Ben bir şey söyledim.
Sen bir şey anladın.
Ben bir şey söyledim ve sen onu neden söylediğim hakkında bir tahmin yürüttün.
Ben bir şey söyledim ve sen onu nasıl söylediğime takıldın, belki de seni çocukken yaralamış bir büyüğünün tonlamasıydı kullandığım.
Ben bir şey söyledim ve sen söylediğim şeyi beğenmedin ve hatta belki tehdit olarak algıladın.
Ben bir şey söyledim hiç seninle ilgisi olmayan ama sen dert ettin bunu kendine.
Ben bir şey söyledim, sen yanlış anladın, korktun ya da tetiklendin ama sen bana hiçbir şey demedin.
Ben bir şey söyledim, sen sustun.
Ben bir şey söyledim ve sen bir etiket yapıştırdın bana, benim öyle ya da şöyle olduğuma inandın.
Ben söyledim, sen duyduğuna inandın, ben fark etmedim, sen sustun.
Sonra bir gün susamadın.
Benim söylediğim bir şey nedeniyle bana akıl verdin.
Benim söylediğim bir şey nedeniyle bana sesini yükselttin.
Küstün bana onu dedim, öyle dedim diye.
Benim söylediğim şey nedeniyle hakkımda konuştun.
***
Sen bir şey söyledin bu sefer ben sustum.
Sen bir şey söyledin, ben susmadığımı sandım konuştum ama anlaşılmadım.
Sen bir şey söyledin, ben haksızlığa uğradığımı düşündüm.
Sen beni sert algılarken benim içimde yaralanmaktan korkan parçam için için titriyordu.
Sen beni suratsız sanırken çekingen parçam ne diyeceğini bilemiyordu.
Sen bana laf sokarken bir zamanlar donmuş parçam yerinden kımıldayamıyor, susuyordu.
Sen bana alınırken benim çoktan kırılmış dökülmüş parçam sadece kendini korumaya çalışıyordu.
Sen benden beklediğin ilgiyi alamadığın için sertleşirken ben senin şefkatli dostluğuna hasrettim.
Sen beni pek yükseklerde görürken ben hepinizi ulaşılmaz buluyordum ne tuhaf.
Benim özgüvensizliğim senin özenmelerini anlayamıyorken, senin beni koyduğun tepede yeller esiyordu yerimde.
Benim istemeyi bilmeyişim senin vermekte zorlanmanla çarpıştığında ortalık tufan oluyordu.
Ben “Sev beni” diye yalvarırken senin “Seversem kaybederim”i en derine dikte etmiş parçan koşarak uzaklaşıyordu.
Ve tüm bunların tam tersi de oluyordu, ben yapıyordum sen yaralanıyordun bu sefer de.
Senin değersiz hisseden parçan mesela, benim çekingen parçamla çatışıyordu. Ne ben sana sarılabiliyordum ne sen açabiliyordun kendini.
Sabah akşam sevgiden, gelişimden, tekamülden bahsediyorduk da daha kendi söküğümüzü dikemiyorduk.
Sen talep etmeyi deneyimliyorum diye hakkından fazlasını isterken ben hayır demeyi deneyimliyordum. Bu eşzamanlılık -hani diyorlar ya- şaka mı?
Tüm o yaralı, acılı, donmuş, istismar edilmiş, unutulmuş, bastırılmış parçalarımız birbiriyle böyle çatışırken biz ilişkiler yürüttüğümüzü sanıyorduk.
Çatışıyorduk. Yanıyorduk.
Çifte cinayetler yaşanıyordu, ölüyorduk, öldürüyorduk.
Şimdi sokakta yürürken, pencere önüne geçip insanları seyrederken veya bir mekânda otururken parçalar görüyorum sanki her insanın çevresinde uçuşan. Hem kendi aralarında hem diğerlerinin parçaları ile sıklıkla çatışan parçacıklar… Bazen ışık da çıkıyor ama çoğunlukla ateş…
Hep hissettiğim ama bu yaşıma kadar görmezden geldiğim parçalar.
Gördüğümde merhamet düğmeme basan, kalbimi açan, beni yumuşacık yapan ve aynı anda deli gibi korkutan ve içime kapanmama neden olan o parçalar…
Geçen akşam izlediğim gösterinin* finalinde dansçılar aramıza karışıp bize şefkatle sarılmaya başladıklarında neden ağlamaya başladığımızı başka nasıl açıklarız?
Birbirimizin o en kırılgan, en çok acı çekmiş, en öfkeli, en içe dönük, en masum ve yaralı parçalarını görmeyi seçsek, sokaklarda da herkes birbirine sarılıyor olurdu belki de.
Benimki de ne hayal değil mi?
Ama hiç değilse parça parça olduğumuzu kabul edip daha yumuşak bir yerden yaşayabiliriz değil mi?
Paramparça olmadan…
*Hofesh Shechter Topluluğu-Çifte Cinayet
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.