Geceleri o pek de önerilmeyen şeyi yapıyorum, sosyal medyada geziniyorum. X platformunda karşıma Sertab Erener şarkıları söyleyen genç sanatçıların videoları düşmeye başlıyor. #Saygı1 etiketine tıklayıp art arda izlemeye başlıyorum. Saat gece yarısını geçiyor, evdekiler ve kediler mışıl mışıl uyuyor. Ben telefonu elimden bırakamıyorum.
Bir varmış bir yokmuş, dünya masalmış
Anıdan anıya savrulurken, ben bu şarkıları nasıl unuttum, ben Sertab’ın neden bu kadar uzun zamandır dinlemiyorum diye kendime hayret ediyorum. Bir yandan da çoğunluğu benden çok genç seyircilerin tüm o eski şarkıları ezbere söyleyişlerine acayip seviniyorum. Takip eden günlerde Babala Tv & Sinerji Medya yapımı #Saygı1 konserini izlemeye, yürüyüş yaparken dinlemeye başlıyorum. Oradan Sertab’ın benim içimde en çok yer eden Lâl albümüne geçiyorum, sonra diğerlerine. Aynı günlerde bir yandan da adı bu sene “2024” olan yılı düşünüyorum. Önemliydi benim için … Bir vedanın bir kavuşmaya dönüşmesi mi desem, yastan yükselişe diye mi tanımlasam bilemiyorum. Aşağıda yazacaklarım benim kişisel hikayem gibi görünse de herkes payına düşen elmayı alsın.
Işığa uçar bütün pervaneler
Ateşe giderken ne şahaneler
Dönerek acıyla aşkla şu alemi
Yana yana raks eder divaneler
Bu kış da efkârlıyım, bahara Allah Kerim
Ocak… 2024’e girerken yastayız. Cici babam, koşulsuz sevgi ve şefkat kaynağımız aramızdan aniden ayrılalı, onu taşıyan aracın yeşil ışığını takip ederek Bodrum’dan Ankara’ya bunu gerçekten yaşıyor muyum diye diye araba kullanalı 19 gün olmuş. Adeti bozmuyoruz, yine soframızı kuruyoruz, televizyonumuzu açıyoruz ama kimseyi davet etmiyoruz, kimse de bize pek ilişmiyor. Sonra ister istemez yine birçok ilk yaşanıyor. İlk gidilen aile partisi, ilk doğum günleri, Bodrum’a ilk gidiş, maça gidiş, şampiyonluk, birlikte yapılmış nice güzel şeyin ilki… Uzun süre her birine gittikçe azalan bir yoğunlukta ağlıyorum. Yürüyorum, çok yürüyorum ve iyi ki sesli kitaplar var diye düşünüyorum. Cici babamın bilincini kaybetmeden saliseler önce şefkatle başını okşadığı sarmanı, kulaklarındaki kocaman polipler için tomografilere, ameliyatlara taşıyorum. Veterinerlere neyin olduğunu anlatırken her seferinde yine ağlıyorum. Nicedir gözümde bir sorun var, hazır gözlerim bu kadar nemliyken, çıksın aradan deyip operasyona giriyorum. Sonra çalışıyorum, üretiyorum, hizmet veriyorum, dostlarımla buluşuyorum, şirket partisi veriyorum, sosyal medyaya gülümseyen fotoğraflar bile koyuyorum. Annem, kocam, kızım, ben; payımıza düşenle yaşamaya devam ediyoruz. Bunu birkaç yıl önce kendi olası yokluğumu düşünürken idrak etmiştim, giden gidiyor ve yaşam kalanlara akmaya devam ediyor, yaşamdan ne kadar alacakları ise onlara bırakılıyor.
Hadi, hadi yüreğim ha gayret
Hele sıkı dur hele sabret
Başını eğme dik tut
Bu bir rüyaydı farz et
Şubat gecikmeli olsa da geliyor. Hayatımda ikinci kez Güney Afrika yollarına düşme zamanı. Çok önceden planlanmış bir nevi eğitim amaçlı seyahat, altı günde devrialem, altı günde kendi alemimde beş tur derken bitiveriyor. Cebimde iki ödevle ülkeme dönüyorum: Suyla ilgili bir şey yap ve bugüne kadar çok korktuğun bir şeyi yap. Bu yüksekten korkanın bungee jumping yapması da olabilirdi, ölümden korkanın bir morga girmesi gibi bir şey de… Amaç o korkunun bir illüzyon olduğunu ve bizi geri tuttuğunu fark etmek. Ne yapabileceğimi hemen hissetmiyorum, aklıma da bir şey gelmiyor doğrusu. İçim şıkır şıkır yıkanmış halde yeniden başlıyorum rutinlerine şükrettiğim hayatıma…
Hadi gelin üstüme, korkmuyorum
Mart geliyor… Hep uzun gelir bana mart ayı. Rahmetli anneannem ömrünün son mart ayında-bunu o sırada henüz bilmiyorduk- “Bitmek bilmedi bu ay” demişti. Bir başka mart ayı görmek ona nasip olmayınca ben martların her bir gününe daha çok kıymet verir oldum. Ancak 2024’te mart bizim için büyük bir sürprizle başlıyor. Aile sisteminden biri eksikliğinde büyük resimde dengeler bazen hızlı bazen yavaş ama mutlaka bozulur. Şimdi de sıra bizde, hem de en hızlısından. Ne farkımız vardı ki zaten? Aman ağzımızın tadı bozulmasın diye yıllarca susmuş, çatışmadan özenle kaçınmış ailelerden değil miydik biz de? Ancak benim için bir fark var artık. 50 yaşındayım, kendi üzerimde çalışmak için cesaret ve emek göstermişim, ciddi bir sağlık sorunu atlatmışım ve artık manipülasyonların kurbanı olmama ve daha da önemlisi susmama kararını çoktan almışım. Sadece bunu nasıl yapacağımı bilmiyorum. Günler geçmişin fotoğrafları, defterleri, eşyaları arasında geçip gidiyor.
Anladım sonu yok yalnızlığın
Her gün çoğalacak
Her zaman böyle miydi bilmiyorum
Sanki dokunulmazdı çocukken ağlamak
Hayır artık oynamıyorum, oyun bitti
Nisan… Hiç beklemediğim anda en çok ihtiyacım olan şeyi yaptığım ay! Korktuğum bir şeyi yapacaktım değil mi? Buydu ödevim. Yapıyorum! Tanıdığım en hain, en manipülatif ve yalancı insanın gözlerinin içine bakarak günahlarını bir bir sayıyorum! Ne yapıyor biliyor musunuz? Çok üzgün olduğunu, yaptıkları için bir zamanlar kendini öldürmeyi bile düşündüğünü söylüyor. Kendinden bahsediyor. Öldürmediği ve hiçbir sorumluluk da almadığı hatta yeni zengin bir hayat hayali için hala herkesi manipüle ettiği kendinden… Hepsi bu… Ha bir de ekliyor, “Hadi gözyaşlarını sil de görmesin kimse…” Siliyorum ve yine kimse görmüyor. Utanmazlığı burada kalır sanıyorum, neyse ki kalmıyor. Çünkü benim tek dayanağım aslında onun utanmazlığı olacak, henüz bilmiyorum.
Ben bu yüzden, incelikler yüzünden, belki daha çok üzüldüm
Mayıs… Mayıslar bizim. Kızım doğduğundan beri daha da çok sevdiğim ay. Şampiyonluk şarkılarımıza gözyaşlarımız karışıyor, ah keşke birlikte kutlayabilseydik. Aynı günlerde karşılaştığım davranışlar beni kendime getiren en güçlü katalizör oluyor. “Hatırım yok mu?” diyor bana birisi ve ben ona “Senin hatır dediğin benim kendime en büyük ihanetim oldu 40 yıldır. Peki ya bizim hatrımız?” diyemiyorum. Öfkem çok büyük! Neden ihanet ettim kendime bunca sene? Çocukken yetişkinlerden görmediğim desteği yetişkin olunca kendime neden veremedim? Ama ah o incelikler… Yanlış anlaşılma korkusu, gizli niyetleri var sanırlar korkusu, mal mülk nedeniyle derler korkusu… Bu böyle sanılmasın diye uykularımı kaçıran planlar, senaryolar ve ne yaparsam yapayım öyle denileceğini bu yaşta bile öngöremiyor oluşum. Ah işte o yüzden, o incelikler yüzünden, ilerleyen günlerde kimsenin bana göstermeyeceği incelikler yüzünden…
İncindim, incitildim derinden
Terk ettim kendimi
Tesadüfen karşılaştım içimde
Kendimle yeniden
Bir daha da görmedim öyle yazı
Haziran…. Bir küçük bavulla on günlüğüne gittiğim Bodrum’da 70 gün kalmam icap ediyor. Annemi yalnız bırakamayacağım anlaşılıyor ve İstanbul’a dönmek de istemiyordum. Olur a belki de bu evde son yazımızdır, bari bol bol denize gireyim, eşimi dostumu davet edip sofralar kurayım diye düşünüyorum. Neydi şubatta verilmiş diğer ödevim? Suyla bir şeyler yapmak… Haziran ayı beni suyla, denizle tekrar buluşturan ay oluyor. Tatlı bir haziran akşamı çok önemli bir şey oluyor. Biz iki kadın, iki akraba, birbirine her zaman oldukça yakın ve açık olmuş iki çocuk, bu sefer başka bir seviyeden bağ kuruyoruz. Güneş batmış, sahil boşalmış, her yerden ayrı telden müzikler çalmaya başlamış. Denize giriyoruz ve ben ona sanki yüz yıllardır içimde tuttuğum hikayeler anlatıyorum. Bu hikayedeki tüm karakterler ve olayların gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi var ve kesinlikle hayal ürünü değil. Sonra o anlatıyor. Sonra biraz daha ben ve sonra biraz daha o. Suyun içinde… Ta şubat ayında Güney Afrika’daki otelin havuzunda suyun bilgeliğini konuşurken bir anda yanımdaki arkadaşlarım Emre ile Tanya’ya, “Biz suyun içindeyken bedenimizin içindeki su aracılığı ile de iletişim kurup birbirimizi daha derin bir seviyeden anlıyor olabilir miyiz?” deyivermiştim. Belki çok anlamlıydı belki de hiçbir yere oturmuyordu söylediklerim ama o an ben doğruluğundan emindim. Tanya gözlerimin içine uzun uzun bakmıştı. O haziran gecesi ben yine suyun içinde kırk yıldır içimde tuttuklarımı sanki su ikram eder gibi veriyorum ve su içer gibi alıyor o da. Ağlıyoruz, bedenimizin suyu da denize karışıyor. Mutsuz muyuz, mutlu mu anlayamıyorum.
Üzgünüm gidenler için, üzgünüm bitenler için
“Sadece çok üzgünüm, dargın değilim” der şarkının devamında Sertab…Doğrusu dargınım da artık… Temmuz… Ağustos…Çocukluğumun geçtiği evde, sahilde, denizde onlarca arkadaşım geliyor beni görmeye yaz boyu. Hepsini suya atıyorum. Tüm sohbetlerimizi suda yapıyoruz. Hiç aklıma gelmeyecek buluşmalar oluyor. Her sabah erkenden ve her akşam gün batarken giriyorum suya. Su aracılığı ile kendimle, doğayla ve kadınlarla yeniden ve yeniden bağlar kuruyorum. Üzgünüm bir yandan, bitenler var, bitecekler var, yaklaşıyor biliyorum. Kızım kendi kanatlarıyla uçmak için evden ayrılıyor o sıralarda ve ben onun yaşındaki halime bakıyorum dönüp dönüp. Sanki Merkür her daim retro da ben bugüne dönemiyorum.
Bir minicik kız çocuğu bak, duruyor orada hâlâ
Eylül… Bana yeni yaşımı getirirken bu güzel ay, bazı gerçekleri de çarpıyor yüzüme birkaç yıldır. Hayatımdan eksilenler, sırtımı dayayabileceğimi sanıp dayayamadıklarım, işe yaramayacağını bildiğim için yedi kat eller yakınım oldu, gel barışalım artık diyemediklerim ve her daim arkamda onlara yaslanmam için sevgi ve şefkatle bekleyenler… Kadrolar yeniden kuruluyor ve onaylanıyor. İstiyorum ki bu sene beklentilerimi sıfırladığım bir kutlama yapayım. Tek taşımı kendim takar gibi partimi de kendim planlıyorum dostlarımın desteği ile. Tabii ki suyun üstünde…Yıllar önce, daha ilkokuldayken Bodrum’daki bir doğum günümde cici babam bizi kayıkla gezdirmişti. Bu sefer biraz daha büyük bir kayık, bu sefer Marmara denizinde ama aynı çocuksu neşeyle kutluyorum yeni yaşımı. Zorlukların içindeki kolaylıklarla gelip geçiyor bir eylül daha hayatımızdan. Hani şu gerçek hastaların psikiyatriye gitmemesi nedeniyle onların hasta ettikleri var ya… Hah işte tam da o noktada hissettiğimiz için Şema Terapi seanslarını hediye ediyoruz kendimize. İyi ki…
Anlatamam gördüklerimi o neşeli çocuğa
Ekim…. Türkiye Cumhuriyeti’nin doğum günü gibi bizim de yeniden doğuşumuz sayılır ekim ayı artık. Çünkü susmak, manipüle olmak, idare etmek bitti! Susulan her şey muhataplarına söylendi. Ve tahmin edin ne oldu? Hiçbir şey! İftira dendi, yalan dendi, en hassas noktalarımızdan ağır sözler söylendi de başımızı okşayan olmadı. Faile sorulacak hesaplar kurbanlara soruldu. Rota hesaplanamadı, çıkmaz sokaklara girildi, günahlar alındı. Olsun! Çünkü işte tıpkı şarkıdaki gibi inceliklerin de bir sonu vardı. Bitti… Bitti… Bitti… İnkarları, sessizlikleri, korkaklıkları, hiçbir şey yokmuş gibi davranmaları ile herkes kendi hayatına gitti, bitti… Sanki ilahi bir dokunuş gibi, tam da o gün Güney Afrikalı öğretmenimden bunca yıldır ilk defa bana özel bir video geldi Whatsapp’tan, neşeli bir “Hellooooo” sadece. Ödevden geçer not almış olabilir miyim?
Artık beni asla yaralayamaz
Hayat eğer istemezsem
Yıllar beni kolay yakalayamaz
Ben durup beklemezsem
Dikenlerden esirgesin, korusun Tanrı seni
Kasım… Daha çok seyahat etmeye karar vereli bunu yapmamı kolaylaştıranlar var, var olsunlar. Ancak dünyanın bir ucuna da gitse insan elbet kendini götürüyor. Meksika’ya kadar gidip yine kendimle karşılaşmayayım mı? Anaokulundayken kır gezisinde gördüğüm ve aklımdan bir daha hiç çıkmayan kuş gelip buluyor beni oralarda. Daldaki reçineye yapışıp kalmış o kuşu, başına gelenlere donup kalmış küçük Yaprak’la birlikte uçuruveriyoruz Monte Alban tepesinden (bir önceki yazımda anlatmıştım). Oh be!
Ama yine de oh be diyemediklerim var hala. Tüm bu hikâyenin içinde günahsız olanlar, bana göre tek hataları gerçekleri görmekten, duymaktan kaçınmak olanlar. Ama sevdiğim, çok sevdiğim… Artık kendim adına hiç ihtiyaç duymasam da bazı kalplere borç bilip konuşuyorum bir kez daha. Bir yanım üzülürken diğer yanım göze alıyor yeni gidenler olmasını… Sevgim baki, varsın uzakta dursun bazıları.
Derdimi sen bana bırak
Sakın ha biri hissetmesin
Sevgimi al içine at
Sakın ha biri kirletmesin
Kalk doğur kendini, kadirsin, kadınsın, kızımsın, annemsin
Aralık… Ve işte geliyoruz son aya, kaybımızın yıldönümüne, Sertab’ı tekrar bulduğum aya. Önce bir veda ardından Yaprak’ın bazı yaralı parçaları ile tekrar kucaklaşması derken tüm bir yılı anıların içinde gezinerek geçiriyorum. Bir yanı ile eğlenceli bir yanıyla hüzünlü. Onlarca günlük, mektup, notlar, konser biletleri… Bir ömrü ne de güzel muhafaza etmişim. Bana yazılan mektupları da sakladığım için kuzenlerimin, yakın arkadaşlarımın anılarını da arşivlemişim. Aferin bana… Kendi günlüklerimdeki o bir yanı kırık, hüzünlü, sık sık ve gizli gizli ağlayan, babasını özleyen, annesine aynı evin içinde mektuplar yazan Yaprak’ı okumak etkileyici olsa da beni en çok vuran 1987 yılında kan kardeşime yazdığım mektubun aralıkta bana geri gelmesi oluyor. O mektup bir eylül günü İzmir’den İstanbul’a yazılmıştı, şimdi biz karşılıklı şehir değiştirdiğimiz için İzmir’den bana -adeta benden bana- geri geliyor 32 yıl sonra, iadeli taahhütlü. O mektubun içindeki üç cümle bu yıl asla şüphe etmeden yürüdüğümüz yolun tabelası oluveriyor, görenlerin gözlerini kaçırmak isteyecekleri… Onlar ki bazılarını hiç tanımıyoruz, isimleri, cisimleri, adresleri bambaşka ve onlar da bizi hiç tanımıyorlar ama onlar gözlerini kaçıradursun biz cesaretle gözlerinin içine bakmaya devam edeceğiz 2025’te de…
Kiminin kocası, kiminin amcası
En sevdikleri yani sözün kısası
Aldılar sıcacık uykularından
Attılar dere yataklarına gece yarısı
Ne kıyanlar bildi ne kıyılanlar
Erkek yasası
İki gözüm seneler geçiyor, gönül ektiğini biçiyor, ekebildiğimiz güzelliklere şükür, yeni ekeceklerimize güç, kuvvet, sağlık, neşe, huzur getirsin 2025.
Büyümeye ve o yolları yürümeye devam…
Kalın sağlıcakla…
Yazıda atıf yapılan Sertab Erener Şarkıları ve Bulunduğu Albümler:
İki gözüm seneler geçiyor, gönül ektiğini biçiyor; Gel Barışalım Artık, Lâl, 1994
Bir varmış bir yokmuş, dünya masalmış; Masal, Lâl, 1994
Bu kış da efkârlıyım, bahara Allah kerim; Rüya, Lâl, 1994
Hadi gelin üstüme, korkmuyorum, Yalnızlık Senfonisi, Sakin Ol, 1992
Hayır artık oynamıyorum, oyun bitti, Oyun Bitti, Sakin Ol, 1992
Ben bu yüzden, incelikler yüzünden, belki daha çok üzüldüm, İncelikler Yüzünden, Sertab Gibi, 1996
Bir daha da görmedim öyle yazı, Lâl, Lâl,1994
Üzgünüm gidenler için, üzgünüm bitenler için, Dargın Değilim, Lâl, 1994
Bir minicik kız çocuğu bak, duruyor orada hâlâ, İncelikler Yüzünden, Sertab Gibi, 1996
Anlatamam gördüklerimi, o neşeli çocuğa, İncelikler Yüzünden, Sertab Gibi, 1996
Dikenlerden esirgesin, korusun Tanrı seni, Büyü de Gel, Lâl, 1994
Kalk doğur kendini, kadirsin, kadınsın, kızımsın, annemsin, Kız Leyla, Ben Yaşarım,2020
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.