.
Kitapta Ayşegül’ün sanki 16 yaşında bir genç kızmış gibi yaptığı şeyler var oysa o kırklı yaşlarında, mesela Mehmet yazılı pembe kağıtlar, arabada şarkı dinlemek şarkılardan fal tutmak gibi, hala hepimiz yaparız ama belki yazmayabilirdik cool duruşumuzu bozmamak için ama sen yazmışsın?
Aycan, cool olmak sanırım hayatta en umursamadığım şeylerden biri. Hepimiz çok sıkılmadık mı böyle şeyler yapmaya çalışan insanlardan. Gerçeklikleri çarpıtmaktan… Instagram filtreleri bile daha dürüst; bir filtre kullandığında sol üst köşede yazıyor mesela, diyor ki bu medyada şu filtre kullanılmıştır. O pürüzsüz ciltler, kocaman gözler falan… Ben bu tür şeyleri itibar dolandırıcılığı olarak görüyorum. Ben böyle biriyim ve doğal olarak romanımın dünyası da böyle bir dünya. Bir keresinde demiştim, “Birilerinin de küçük işlere bakması lazım,” diye, sanırım ben buna gönüllüyüm. Evinde çocuklarına fasulye pişiren, akşamları komşularıyla buluşup saatlerce laflayan biriyim ben. Lacan da biliyorum Epiktetos da Gogol de… Ama bunları boynuma asıp “Bakın ben de aslında çok cool, çok entelektüel biriyim” gösterişi yapmaya gerek görmüyorum. Sanırım insanlar buna çok alışmış. Yazar mısın, editör müsün o halde biraz daha “önemli” görünmeye çalışmalısın. Yok. Ben böyleyim. Olabildiğinceyim. Aldığım kadar unum var benim de…
“Bir titreşim alanı vardı hikayemin. Onu düşündükçe beni de saran. Metnin öyle titreşmesine çok özen gösterdim.”
Ayşegül’le Mehmet aslında kodlarını yalnız ikisinin bildikleri bir dünya kuruyorlar, içinde şarkılar var, imalar var, tesadüfler var, tesadüf olmayan tesadüfler var, tatlı bir gerilim var, bir limonata tadı ve bütün roman boyunca bu tatla hemhal oluyoruz, bu tat o kadar güzel ki, özellikle bu tat için uğraştın mı?
Gerçekten bahsettiğin gibi. Bir titreşim alanı vardı hikayemin. Onu düşündükçe beni de saran. Metnin öyle titreşmesine çok özen gösterdim. Hani bir çocukla bakışıyorsundur (benim tabii yıllar oldu ama hatırlıyorum hahaha). O gerilim. Göz göze her gelişinde içini hoplatan o duygu. Onu tutmaya çalıştım. Bu titreşimi bozduğunu düşündüğüm öyle çok şeyi sildim ki… Kimileri de romanı çok hızlı buldu mesela; oysa o hız, o titreşimi dağıtmamak için elzem olan bir şeydi.
Birdenbire’de çok sayıda şarkı geçiyor ama sence bu roman bir şarkı olsa hangisi olurdu?
Romanın bir şarkısı olacaksa bu kesinlikle Sertab Erener’in Farzet’i, olabilir; Ebru Gündeş’in Aşık şarkısı da uyar ama. Mehmet’in şarkısı Ezginin Günlüğü, Eksik Bir Şey. Ayşegül’ün şarkısı da sanırım Mod, Mustafa Sandal. Kitabı yazarken binlerce kez dinlediğim şarkılar var. Spotify listesine eklemedim ama Melek Mosso eşliğinde de saatlerim geçti. Tahmin edebileceğin gibi Özcan Deniz de çok dinledim tabii.
“Kitap yazıyorsanız sonradan ‘Aslında şunu demek istemiştim’ deme şansınız olmuyor. Tek şansınız var, ben de o şansı iyi kullanmak istedim.’
“Kimse kimseyi dinlemiyor. Keşke insanlar Tanrı gibi dinleseler birbirini,” diye yazmışsın. Çok güzel sözler, birebir aforizma olacak betimlemeler, duygu ifşalarının edebi dile gelişleri var romanda, bunlar için neler söyleyeceksin?
Bu konuda çok geri bildirim aldım. Altını çize çize okuduğunu söylüyor herkes. Bilemiyorum. Ben derli toplu cümleler kurmayı çok seviyorum. Metinde düzen çok sevdiğim bir şey. Açıkçası söylemek istediklerimi en iyi biçimde anlatabilmek, ifadeleri keskinleştirmek, netleştirmek, odaklamak için özenle çalıştım. Çünkü kitap yazıyorsanız sonradan “Aslında şunu demek istemiştim” deme şansınız olmuyor. Tek şansınız var, ben de o şansı iyi kullanmak istedim. Çok uzun yıllar metin yazarlığı yaptım, öyle bir pratiğim var. Az zamanda çok şey söyleyecek, temsil değeri yüksek ifadeler bulmak gerekiyor metin yazarlığında. Belki onun getirdiği bir şeydir.
“Aşka, başka bir tenin ve ürpermenin hazzına duyduğu özlem ne zamandır oradaydı acaba? Belki de her insanın tekabül ettiği bir anlam vardı. Kişiler gitse bile o anlam boş bir askı olup öylece sallanıyor ve üzerine geçirilecek yeni temsilcisini bekliyordu.” Ayşegül için Mehmet Mehmet için Ayşegül’ün anlamı nedir diye sorsam aşkın dışında?
Ne kadar güzel bir soru bu. Lacan’ın bir izahatı var ya “Aşk, başka birisinden, onda olmayan bir şeyi almaya uğraşmaktır,” diye. Ben tam olarak öyle düşünmüyorum. Bence aşk, başka birisine, kendisinde olduğunu bilmediği bir şeyin varlığını göstermeye, onu bunun gerçekliğine inandırmaya çalışmaktır. Bence her ikisi de birbiri için aynı anlamı taşıyor. Bunu Oruc Aruoba’dan alıntılayarak anlatayım,
“Kendi olarak, sana gelen
Sana gereksinimi olmadan, seni isteyen
Sensiz de olabilecekken, senin ile olmayı seçen
Kendi olmasını, senin ile olmaya bağlayan
O, işte…”
Her ikisi de kendi eksik parçalarını birbirlerinde buldular. Tamamlanma arzusu, varoluş sancısına dönüşür bazen, işte aşk da tam olarak bu işe yarıyor bence. İnsan tamamlanmak istiyor, bazen tamamlandım sanıyor. Bazen de gerçekten tamamlanıyor. Hiç sevilmemiş, gün ışığı görmemiş yanlarımızın nihayet öpülüp koklanmasıdır aşk.
Hem Ayşegül hem Mehmet ana yolda giderken tali yollarda karşılaşan kişiler; bir dönüşüm hikayesi mi?
Bir insanın âşık olunca neye dönüştüğünün hikayesi olabilir. Bence bu hikâyede öz şefkat de bulacağız öz eleştiri de. Bu açıdan bir mindfulness seansına benzeyen yerler var (hahahah). Ve evet, bir dönüşüm hikayesi. Yeni bir ben yoluna düştüğümüzde, bunun fedasız ve sınır aşımsız asla gerçekleşemeyeceğini söylüyor. Bunu da aşk üzerinden anlatıyor. İnsan kendini bilmez malum, ona kendini hep öteki gösterir. Her yeni karşılaşmada, kendimizi keşfede ede, kâh kendi parçalarımızı reddederek kâh kabul ederek yaşarız. Ayşegül de kendi dönüşümünü gerçekleştirirken evet, bu yollardan geçiyor. Her ikisi de kendini kat kat aça aça, aşa aşa dönüşüyor. Bu tıpkı Jung’un anlattığı gibi gerçekleşiyor, “İki kişinin karşılaşması, iki kimyasal maddenin birleşmesi gibidir, eğer bir reaksiyon oluşursa her ikisi de değişime uğrar.”
“Aşkın ve arzunun karşısında ne durabilir? Hangi akıl hangi erdem? Hangi günah? Ne korkutabilir onu? Ona kim hükmedebilir? O korkunçların en korkuncu, yücelerin en yücesi, güçlülerin en güçlüsü…” Gerçekten böyleyse neden çoğu zaman aşk kaybediyor?
Zor bir soruymuş. Sezen Aksu’dan alıntılayayım, “Aşk için ölmeli aşk o zaman aşk” diyeyim. “Ayrılık da sevdaya dahil” de diyeyim, Attila İlhan’ı anarak… Bence aşk hep kazanır bu yüzden aşıklar kaybeder. Bazen. Aşkın türlü hali var. Toplum, sistem, düzen tarafından kabul edilmeyen aşk, tasvip edilmeyen aşk daima sorun çıkarmıştır; karşılıksız aşk da😊 Ama işte aşktan ölmenin, aştan yanmanın hali bir başka oluyor. Koymuyor olsa gerek ki, bak hala dinliyoruz o büyük aşkları iç geçire geçire; değiyor sanırım. Kaybetmeye de.
Gerçekten de tüm alem, tüm düzen, milyarlarca yıllık yaşam onlar orada birbirine bakabilsin diye mi kuruldu?
Bence evet. Büyük buluşma. O da bir çeşit big bang.
Mehmet bir yerde Ayşegül’e gerçek misin oyun mu oynuyorsun diye soruyor. Hakikaten de biraz böyle. İkisi de birbirine oyun oynuyorlar bir oyun olmayınca aşk olamaz mı?
Bir yerde Oya Ayşegül’e şöyle diyor, “Sen tabii en güzel yıllarını evli geçirdiğin için aşkın güzergâhını unutmuş olabilirsin. Aşk hep aynı yolları kullanır, hep aynı heyecan verici yollar. Öyle mi böyle mi diye düşünme faslı olmasa aşk diye bir şey hiç olmayabilirdi bence.” Aşkın içindeki o derin şüphe… Şüphe bir ömür sürer ama inanmak bir dakika; oyunlar da buralardan besleniyor sanırım.
Nasıl okur yorumları, tepkiler alıyorsun? Biraz paylaşır mısın?
Şimdiye kadar pek çok geri bildirim aldım. Sanırım herkes âşık olmayı çok özlemiş. Pek çok kadın “Âşık olmak istiyorum” dedi mesela. Çok sevmişler. En çok duyduğum ise dil ve üslup ile ilgiliydi, sıra dışı bulduklarını söylediler. Az önce dediğim gibi kimileri de çok hızlı bulmuş. Kendimi görücüye çıkmış gibi hissediyorum. Hem heyecan hem gerginlik. Ama mutlu olduğumu söyleyebilirim. Aslında ben de şu an okurla bakıştığım günleri yaşıyorum. Denk geldiğimiz anlar, içim hop ediyor.
Bundan sonra Serda Kranda Kapucuoğlu’ndan neler okuyacağız?
İki tane hikâye var, aklımda dolaşan. İlk olarak birini seçip roman kuracağım ama bakalım hangisi. Diğer yandan editörlük ve yazarlıkla ilgili küçük küçük kitaplar yazıyorum. Umarım bir dahaki sonbahar sezonuna yetişirler. Gündelik meselelerimi onedio/yazio ve Mümkün dergideki köşelerimde yazmaya da devam edeceğim.
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.