Bize aşkı ne filmler ne diziler ne de kitaplar öğretti. Biz aşkı Sezen Aksu’dan öğrendik. Sezen Aksu 1984 ile 1991 arasında dört albüm çıkarttı. Ben on yaşımdan on yedi yaşımın sonuna kadar bu albümleri büyük bir dikkatle, defalarca dinledim. Bu pek kritik yedi yıl içinde hayatımın geri kalanında karşıma çıkacak tüm aşk hallerini Sezen’in dizelerinden öğrendim.
Bu yazıya ilham olsun diye bu sabah Atina sokaklarında yürüyüşe çıktım. Bizim evin on beş dakika uzağında bana Büyükada’nın çamlarını anımsatan Likavitos tepesi var. Likavitos Akropolis’e tam karşıdan bakıyor. Erguvanlar, zeytinlikler ve fıstık çamları arasından ilerleyen patikayı takip edip tepeye çıkarsanız, Pire Limanı ile Ege Denizi’ne dizilmiş adaları görebilirsiniz. Bu sabah o kadar yükseğe çıkmadım. Likavitos tepesinin eteklerini döndüm. Tepenin diğer tarafı şık Kolonaki mahallesine bağlanıyor. Kolonaki’ye inmeden önce sol kolda minicik, sadece yayalara açık Dexameni meydanı var. Oraya indim. Kahveler tıklım tıklım. Gömleklerin kolları sıvanmış, askılı elbiseler fora… Gelsin espressolar, gitsin uzolar, tepsiler dolusu kalamarlar, patates kızartmaları. Ben de safça bu yazının ilk taslağını bir masaya oturup burada kaleme almayı hayal etmiştim. Masasına yerleşenin akşama kadar yerinden kalkmaya niyeti yok.
Meydanın bir tarafında açık hava sineması, diğer tarafında çocuk bahçesi, ortada ise Nobel ödüllü şair Odysseas Elitis’in heykeli var. Heykelin arkasındaki bank hem boş hem de gölgedeydi. Ben de oraya yayıldım. Dağ, taş tepe tırmanmaktan yorgun düşmüşüm. Çantamdan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’ni çıkardım. Madem aşk tohumlu bir yazı için ilham bulmaya yola çıktım, elbette bu çok sevdiğim, defalarca okuduğum aşk romanını çantama atacaktım. Bankıma yayılmış, kitabımın sayfalarını karıştıracaktım ki az ilerideki çocuk parkındaki bir babayla göz göze geldik. Bir yandan salıncağı itiyor, bir yandan da çapkın çapkın beni kesiyordu. Pek hoştu. Tatlı tatlı gülümsedim. (Anneler ne olur kusuruma bakmasın, çocuk parklarındaki babalarla flört etmeye bayılıyorum.) Bu baba tam tipimdi. Kır ve dağınık saçlı, cüretkardı. O da benim gibi tişört üzerine ince bir pardösü giymişti. O çocuğunun salıncağını iter, ben Masumiyet Müzesi’nin sayfalarına göz atarken düşündüm:
Ben bir daha âşık olabilecek miyim?
Bu ilk defa aklıma gelmiş bir soru değil elbette. Kırk sekiz yaşındayım. İki sene önce menopoza girdim. Östrojen yuvadan uçunca hormonlarla aşk arasındaki büyülü bağı hayretle fark ettim. Çocuk parklarındaki babalara tatlı tatlı gülümsemeyi sürdürüyordum belki ama eskiden aklımdan geçen yasak aşk sahnelerinin bir tanesini bile artık düşünemiyordum. Düşünsem bile hemen sıkılıyordum. Aman diyordum, kim uğraşacak şimdi? Fanteziye üşenmek diye bir şey de varmış. (Anneler rahatlasın.)
Birkaç yıl önce çok kısa ama şiddetli bir aşk yaşamıştım. Şiddeti benim içimdeydi. Adamın haberi bile yoktu benim içimde kopan fırtınadan. Amerikalı bir arkadaşıma anlattığımda “O senin yaşadığına crush denir, aşk değil,” dedi. Öyle mi gerçekten? Gelip geçici bir tutkuyu, crush’ı, aşktan ayıran şey nedir? Bana sorarsanız sadece süresi ve içinizde patlama şiddeti. Bu iki unsur dışındaki semptomlar benim tüm aşklarımda aynı şekilde seyretti çünkü. Kimisi bir ay, kimisi üç sene sürmüş olsa da benim vücudumdaki kimya, ruhumdaki titreşim, zihnimdeki takıntı hep aynıydı. İlkinde de sonuncusunda da. Reddedildiğimde hep yataklara düştüm. İlkinde de sonuncusunda da.
Benim semptomlar da Masumiyet Müzesi’nin baş karakteri Kemal’in aşk semptomlarına çok benzediği için kitabı yayımlandığı 2008 yılından beri en az sekiz defa okumuşumdur. Âşık olunan kişiye kafayı takma, ondan başka bir şey düşünememek, onunla ilgili izleri sürmek, eşyalarını toplamak, telefon edip (eskidendi bu tabii) sessizce alo alo kimi aradınız demesini dinlemek…
İlk defa bir erkeğe on beş yaşında âşık oldum. O yaşa kadar çok sayıda kadına hayranlık derecesinde tutulmuştum ama erkekler bende bu sihirli halleri uyandıramamıştı. Bu kadınların bazıları Şahin Tepesi’deki Melissa ya da Çalıkuşu dizisinde Feride’yi oynayan Aydan Şener gibi ünlülerdi. Bazıları ise mahallenin tuhafiyeci dükkanının sahibi yeşil gözlü beyaz tenli kadın ya da okul tiyatrosunda oynayan bir abla olabiliyordu. Kafamın neden gidip özellikle şu ya da bu kadına takıldığını anlamıyordum. Bir matematiği yoktu. Ama bir defa takılınca yukarıda sıraladığım davranışları sergilemeye başlıyordum. On beş yaşına gelip de yaşıtlarım gibi bir çocuğa tutulamadığım için bende bir bozukluk olduğunu düşünüyordum. Belki de lezbiyendim. Bunu ciddi bir biçimde düşündüğümü anımsıyorum. O zaman lezbiyenlere lezbiyen değil, sevici denirdi. Bizim ailede de birtakım uzak tanıdıklar arasında seviciler bulunduğunu, onlar hakkında kötü söz söylenmediğini ama kabul görmediklerini çocuk antenlerimle hemen kavramıştım.
Nihayet tiyatro kolundan bir oğlandan hoşlandığımı fark edince öyle sevindim ki çocuğun üzerine kelimenin gerçek anlamıyla atladım. Üç hafta çıktık. Yirmi birinci günde benden o kadar bunalmıştı ki beni boş bir sınıfa çekip ayrılmak istediğini söyledi. Ben yıkıldım. Yine kelimenin gerçek anlamıyla. Okuldan çıkıp eve gittim. Yorganın altına girip üç gün çıkmadım. Annem başımda bekleyip, her anne gibi benim gibi bir kızın değerini bilecek bir oğlanın elbette çok yakında karşıma çıkacağını söyledi durdu.
Şimdi bırakalım o on beş yaşındaki kızı ateşler içinde yattığı yatağında ve ikinci sorumuzu soralım: Aşkı nereden öğreniriz?
1970’li ve 80’li yıllarda Türkiye’de çocukluğunu geçirmiş bizim kuşağın kadınları ve erkeklerinin çok azı aşkı evlerinin içinde öğrenmiştir. Bizimki gibi aşk evliliği yapmış çiftlerin evinde dahi aşk sözleri söylenmez, dudaktan öpüşülmez, ayrılık anında da (sonradan boşandı bizimkiler) ruhta yaşanan fırtınalardan söz edilmezdi. O zaman ben bir yandan ilk aşkımın acısı içinde kıvranırken bir yandan da çok iyi bildiğim bir hali nihayet yaşadığım için nasıl sevinebiliyordum? Nereden öğrenmiştim aşkı? Televizyonda hem sansür vardı hem de Dallas gibi Flamingo Yolu gibi bizim kuşağın tamamının izlediği dizilerde aşktan başka her şey vardı. Kitap derseniz V.C Andrews’un Çatı serisi ile Stephen King’in O’su ile büyüyen bizlerin kitaplardan da aşk hakkında sağlıklı bir karara varmamız imkansızdı.
Hayır, bize aşkı ne filmler ne diziler ne de kitaplar öğretti. Biz aşkı Sezen Aksu’dan öğrendik. Sezen Aksu 1984 ile 1991 arasında dört albüm çıkarttı. Ben on yaşımdan on yedi yaşımın sonuna kadar bu albümleri büyük bir dikkatle, defalarca dinledim. Bu pek kritik yedi yıl içinde hayatımın geri kalanında karşıma çıkacak tüm aşk hallerini Sezen’in dizelerinden öğrendim. İlk aşkın yükünü saymadım sayamadım sensiz geçen yılları diye diye sırtımdan (üç yılda) attıktan sonra bir de baktım ki gerçekten de hep aynı hikâye gönlüm düşünce aşka… Her ayrılık aynı. Yalnız kişiler başka… Çok aşklar yaşadım. Doya doya seviştim. Bunu mutlulukla yazıyorum. Bunu yazabilmenin ne büyük bir nimet olduğunu şimdi anlıyorum. Tutkular, takıntılar, fırtınalı aşklar ve yakışıklı erkekler peşinde koştuğum yıllarda bunu bir nimet değil, en doğal hakkım olarak görürdüm. İyi ki de öyle görmüşüm. Aşklarımdan hiç utanmadım. Toplum içime utanç tohumları atmak için elinden geleni yapsa da ben bir Amazon savaşçısı gibi cinsel ve duygusal özgürlüğümü savundum, onun için mücadele ettim.
Ama şimdi, doğruya doğru… Masumiyet Müzesi’nin Kemal’i gibi ben de aşkı her şeyden önce kendim için yaşadım. Benim içimde yarattığı o gazoz hissini, merceğinden bakınca güzelleşen dünyayı, o takıntılı, tuhaf kimyayı sevdim. Belki bu yüzden aşkta kazanıp ilişkilerde kaybetmiş olabilirim. Çünkü kolay değil, kolay olmaz o kadar iki insan sevgiyle bir arada olursa bir olay…
Çocuk parkındaki yakışıklı baba kıyısındaki bankta oturduğum meydana çıktı, bana yan yan bakışlar attı sonra hâlâ parkta duran uzun boylu, uzun saçlı kadına Fransızca bir şeyler söyledi. Kadın yanına geldi. El ele verip Kolonaki’ye inen merdivenlerde gözden yittiler. Salıncaklara baktım. Aynı çocuk hâlâ sallanıyordu. Meğer adam baba filan da değilmiş. Hepsini uydurmuşum. Belki yeğenini, belki bir arkadaşının çocuğunu sallayan bir abi, bir dayı imiş. Onlar ortadan kaybolunca kulaklıklarımda Sezen Aksu şarkılarının biri bitti, diğeri başladı.
Dinlerken bir daha âşık olurum herhalde diye düşündüm. Nihayetinde kaç kişiyiz savunan sevdayı?
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.