jon-tyson-RUsczRV6ifY-unsplash-mod
Felsefe

Neden felsefe?

İnsanın bugüne değin yapılmış türlü çeşit tanımına bir ekleme de ben yapacak olsam, insan; pirimatların en meraklısıdır diye ifadelendirirdim dünyadaki varlığımızı.

Ontolojik haysiyetimizi de buradan aldığımız, zihnimizin düşünebilme yetisini mevcut kılan ortak itkimiz merak etme kabiliyetimizde gizlidir.

Merak eder insan…

Kimi zaman başka insanları, kimi zaman başka coğrafyaları, kimi zaman geleceği, kimi zaman diğer alternatifleri, kimi zaman kendini, kimi zaman Tanrı’yı.

İşte insandaki bu harekete geçirici özellik sayesinde gelişir her şey.

Bir şey takılır insanın kafasına ve ardından bir hikâye başlar.

Keşifler yapılır.

Sanat eserleri çıkar açığa.

Çare zuhur eder bir bakarız, en onulmaz sandığımız dertlere.

Başımıza gelen tüm bu yeni şeyleri, aramızdan birilerinin karşı koyamadığı bir merakına vakfettiği bilme arzusu getirir bize.

Bu yüzden -belki kendi gündelikliğimizde farkında olmasak da yine de- insanlar arasındaki en demokratik ayırımı belirleyen temel unsur ‘bilme arzumuzun’ neye doğru yönelmiş olduğudur.

Sınıflar arası onulmaz farkları yok eden, birbirimizi bize yaklaştıran veyahut hudutsuzca uzaklaştıran en temel farkın aslında bu edim olduğunu derin tefekkürler eşliğinde kavrayabiliriz.

Bu türden tefekkürlerin neticesinde sevmek veya sevmemek gibi tamamen duygularla ilgili olduğunu düşündüğümüz bir kararımızın dahi altını eşelediğimizde o kişinin merakının çeşidine duyduğumuz yakınlık veya uzaklık düşüncesinin hâkim olduğunu anlamak pek de zor değildir.

Peki durum böyleyse o zaman soru şu mu olmalıdır?

İçkin olarak hepimize bahşedilmiş olan bu özellik neye yönelince huzur bulur insan?

Neyi kurcalamak gerekir bu hayatta? Neye yönelmelidir bu bilme arzusu?

Tüm bu büyük soruların yanıtları onları cevaplayan kişilerin bilinçleri ölçüsünce değişecek olsa da değişmeyecek olan temel unsur hepimizin bu soruları dil aracılığı ile cevaplayacak olmamız zorunluluğudur.

Düşüncelerimiz ancak dil ve onun aktarım araçları sayesiyle görünür olur.

Bu hassas görevi yerine getirecek olan dilin ise tek enstrümanı kelimelerdir.

Yaşayan her insan tarafından kullanılan bu ulu miras kuşkusuz olarak onu her kullanan neslin insanının düşünce yapısını da bünyesinde barındırarak var olmaya devam eder.

Her kelime kullanıldığı kadar yaşar, her kelime düşünüldüğü kadar genişler.

Üzerinde nesiller boyunca düşünceler üretilmiş olan kelimeler zamanla insanlığın ortak hareket etmesini sağlayan kavramlara dönüşürler.

Bilmediğimiz düşüncelere, bilmediğimiz medeniyetlere işte bu kavramların anlam yükleri sayesinde dahil ya da hariç oluruz.

İnsanlığı geçmişteki bir beladan ya da ortak bir fayda olgusundan öğrenir halde tutan şey işte bu düşüncelerin kavramlar aracığını ile geleceğe aktarılmasıdır.

Yani geçmiş, sandığımız kadar geçip gitmiş değildir. Geçmiş ve ona ait düşünceler, adetler, mitler, mitoslar, inançlar her an bizimle birlikte dil aracılığıyla yaşamaya devam eden bir realitedir.

İşte ilk insandan beri süre gelen bu sarmalın içerisinde düşünceyi kavramlar aracılığı ile genişletme, ilerletme, ona yeni anlamlar katarak daim kılma işini yöntemli bir merak eşliğinde gerçekleştiren insanlar filozoflardır.

Filozofun mücadelesi insan aklının mücadelesidir ve onlar hayatın her alanındaki disiplini yakından ilgilendiren, yaşamın her anına sızmış olan her türden anlayışı bir sistem dahilinde teorileştirmek için uğraş verirler. Bugün varlığına tanık olduğumuz çoğu şeyin, bilimden, metafiziğe, antropolojiden, siyasete, siyasetten sanata, psikanalizden, doğa bilimlerine ve dahi matematiğe uzanan geniş bir yelpazenin görünmez kahramanları daima filozoflardır.

Antik Çağ’dan günümüze gelinceye kadar değişen dünya tasarımında her ne kadar günümüz insanı bazı soruların cevabını bilim alanına bırakmış olsa da hala iyiliğin ve kötülüğün, daha eşit bir dünyanın var olup olamayacağının, adaletin, siyasetin ve daha bunun gibi insanı hala her an yakından ilgilendiren birçok konunun ilk resmi muhatabı felsefe disiplinidir.

Çünkü felsefe tüm diğer disiplinlerin cevabını bulamadığı sorunlarla da ilgilenir. Yani aslında insana ait her türden soruna cevap arayan bu cesur uğraş halk arasında tabir edilen haliyle ‘boş ve anlamsız konuşmak’ değildir.

Felsefe yapmanın boş konuşmak olduğuna bizi ikna eden yanı, onun soyut düşünmeye yatkın yapısıdır.

Çünkü felsefe dışında diğer tüm bilimler sadece gerçekliğini kabul buyurduğu bir kavramla düşünmeyi, onunla çalışmayı seçerken, yalnızca felsefe kavram kavramıyla da yani ‘kavramları geliştirmemizin sebepleriyle’ de ilgilenir.

Felsefe disiplininin bu eğiliminden dolayı ortaya çıkan tüm karmaşık fikirler, kendisine ait terimler yani kavranması güç olan tüm soyutlamalar bize filozofların faydasız bir işle uğraştıklarını düşünmeye yönelten temel sebeptir. Ama tüm kavramlar ve dolayısıyla tüm insanlık işte bu soyutlamalar sayesinde gelişmiştir. Hatta olguların akılla çeliştiği durumların ürünü olan mizah bile felsefenin eşliğinde gelişen bir araçtır.

Çünkü mantık, felsefenin alt dalıdır.

Felsefenin ehemmiyetinden bunca bahsettikten sonra her ay bu köşede neden çağlar öncesinde kalmış tuhaf isimli adamların görüşlerine yer verdiğime son bir argüman daha eklemem gerekirse bu da şu olacaktır:

Tüm dünyanın düşünce biçimini şekillendiren ana unsur Kadim Yunan Felsefesi’dir. Bu gerçekten mütevellit bilinçli veya bilinçdışı olarak yaklaşık üç bin yıldır nasıl düşündüğümüze vakıf olmak için Antik Çağ düşünürlerinin ne düşündüklerini biraz olsun bilmek zorundayız. Aristoteles’in töz kavramının nasıl doğduğunu anlayamazsak kuantum fiziğini kavramamız zor. Ya da Soktates’in “Kendini bil” sözüyle aslında toplumdaki yerini bilmeyi kast ettiğini çıkarsamazsak özgürlüğün ne anlama geldiğini sezmemiz zor. İsa’nın doğuşundan onun çarmıha gerilmesine kadar geçen süredeki gelişmeleri biraz olsun bilmezsek tüm o süreçte yaratılan imgelerin hala nasıl mevcut politikaları şekillendirdiğini anlamamız güç. Kaldı ki bizler hala bugün bile en çok önem verdiğimiz temel ontolojik soruların cevabını bulmuş değiliz.

O halde öyle görünüyor ki güncel olarak birçok alanda cebelleşmeye devam ettiğimiz daim konuları ne dereceye kadar çözmek mümkün/neden çözemiyoruz, eğer çözemiyorsak hangi yöntem eşliğinde savaş vermemiz gerekiyor bilmek için tüm bu konulara ilişkin düşünsel, sanatsal, siyasi ve dini açılardan filozofların fikirlerine ihtiyacımız var.

Çünkü; olagelmiş tüm savaşların arketipsel nedenlerini, diktatörlük rejimlerinin doğmak için ne tip zeminlere ihtiyaç duyduklarını, teknolojik gelişmelerin yapılandırdığı yeni çağı nasıl değerlendirmemiz gerektiğini sezmek için bir filozof gibi düşünmeye ihtiyacımız var.

Düşünmenin ne anlama geldiğini anlamaya ihtiyacımız var.

Çünkü düşünmek, yazının en başında da dile getirdiğim gibi, insanı diğer yaşayan her şeyden üstün bulmamıza yarayan yegane özelliğimiz, türümüzün haysiyetini oluşturan yanımız.

Düşünmezsek olmaz.

Düşünmemiz lazım, insanın insana yaraşır bir biçimde var olması için düşünmeye hakkını vermemiz lazım.

Ve ben öyle inanıyorum ki yöntemli hale gelmiş bir merak eşliğinde düşünülmüş her düşünce insanlığımızı ileriye taşıyacak olan tek gerçek içeriktir.

Yeni çağda içeriğin tek hükümdar olduğunu her fırsatta dile getiren teknoloji şirketlerine, internet insanlarına, içerik üreticilerine sevgilerimle.

©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

eftalya-koseoglu
MSM konservatuarı Sahne Sanatları Bölümü Dramatik Yazarlık Mezunu. Reklam sektöründe yaratıcı yazarlık ve prodüktörlük yaptı. New York Film Academy’de Senaryo Yazarlığı ve Yönetmenlik Eğitimi aldı. Halen akademi dışı felsefe eğitimi almaya devam ediyor.